“T.C.” egemenler sisteminin en yüksek yargı organları olan Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi (AYM) üzerinden, burjuva güç odaklarının çatışması, uzun süredir devam etmekteydi. Ve bu güç çatışması, Yargıtay 3. Dairesi’nin AYM’nin verdiği Can Atalay kararına uymayı reddetmesi, Can Atalay’ın başvurusunu haklı bulan üyeler hakkında suç duyurusunda bulunmasıyla farklı bir boyuta evrildi. Öyle görülüyor ki iktidar bloğu ve burjuva muhalefetin iç didişmesi, bundan böyle bu kriz üzerinden icra edilecek. Burjuva muhalefet “Anayasa düzene açık başkaldırı”, “TBMM’ye darbe” vb. gibi değerlendirmelerle, iktidar bloğuna karşı toplumsal dayanak yaratmaya çalışırken, AKP-MHP iktidar bloğu kendi içindeki çatlak seslere karşın, Yargıtay’ın kararını merkez alarak saldırgan bir tutum geliştirdi. Tıpkı seçim sürecindeki gibi, bazı reformist anlayışların burjuva muhalefete yaslanarak siyasal tutum aldıkları düşünüldüğünde, burjuva siyaset sahasındaki klik çatışmasını ifade eden krizin öncelikle doğru analiz edilip kavranması başat bir sorun olarak öne çıkmaktadır.

“T.C.” yargı organlarının TİP milletvekili Can Atalay konusundaki farklı tutumlarıyla su yüzüne çıkan ve devlet egemenliğinde, burjuva siyaset sahasında var olan burjuva güç kampları arasında “yeni” bir çatışmalı süreci ateşleyen krizi doğru ortaya koymak ve çatışan tarafları net tarif etmek, alınacak devrimci tutumun niteliğini de tayin edecektir. Öncelikle şunu ifade etmekle başlamalıyız. Bu burjuva hukuk ekseninde yaşanan bir çatışma değil, burjuva hukuka niteliğini veren burjuva siyasal nitelikte cereyan eden bir çatışmadır. Burjuva klikler arasında iç ve dış politikada cereyan eden dalaşın, yargı ayağında gündeme gelmesidir. Burjuva klikleri tarif ederken, sadece iktidar ile burjuva muhalefetle sınırlı değil, iktidar ve burjuva muhalefetin kendi içindeki çatışmalı durumu da kapsamaktadır. Burjuva siyasal güçlerin bu iç çelişki ve çatışmaları doğru okunmadan, Yargıtay’ı iktidar bloğunun aparatı, Anayasa Mahkemesi’ni de, toplumsal temel hak ve özgürlüklerin garantörü olarak tanımlamak, akabinde iktidarın Yargıtay üzerinden AYM özgülünde toplumsal demokratik güvencelere saldırması olarak ortaya koymak, burjuva muhalefetle, hatta iktidar bloğu içindeki burjuva çatlak seslerle aynı kulvarda siyasal tutum belirlemek sonucunu doğurur.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi, burjuva yargının iki kurumudur. Temel işlevi burjuva devlet egemenliğini, yani burjuva sınıf egemenliğini burjuva hukuk ile teminat altına almaktır. Devlet egemenliğinin gerici burjuva karakteri gibi, hukukun da gerici burjuva karakteri, temsil edilen gerici sınıflar özgülünde paydaştır. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesine göre ya da tekçi merkezileşme tarzında olsun, temel işlev, burjuva egemenlik siyasetinin temsilidir. Rejimin otoriter niteliğine göre bazı biçim farklılıkları göstermesi, öze dair bir farklılığı içermez. Yasama, Yürütme, Yargı ayağıyla “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, ezilen toplumsal güçlerin özlük haklarını güvence altına almak değil, burjuva sermayenin egemenliğini, yasal zemine kavuşturarak güvence altına almaktır.

Fransız burjuva aydınlanmacı ve siyaset bilimci Mantesquieu, 1731-1748 yılları arasında Brede Şatosu’nda “Kanunların Ruhu” adlı eserine çalışırken, İngiltere Anayasası başlıklı bölümle, genel anlamda burjuva iktidarların hukukunun temelini atmıştır. Burjuva ve türevi iktidarların biçimsel olarak özgün koşullara göre farklı uygulamalarla süregelse de, Montesquieu’nun politik doktrini, burjuva egemenliğin genel çerçevesini tayin etmektedir. “Kuvvetler Ayrılığı”nda burjuva iktidarın yine burjuva iktidar ile sınırlandırılmasıdır. Buna göre, iktidarda bulunan ve devlet egemenliğinin avantajını elinde tutan burjuva kliğin, iktidar avantajını sınırsız kullanmaması için bir başka yönetsel kurumun önleyici rol oynaması gerekmektedir. Mantesquieu, bunun temini ve devlet egemenliği için gerekli olan kuvvetler birbirinden ayrılmalı ve farklı iktidar odaklarına verilmelidir der. Bu bağlamda, burjuva devlet egemenliği için, yasama, yürütme ve yargı fonksiyonları olmak üzere, 3 kuvvetin zorunlu olduğunu kabul etmekte ve siyasal güvence için bu kuvvetlerin “dengesini” zorunlu görmektedir. “Siyasal özgürlüğün ve güvenliğin sağlanması da ancak, iktidarlar dengesi ile kurulabilir. Yasama gücü ile yasaları baskı yoluyla yürürlüğe koyan güç aynı ise o yerde özgürlük yoktur. Keza yasama ile yargı birleşmişse, kişinin canı da özgürlüğü de güvence altında değildir. Zira aynı zamanda yasa koyucu durumunda olan yargıçlar keyfi karar verebilir. Yargıçların yürütme iktidarına da sahip olması onları zorba yapar” diye devam eder…

Tekçi Erdoğan Diktatörlüğü Sultası Açık Faşizm Koşullarının Coğrafyamızdaki Temsilidir

Aydınlanma çağının düşünürleri John Locke ve Montesquıeu tarafından, burjuva egemenlik doktrini olarak geliştirilen “Kuvvetler Ayrılığı”, kapitalist “medeniyet” paradigmansın tarihsel gelişim süreçlerinde, ihtiyaç duyulan iktidar biçimlerinin özgünlüklerine göre ele alınarak uygulanmıştır. Otoriter, baskıcı, açık faşist diktatörlük koşullarının hüküm sürdüğü gerici iktidarlar sürecinde burjuva yönetsel kurumlar tek elde toplanmış, tek adam diktatörlüğünde temsil edilen yürütme eliyle ezilen toplumsal güçlere kapsamlı saldırılar gerçekleştirilmiştir. Sınıflar mücadelesinin tarihi ile anılan insanlık tarihi, bu konuda burjuva iktidarların yarattığı derin acıları tecrübe etmiştir. Tekçi Erdoğan diktatörlüğü sultası, egemenlik aracı olan devletin tüm yönetsel kurumlarını tek elden yönetmesi ile açık faşizm koşullarının coğrafyamızdaki temsilidir. Toplumsal özgürlük ve demokratik hakların kapsamlı bir şekilde kuşatmaya alındığı, devrimci, yurtsever, aydın, sosyalist güçlerin kıyımdan geçirilmeye çalışıldığı, sömürülen sınıf, ezilen ulus inanç ve cinslerin tüm ekonomik-demokratik-kültürel haklarının zor yoluyla yasaklandığı açık faşizm koşullarında, burjuva hukuk içinde bile “hak” arama koşullarını ortadan kaldırılmakta, burjuva muhalefete dahi bu hukuk sahasında hareket olanağı tanımamaktadır. Bundan dolayı burjuva egemenlik işleyişi olarak, kuvvetlerin uygulamalarına temel olacak kararları alacak olan yasama organı, burjuva işleyişi anayasal güvenceye, suç-ceza denkleminde kurulan koruyucu hukuka bağlayan yargı organı, burjuva devletin idari aygıtlar aracılığıyla oluşturulan mevzuatı uygulayan yürütme üzerinden merkezileştirilmekte, Yürütmeye “sınırsız” yetkiler verilmektedir.

Tekçi otoriter rejimlerde devlet kurumlarının tekleştirilmesi, toplumsal ezilen sınıf ve katmanlar üzerindeki baskının şiddetleneceğini ortaya koyarken, kuvvetler ayrılığı konseptinin burjuva işleyiş mantığına göre ele alındığı burjuva iktidarlarda toplumsal hak ve özgürlüklerin gelişeceğini kast etmiyoruz. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu bir özün farklı biçimidir. Otoriter ya da nispi burjuva demokratik iktidarlar, son tahlilde sermaye egemenliğini temsil etmektedirler. Burjuva anayasal güvence, hukuk, sermaye iktidarının çıkarlarını ve sermayenin hareket yasalarını korumakla mükelleftir. Bunun ezilen-sömürülen halk sınıf ve tabakaları üzerinde hangi biçimle uygulanacağını, ezen sınıfın, yani sermayenin özgün çıkarları ve niteliği belirler. Sermayenin tarihsel özgün çıkarları otoriter, faşist bir diktatörlüğe ihtiyaç duyuyorsa, bu biçime başvurur.

Toplumsal-tarihsel koşullar, nispi burjuva “demokratik” koşullarla sermayenin yayılma-büyüme denklemini daha ileri düzeyde olanaklı kılıyorsa, bu biçimle burjuvazi iktidarını tesis eder. Önemle yeniden vurgulayalım, burjuva demokratik koşullar toplumsal olarak nispi bir ekonomik-demokratik hareket alanı açsa da, her iki biçimin temel işlevi, tekelci sermayenin çıkarlarını korumaya koşulludur.

Konumuz özgülünde bütün bunları ifade etmekteki temel amacımız şudur: Bugün açık faşizm koşullarının diktatörlüğü olan AKP-MHP iktidarı, Erdoğan tekçiliğinde tüm devlet kurumlarını birleştirmek ve siyasal-ekonomik-kültürel-ideolojik hegemonyasını bu biçim ile sürdürmektedir. Özellikle devletin temel organlarının tekçi zihniyete göre dizayn edilmesi, çatışmasız işleyen bir süreç değildir. Devlet kurumlarındaki farklı burjuva kliklerinin temsiliyeti dahil, anlayış olarak “kuvvetler ayrılığı” biçimsel farklılığını savunan devlet bürokrasisi içindeki unsurların olması, çatışmaya neden olmaktadır. Burjuva klik çatışmasının bir etabı olarak, Yargıtay ve AYM krizi, bura üzerinden şekillenmektedir. Ve bu kriz üzerinden burjuva klikler, kendi siyasal hedeflerine göre planlamalar yapmakta, krizden bu planlamaların başarısını verecek sonuçlar çıkarmaya çalışmaktadırlar.

Bahçeli ve Erdoğan’ı AYM Konusunda Aynı Çizgide Buluşturan, Tekçi Faşist İktidarın Siyasal-İdeolojik Hegemonya Stratejisidir!

AYM-Yargıtay krizinin sıcak anlarında AKP içinde Numan Kurtulmuş, Abdülhamit Gül, Faruk Çelik, Şamil Tayyar, Hayati Yazıcı gibi bazı “aktörler”, Yargıtay kararına “itiraz” eden bozuk akortlu bazı sesler çıkarsalar da Erdoğan’ın “akort ayarı” ile bu cılız farklı yaklaşımlar derin sessizliğe evrildi. Bu ilk aykırı açıklamaları, “Cumhur İttifakı’nda” yarılma olarak değerlendiren kimi siyasal çevrelerin bir yanılgısı olarak kayda geçti. Bunu söylerken, “Cumhur İttifakı” içinde çatışmasız bir uyum olduğunu söylemiyoruz. Kirli çıkar dalaşının rengini verdiği bu “ortaklık”, politik ve ideolojik düzlemde çatışmalı bir durumda olduğu gibi, her ortağın kirli çıkarına ulaşmak için kullandığı yol ve yöntemlerde de çatışmalı bir vaziyettedir. Ama “beka” sorunu olarak ele alınan faşist iktidarın sürdürülmesinde yakalanan “ortaklık”, Erdoğan tekçiliğinde baskın yön olmakta ve özellikle yaşanan süreç bağlamında iç çatışmalar daha yumuşak geçişlerle “çözülmektedir”. Örneğin; Erdoğan’ın sonraki seçimler için ısıtmaya çalıştığı “Cumhurbaşkanı seçiminde yüzde elli artı bir barajının aşağı çekilmesi ve en çok oy alan adayın seçilmesi” çıkışına, Cumhur şemsiyesi altında birleşen Bahçeli başta olmak üzere tüm “ortaklardan” itiraz geldi ve Erdoğan sürecin temel tartışması olmaktan çıkardı bu gündemi. Tekçi iktidarın daha öncelediği gündemler gölgesinde bu gibi manevralarla çatışmalı durumlar ötelenmektedir. Ama bunun böyle devam etmeyeceği, meselenin esas yanıdır. Gerici çıkarlar, iç çatışmaları daha sarsıcı su yüzüne çıkaracaktır. Fakat AYM-Yargıtay krizinde, bazı cılız sesler üzerinden “iktidar bloğunda” yarılma tespiti subjektiftir. Aynı biçimde, HDP’ye kapatma davası açıp açılmaması tartışmalarında, AYM’nin aldığı tutuma siyasal tavır alan Bahçeli’nin, “AYM kapatılmalı, yargıçlar yargılanmalı” çıkışı yapmıştı. Yargıtay 3. Dairesi’nin, özellikle AYM’nin bazı yargıçlarına suç duyurusunda bulunması kararı Bahçeli’nin bu siyasal çıkışı ile örtüşmektedir. Bu örtüşmeden hareketle, Soylu ve kliğinin tasfiyesinin rövanşı olarak, Bahçeli’nin Yargıtay üzerinden Erdoğan’ı kuşatmak istediği değerlendirmesi, MHP’nin iktidar içindeki siyasal planlamalarında bir yere otursa da, mevcut siyasal gelişmeler içinde somut karşılığı olan bir değerlendirme değildir.

“T.C.”nin yargı kurumları arasında cereyan eden kriz ortamında, Erdoğan’ın açıkça Yargıtay 3. Daire kararının yanında durması ve bir adım daha ileri giderek Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi konusunda Meclis’i “göreve” çağırması, Erdoğan ve Bahçeli’nin aynı yerden tutum aldığını ortaya koydu. Ortak tutumun özü, faşist tekçi iktidarın hegemonyasını derinleştirmektir. Yargı ayağından ekonomik-kültürel-politik-ideolojik alana kadar sacayakları genişletilen faşizmin hegemonya hedefleri, planlanan “anayasa” ile hukuksal güvenceye kavuşturulmak istenmektedir ve AKP-MHP ortaklığı bu hedefe göre süreci yönetmeye çalışmaktadır.

Karşı devrim cephesinde cereyan eden iç çatışmaları analiz etmek ve buna uygun tutum almak devrimci politika konusudur. Burjuva siyaset sahasında çatışan kampların siyasal ekseniyle aramızdaki kalın çizgiyi korumak ve devrimci siyaseti doğru araçlarla toplumda üretmek, yaşanan tecrübelerin ortaya çıkardığı bir sonuç değil sadece. Aynı zamanda komünist ideolojik -siyasal duruşun gereğidir. Burjuva siyaset sahasında ve toplumda gelişen tüm siyasal süreci doğru yöntemle analiz edip, bilimsel sentezlere ulaşmak, üretilecek devrimci siyasetin ilk adımıdır. “T.C.”nin yargı kurumlarında cereyan eden burjuva güçlerin çatışması ve İktidar-muhalefet kliği ile bu krizi yönetme biçimi de doğru tutum için doğru analizi zorunlu kılar.

Muhalefet Ya Da İktidar Ortağı Olarak MHP’nin Siyasal Çizgisi ve Çıkarları Aynıdır

Her şeyden önce bu çatışma bir hukuk ya da burjuva hukukun çiğnenmesi meselesi değil, düzen içinde çatışan burjuva siyasal kampların hukuk kılıfına soktuğu siyasal hedefler meselesidir. Burjuva siyasal kamplarda, iktidar ya da muhalefet konumu değişerek, farklı tarihlerde yaptıkları farklı açıklamalar üzerinden, sorunu “hukuk” tartışması içinde hapsetmek, yaşanan çatışmanın ve siyasal hedeflerin mahiyetini karartır. Burjuva siyasal aktörlerin, yaşanan her meselede “doğru” ve “yanlışları”, burjuva siyaset sahasındaki konumlanışlarına göre değişkenlik gösterir. Bunu klasik burjuva yalandan öte, o burjuva siyasal temsiliyetin durduğu yerdir. Yani dün Balyoz davalarında “iyi ki AYM ve vicdanını satmayan yargıçlar var” diyen MHP’nin  bugün “AYM’yi kapatalım yargıçları yargılayalım” demesinin altında yatan temel neden, sadece burjuva siyasetin tutarsızlığı değil, MHP’nin “T.C.” egemenler sistemi içinde değişen rolüdür. Muhalefet ya da iktidar ortağı olarak MHP’nin siyasal çizgisi ve çıkarları aynıdır. Ama dün, bürokrasi, ordu, polis, özel hareket, sermaye birimlerinde ayakları olan burjuva muhalefet partisi iken, bugün açık faşist diktatörlüğün iktidar ortağıdır. Faşist iktidarın iç-dış sahada ezilen ve sömürülen toplumsal yığınlara karşı geliştirdiği her saldırı ve özellikle Kürt ulusuna karşı geliştirilen savaşta (işgal), ideolojik-siyasal çizgisini kafatasçı niteliğiyle ortaya koyan MHP, AKP ve Erdoğan ile çatışmasız bir” ittifak” içinde değildir tabi ki.

Bu anlamıyla, İktidar bloğunun faşist hegemonya stratejisinde “ittifak” bileşenleri birlikte tutum almakta iken, kirli ilişkilerin üzerine kurulan “birlik”lerinde derin bir iç çatışma yaşamaktalar. “T.C.” faşist iktidarının siyasal olarak ana gövdesini oluşturan AKP ve Erdoğan, dışa vuran kriz koşullarında, partisinin ve kendisinin pozisyonunu güçlendiren adımlar atmak istemektedir. Soylu, himayesinde yargıda ve polis teşkilatında, bürokraside, talan-yolsuzluk-hırsızlık yollu ekonomik sahada oluşan gücü Soylu ile birlikte tasfiye etmesi, özünde iktidar bloğu içinde Erdoğan’ın hamlesiydi. Son yüzde 50+1 çıkışını da, “Cumhur İttifakı”nın kendi iç bileşenlerine karşı bir adım olarak okumak gerekir. Bu anlamıyla, “T.C.”nin en yüksek yargı organları arasında gündeme gelen krizden Erdoğan bu yönlü faydalanmak isteyecektir.  AKP başta olmak üzere, “Cumhur İttifakı” bileşenleri içinde böyle bir balans ayarının yapılmak istenmesi muhtemeldir. Ama bundan öte, sistemin iç çatışmalarının yarattığı yargı krizi, faşist iktidar için daha stratejik planlamalara vesile yapılmaktadır.

Erdoğan’ın Özbekistan dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamayla bütünlük içinde, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” tarafından Ankara’da düzenlenen programdaki konuşmasında, iktidarın planını ortaya koymuştur. “Gerekirse anayasa ve yasa değişiklikleri dahil tüm yöntemleri kullanarak, tekrar böyle bir tartışmanın ortaya çıkmaması için gerekenleri yapacağız. Ancak yasalarımız bu konuda da yetersiz kalmaktadır. İnşallah bu hususta yeni anayasa çalışmaları en kısa sürede başlatılır” diyerek asıl amacını da açıklamış oldu.

“T.C.” iktidarı, iki mahkeme arasındaki “karar” ve “yetki” tartışmasından öte, faşist rejimin “Anayasal” düzlemde aksayan yönlerini aşmak için planladığı “yeni Anayasa”  için bu krizi etkin kullanmaktadır. Yani tekçi faşist rejim, “anayasa değişikliğini”, yaklaşan yerel seçimlerde belirleyeceği politika ile birleştirip, sistemin aksayan yanlarını dizayn etmeye çalışmaktadır. Temel halka, tekçi faşist rejimin bugün sürmekte olan keyfiyetçi yönetim tarzını “anayasal” hukuk güvencesine kavuşturmak ve yerelden merkezi organlara kadar tüm devlet yapılanmasını buna göre dizayn etmek. 12 Eylül “Anayasası’nı” aşacağız derken, birinci adım, devrimci-sosyalist-aydın güçlerin uzun yıllara yayılan mücadele ile kazandığı demokratik-ekonomik hakları tırpanlamak ve tekçi zihniyete göre devletin tüm kurumlarını merkezileştirerek, bu zihniyete anayasal zeminde bir kılıf bulmak.

“AYM’nin Kararı” ve Demokratik “Anayasa” Denkleminin Arkasından Sürüklenmek, Toplumsal Devrimci Muhalefeti Burjuva Çizgiye Yedeklemektir!

Öncelikle şunu belirtelim. Burjuva yargı kurumları arasında cereyan eden bu kriz, “yeni anayasa” sürecini iktidarın dayatması için çıkardı mahiyetindeki bir tespit subjektiftir. Bu konuda bir somutluk mevcut değildir. “Yeni anayasa” tartışmaları iktidar tarafından uzun süredir başlatılmıştı. Yargıtay-AYM krizi bu süreci iktidar lehine destekleyen mahiyette olması muhtemel. Ama bu “yeni anayasa” için iktidarın böyle bir kriz yarattığı anlamına gelmez.

Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkında aldığı karar üzerinden, Anayasa Mahkemesi’ne demokratik-özgürlükçü bir rol biçmek, son derece tehlikeli bir yanılgıdır. Can Atalay’ın, burjuva seçimler sürecinde, halkın oyları ile seçilmesi ve burjuva parlamentoda temsiliyet kazanması, burjuva hukuk dahil, toplumsal hukuk açısından koşulsuz hakların varlığını ortaya çıkarır ve bu meşru haklar, bugün faşist iktidar tarafından çiğnenmekte, insani ve siyasal iradesi gasp edilmektedir. Bu hakkın Anayasa Mahkemesi, özgülünde burjuva hukuk kapsamında tanınması çok özel bir durum olmadığı gibi, Anayasa Mahkemesi’ne demokratik bir rol de biçmez. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi tutum farklılığını baz alınarak, Can Atalay’ın özgürce siyaset yapma hakkını ve toplumsal tepkileri Anayasa Mahkemesi’nin arkasına dizmek, “T.C.” faşist zihniyetinin temel bir kurumundan “demokrasi-özgürlük” hamlesi beklemek, burjuva siyasal çizgiye mahkûm olmak demektir.

Aynı tutum “yeni anayasa” tartışmalarında da kendisini ortaya koymaktadır. “Yeni Anayasa”, komprador tekelci işbirlikçi burjuvazinin ihtiyacıdır. Faşist “T.C.” iktidarının, iktisadi-siyasal-hukuksal ihtiyaçlarından dolayı hasıl olmuş bir projedir. Bu ihtiyacın bir yönü, tekçi faşist rejimin siyasal aktörlerinin iktidar gücünü arttıracak kurumsal mekanizmaların ihdası iken, diğer yanı egemenlik aracı olan devletin temel kurumları ile ezilen-sömürülen emekçi halk üzerindeki baskı gücünü tahkim etmek ve bunu burjuva hukuksal güvenceye almaktır. “Yeni Anayasa” tartışmasının bir temel ayağı da sermayenin yayılmacı-talancı niteliğinin ortaya çıkardığı “hukuksal” ihtiyaçlardır. Burjuva yasalar ve hukuk, mülkiyet dünyasının, yani kapitalist sermaye çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi ilkesi üzerinden inşa olur.

İktidarın “yeni anayasa” tartışmasını, sınıfsal niteliğinden arındırarak, anayasa tartışmasını sadece tekçi iktidarın gerici emellerinin hayata geçirilmesi amacına indirgemek, bir, burjuva anayasaların niteliğini görmemektir. İki iktidar bloğu dışında, burjuva muhalefete (burjuva muhalefetin demokratik anayasa manipülasyonu üzerinden) demokratik rol ad etmektir. Ki CHP başta olmak üzere, burjuva muhalefet buradan bir kamplaşma yaratmak istemekte, tıpkı “parlamenter sistem” projesi gibi, toplumsal güçleri bura üzerinden kendisine yedeklemeye çalışmaktadır. Burjuva muhalefetin anayasa mahkemesinin kapatılması ya da yetkilerinin kısıtlanması, “yeni anayasanın” “anayasasızlık” olduğu etrafında sürdürülen tartışmalar, bu denklemde üretilen siyasete de rengini veriyor.  Sol ve sosyalizm adına bazı anlayışların bu tartışma ekseninde, mevcut iktidara karşı “mücadele” argümanını oluşturmaya çalışması, bir burjuva kliğe yedeklenmekten öte anlam ifade etmez. “T.C.”nin mevcut anayasası en gerici niteliğe sahiptir. Burjuva devlet egemenliğini tesis eden tüm anayasalar gericidir. Bu gerici niteliğe rağmen, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak, örgütlenme, siyaset yapma, sendika, grev gibi araçlarla işçi sınıfını örgütleme vb. gibi burjuva yasal çerçeveyi zorlayarak bir mücadele yürütürüz. Keza, en bağnaz anayasal koşullarda, bazı reformlar için mücadele, komünistlerin ilkesel olarak reddedeceği bir durum değildir. Ama bu burjuva anayasaların korunması, burjuva anayasalar için “mücadele” edileceği anlamına gelmez. Devrimci muhalefet, ilerici-sosyalist çizgide, burjuva anayasaları çiğner, gayrı meşru ilan eder. Bu temel yönelim esas iken, burjuva iktidarların ya da kliklerin, kendi anayasalarını çiğnemesi denkleminde yarattığı kamplaşmalar, komünistlerin üzerinden hareket edeceği siyasal zemin değildir. Yani mücadele için “anayasal” bazı koşullardan yararlanmakla, burjuva anayasal düzeni savunmak aynı şey değildir.  Tıpkı işçi sınıfının ücret artışı için verdiği mücadele ile ücretli kölelik düzenini savunmanın aynı olmaması gibi. Birincisi, sosyalistlerin mücadele taktiği sahası iken, ikincisi, sosyalistlerin stratejik siyasal hedefidir. Bunları aynı kefeye koyarak, siyaseti burjuva kurumları ve erk çarklarını savunu haline getirmek, daha iyi koşullar adına stratejik halkayı kaçırmak, reformizmdir, devrimci silahların tasfiyesidir.

Derin Çatışmaları Mayalayan Süreç, Proletaryanın Siyaseti ile Devrimci Sonuçlar Yaratır!

“T.C.”nin yargı kurumları arasında gündeme gelen kriz, devletin temel kurumlarını da kapsayan sistemin siyasal krizidir. Yargıtay’ı arkasına alan faşist iktidar bloğu, siyasal hedeflerine ulaşmak için bu kriz koşullarını etkili kullanmak istemektedir. Burjuva hukuk içindeki tartışmalarda, faşist iktidarın Can Atalay’ın tutsaklığını devam ettirmesi, Yargıtay üzerinden elde ettiği inisiyatif. Şimdi iktidar, AYM’nin HDP vekilleri ve Can Atalay hakkında verdiği “hak ihlali” kararı üzerinden, “terör destekçisi” suçlaması ile AYM üzerinden burjuva muhalefeti ve kendi içinde dahil aykırı ses çıkaran burjuva güç odaklarını itibarsızlaştırmak istemektedir. İktidar, hedefleri için hamle üstünlüğünü bura üzerinden kurmak istemektedir. İktidar bloğu içindeki aykırı sesleri kendi inisiyatifinde tekleştirmek isteyen Erdoğan, aynı baskılanmayı AKP ve “Cumhur İttifakı” içinde kullanacaktır.  Erdoğan-Bahçeli, Yargıtay konusunda paydaş dursa da, MHP’nin ağırlığı öne çıkmaktadır. Tüm bu çalkantılar arasında, Hrant Dink katili Ogün Samast’ın tahliye olması, paramiliter-kontra çetelere güven verme olduğu kadar, Yargıtay ayağından MHP’nin hamlesi olarak gündeme gelmektedir. Erdoğan bu çatışmalı konumda, iç “dengeyi”, FETÖ soruşturmasından Samast’ı alarak, Hablemitoğlu ve Sinan Ateş cinayeti dosyasını dillendirerek kurmaya çalışmaktadır. Yerel seçimlerde MHP başta olmak üzere, “Cumhur İttifakı” bileşenlerini tutmak, Erdoğan’ın yakın süreç siyaseti olacaktır. Bu “dengelemelere” karşın, iktidar bloğu iç dalaşıyla çatışmalara gebedir. İktidarın iç çatışmaları, burjuva klik dalaşıyla birleştiğinde, “T.C.” burjuva siyaset sahasında şiddetli bir hesaplaşmanın “yeni” etapları gündemi meşgul edecektir. 

Burjuva klikler arası bu çatışmanın, ekonomik-demokratik kuşatmanın derinleştirdiği toplumsal çelişkilerin beslediği toplumsal hoşnutsuzlukla birleşmesi durumu, devrimci-sosyalist güçlere önemli bir gelişim dinamiği olmaktadır. Devrimci, sosyalist-yurtsever güçlerin birleşeceği somut talepler, yaşanan toplum gerçeğinde doğru okunmalı, devrimci siyasetle kitlelere taşınmalıdır. Can Atalay’ın tutsaklığına son verilmesi, somut bir mücadele gerekçesidir. Parlamentoda, yerel yönetimlerde, kayyumlarla, tutuklamalarla, tehditlerle siyaset sahası daraltılan, baskı altına alınan seçilmiş devrimci-ilerici öznelere yapılan saldırılara karşı mücadele, somut birleşme zeminimizdir. Ogün Samast gibi kontra katillerin salıverilmesi, Gezi gibi haklı bir isyanın “mahkûm” edilmesi, sistemin örülen kontra duvarlarıdır. Kürt ulusuna karşı geliştirilen inkâr-imha siyaseti işgal ve ilhaklarla, ezilen ulus, azınlık ve inançlara uygulanan baskının tanımıdır. Sömürülen işçi sınıfı ve diğer halk katmanları, yoksulluk ve açlıkla sömürü düzeninin esareti altındadır. Bütün bunlar birer gerçektir. Asıl bu gerçeklerden hareketle burjuva siyasal çizginin tüm yanılsamalarını, burjuva sistem içi tüm arayışları, devrimci siyasal çizgiyle aşarak mücadeleyi güçlendirebiliriz. Proleter devrimci çizginin açtığı çığırın özü budur.

Önceki İçerikSınıf Teorisi ve Partizan: Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya’yı ortak bölgesel gecelerle anacağız!
Sonraki İçerikDevletler ve Failler Bağlamında “Meçhul” Yoktur!