İttihat ve Terakki geleneğinin üzerinde şekillenen Türkiye Cumhuriyeti devleti; tek bayrak, tek dil, tek din, tek ulus, ırkçı, milliyetçi, şovenist ideoloji zihniyetle diğer farklı inançların Türkiye ve Kürdistan’da yaşamaları/yaşatmalarına olanak vermemiş, zorla bastırarak yok etmeye çalışmıştır. Türkiye’nin sosyoloji konumundan kaynaklanan tarihsel ve toplumsal olarak meseleye baktığımızda Türk devleti faşist anayasal zemin üzerinde kurulmuştur. Buradan alır karakterini. Geçmiş tarihsel hadiselerde yaptığı soykırım ve katliamları kabullenmemesi kuruluş ilkesinin temelinde yatmaktadır. Bundandır ki, kendisini temize çıkaran ve hala da geçmişin tekrarını, yani “modern” ve kaba soykırımlar yapmaya devem etmektedir.

Dersim, Süryani, Rum, Çerkez, Ermeni vb. milliyetlere ve Kürt ulusuna karşı Osmanlı döneminde yarım kalan soykırımları Türk devletinin kurulmasıyla yeniden ve döneme uygun büyük stratejik planlamalar dahilinde uygulandığını görmekteyiz.

Kuruluş aşamasında önce Koçgiri halkına vahşet uygulandı. Buradaki esas sebep şudur; kendi halinde, kültürünü ve inancını yaşamak istemesi, başına bütün bunların gelmesi için yeterlidir. Semavi dinlerin çıkışıyla diğer inançların başına her türlü zulüm geldi dersek yanılmamış olacağız. Ancak cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan Alevi-Kızılbaş sorunu daha derin ve daha büyük stratejik projeler çerçevesinde devletin ele aldığını görmekteyiz.

Koçgiri katliamı Kürt-Alevi toplumu oluşundan ötürüdür. Lakin Dersim’de yaşanan soykırım, Kızılbaş toplumun ana diyarı oluşundan ötürüdür. Jar kültürünü yaşayan, semavi inancından olmayan Dersim, soykırımın en vahşisini yaşadı. Elbette bütün bu toplu kıyımları devletin aklı yaparken kılıfta uyduruyordu. Kocgiri ayaklanmasına öncülük eden Alişer ve diğer lider kadroları, “Feodal, gerici, isyancı, cumhuriyetin düşmanları vs.” dendi ve psikolojik olarak toplum hazırlandı; sadece liderlerin keleleri alınmadı aynı zamanda savunmasız, kimsesiz Koçgirili Aleviler topluca katledildi. Keza Dersim’i dizayn etmeleri için Seyit Rıza ve diğer aşiret liderleri, “Şaki” olarak ilan edildiler. Elâzığ Buğday Meydanında idam edildiler. Savunmasız Dersimli Kızılbaşlar ise bir yıl sonra köylerinde dağ başlarında topluca süngülendi. Dememiz o ki, devlet her dönem toplumu uysallaştırarak planlarını bazen o uysal ve fanatikleştirdiği kitle üzerinden uygulamaktadır.

Devletin Alevi-Kızılbaş inancına yönelik kıyımlarına geçmiş uzak tarihini ele almak ve o tarihsel köküne bu yazımızda değinmek istemiyoruz. Yakın tarihimize kısaca baktığımızda Koçgiri ve Dersim köklü ve başlı başına büyük bir proje sonucunda yaşanan insanlık dramıdır. Çünkü, yeni kurulan cumhuriyetin en ileri kurmayları tarafından, direk mecliste karar alınarak yapılan bir soykırımdır. Bu konu başlıca ele alınması gereken bir hadisedir. Türk-İslam sentezli şekillenme modeli ve bu modele de uymayan toplulukların en başında Aleviler gelmektedir. Öldürerek, korkutarak sindirilen Alevilerin mallarına el koyma, emek vermeden, bedavadan mal ve mülk sahibi olmak yani diğer bir değimle; Ganimet. Ganimet, İslamiyet’in ilk çıktığı dönemde, Müslümanların savaş yoluyla gayri Müslümlerin malına el koymakla başlayan ve günümüze kadar gelen bir ruhi şekillenmedir. Kendisinden olmayanları öldürmek ve malına el koymak kendisine hem Tanrı tarafından hem de mevcut devletleri tarafından bir hak görülmektedir.

Cumhuriyet’in ilk döneminde ganimet zihniyeti tam anlamıyla uygulandı. Sonrasında Çorum ve Maraş katliamları yapıldığında da bunu görmekteyiz.

Alevi toplumunu anlamak önemlidir. Bu inanç, semavi inançlarına göre aykırı ve tamamen ayrıdır. “Katli vaciptir…” dedirten temel neden de buradan gelmektedir. Hallâc-ı Mansûr, “En-el Hak” dediğinden ötürü, ölüm fermanı verilmişti. Çünkü Hallâc-ı Mansûr; insanı işaret ediyordu. Bu fikrin temelinde; “Ben Hakım” anlayışı vardır.

“Benim Kâbe’m İnsandır…” diyen Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin, bu kavramı; evrenseldir. İnsan olmayı ve insan hakkı her şeyin merkezine koyan bir felsefedir. İşaret ettiği bu fikir sahibi ve bunu yaşayanların başları beladan kurtulmadığı gibi ölümler her dönem de bu felsefi inancını yaşayanlara yaşatıldı. Mekke ve Hac çözüm değildir diyordu. Aradığın sendendir. Alevilerde yaşam felsefesinin özünde bu vardır. Ve öyle de yaşarlar. Yaşadıkları topraklarda, barınma, beslenmeye hürmet eder onu kutsarlar. Toprak, su, ateş ve güneşe taparlar. Bu saydıklarımızın her birinin onların yaşamına yön veren çok farklı anlamı olan faktörlerdir. Daha da çoğaltacağımız nedenler elbette var ancak yakın tarihimizde yaşanan Alevi katliamına değinmek istiyoruz.

30. yılında Sivas-Madımak Katliamı!

30. yılına giren Sivas Madımak Katliamı son zamanların en derin ve sivil kitlenin harekete geçirilerek gerçekleştirildiği bir katliamdır. Bu katliam çok yönlüdür. İncelenmesi gereken bir yanı din, diğer yanı ise dönemin devletin karanlık güçlerin yönelimidir. Bütünlüklü düşünüldüğü zaman ise; Türk-İslam projesine uygundur.

Burada sorgulanması gereken Kızılbaşlar ve aydın, yazar ve duyarlı insanların neden ve ne için yakıldıklarıdır! Bu vahşetin arka planlarını deşifre etmek önemlidir. Dönemin şahsiyetleri ve dönemin siyasal atmosferini bu yazımızda kaleme almaya çalışacağız.

Dönemin koşullarına baktığımızda başta Kuzey Kürdistan’da savaş en üst seviyede yaşanıyordu. Mazlum Kürt ulusuna topyekûn imha siyasetinin izlendiği dönemdir. İnfaz edilen sivil insanlar çoğaldığı ve karanlık günlerin kol gezdiği ve başladığı bir dönemdir. Büyük şehirlerde aydın ve yazarların, sol sosyalist ve komünistlerin infaz edildiği kimsesizler mezarına gömüldüğü bir dönemdir. Devletin kontra örgütleriyle faili meçhullerin “olağan” hale geldiği böyle bir süreçte Pir Sultan Abdal Şenlikleri Sivas’ta gerçekleşiyordu. Savaş üzerinde iktidarını sürdüren dönem egemenleri için kaçınılmaz bir fırsattı.

Adım Adım Madımak!

Elbette burada katliamı yapanlar sadece asker ya da kontra değildir. Sivil kontralara nasıl zemin hazırladığını, burjuva medyasının katliamları nasıl meşrulaştığına hep beraber tanıklık etik.

Dönemin burjuva basını “Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satılmaz…” manşetleri atarken, bu, Müslüman olmayanların yani başka inançların imha edilmesi için yeterli zemini hazırlıyordu. Burjuva medyası bunu yaptığına göre, arka planda devletin karanlık eli ile bir proje uygulanıyor ve bu önce medya aracılığıyla kitleye bir güzel yedirilerek şartlar hazır hale getiriliyordu. Burada istenilen sivil toplumu harekete geçirmek ve onların üzerinde hedefine ulaşmak istemeleridir.

Selman Rüştü’nün yazdığı “Şeytan Ayetleri” adlı kitabı, Aziz Nesin’in de “Türkçeye çevrisini yapacağım” demesi ile istenilen algıya zemin hazırlandı. Aziz Nesin’in yaptığı bu açıklama ile kitabın özetinin çevrisinin yapılması Aziz Nesin ile alakası yoktur. Nesin, Aydınlık Gazetesi’nde köşe yazarıydı ama gazetenin başında Doğu Perinçek ve ekibi vardı. Bu ekibin gazetede Şeytan Ayetleri adlı kitabın özetini yayınlayınca Aziz Nesin direkt hedef haline getirildi. Daha doğrusu hedef Aziz Nesin gösterilerek yüz yıllardan bu yana katledilen, asimle edilen Alevilerin katline giden yol hazırlanıyordu.

Bunları biraz daha somut olarak ifade edeceksek; Aydınlık Gazetesinin, “Şeytan Ayetleri” adlı kitabın özetinin Türkçe çevrisinin yayınlaması, Alevilerin yapmak istedikleri 4. Pir Sultan Aptal Şenliklerine denk getirilmesi sıradan ya da tesadüfü değildir. O dönemin devletin en kanlı çetesinin gözaltında kayıpların yaşatanların karanlık planların bir ayağını oluşturuyordu. Direk devletin aklı idi. Lakin bunu kendi gözü kulağı olan “sivil” ayağını oluşturan akıl üzerinden yürüttü/başlattı. Doğu Perinçek, bilinen şahsiyettir. Hatırlanacağı gibi İbrahim Kaypakkaya yoldaşa direk suikast düzenlemek isteyen bir kişiliktir. Sonrasında da Kürt hareketine yönelik ve sol sosyalistlere yönelik komplo planları ve projeleriyle bilinen bir şahsiyettir.

4. Pir Sultan Aptal Şenliğin’de halk ozanlarının heykelleri kırıldı ve yerde sürüklenerek başlatıldı saldırılar. Camiiden çıkan ve zamanla binlerce kişiye dönüşen ve saatlerce meydanda bağıran kitleye polis ya da jandarma müdahale etmedi! Din adına ellini kana bulayanların tümü o gün Sivas’ta ve bir arada olmaları tesadüfü olmasa gerek. Sivas’ta yapılan yürüyüşler atılan sloganlar sıradan ya da kendiliğinden gelişen bir kıvılcım değildir.

Bizzat planlı ve örgütü organize edildi. Çünkü, buradaki amaç Suni ve Alevi çatışmasın isteyen devletin aklı ile alakalıdır. Dönemin bütün devlet yetkilileriyle Madımak Oteli’nde mağdur olanlardan başta Aziz Nesin, yetkililerle görüşmüştür. Görüşmesine rağmen “olaya derhal güvenlik güçlerimiz müdahale edeceklerdir…” deniliyor ancak bu müdahale bir türlü gerçekleşmiyordu. Aksine Dolayısıyla devletin en tepesinde olanlar dahi Sivas’ta sokağa dökülen gerici güruhu bir araya getirerek Alevilerin üzerine yönlendiriyordu.

Dikkat edilirse hükümet konağının önünde toplanıp ve taşlamalarına rağmen idari tedbir alınmadı ve devletin güvenlik güçleri şeriat uğruna kelle isteyenleri seyre durmuşlardı. Söz konusu Aziz Nesin ve diğer aydın ve yazarlar değillerdi. Buradaki amaç Alevi ve Suni ayrıştırması idi. Türk İslam sentezi üzerine şekillenen devlet, her dönem Alevileri, Kürtleri hedef tahtasına oturtarak sindirmeye yönelmiştir.  Kitleyi öyle büyük bir psikoloji içerisine soktular ki, onu dindirmenin tek bir yolu kalmıştı; ateşi tutuşturmaktı. Kitleyi psikolojik olarak hazırlayanlar, kibriti yaktırdılar ve benzin ile ateşi harladılar.

Sabah başlayan, “Allah-u Ekber” nidaları otelde alevlerin dumanı içerisinde Kızılbaş Alevileri ve dostları boğulana kadar sürdü. Farklı inanan, düşünen ve yaşayanlar Sivas Madımak Oteli’nde bedelini canlı canlı yanarak verdiler. Burada sorgulamamız gereken 33 aydın, yazar ve sanatçıyı yakan binlerce yobazın sadece suçlu olmadığıdır. Yasama ve yürütmesiyle bütünlüklü olarak devlet suçludur. Bu hadisenin yaşanması için bilinçli ve planlı yön veren devletin karanlık güçlerin bizatihi kendileridirler.

Sivas’ta yapılmak istenilen; böl parçala ve yönet zihniyetin bir sonucudur dersek doğrudur ancak yeterli değildir. Burada Alevi-Kızılbaş inancına mensup tolumu bir araya getirdi, birleştirdi ama devrimcilerden de kopardı. Keskin bir ayrışıma oldu ve devrimcilerin, beslendiği, barındığı toplum ile kopuşu gerçekleştirdiler. Bu büyük proje geçen bu otuz yıl içerisinde daha bir hayat bulduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Daha önceleri Alevi kurumları vardı, çalışmaları da cılız sürüyordu ancak Madımak vahşetiyle birlikte bu hız kazandı. Yakan ve yok etmek isteyen bir zihniyet ne oldu da birdenbire Alevilerin örgütlenmesinin önünü açtı? Çıkarı olamasa bu örgütlenmelerin; dernekleşme vs. izin verir mi? sorusunda cevabımız: Asla olacaktır.

“Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan Abdal’ın bu tarihi sözünü otuz yıl önce Alevi Kızılbaş aydınları Madımak Oteli’nde yolundan dönmeyerek ateşten semah döndüler. Katliamı kınıyor, yapanları lanetliyoruz. Sivas Madımak şehitlerini saygıyla anıyoruz.

Önceki İçerikİki Taner’in Direnişi
Sonraki İçerikKapitalist Kriz Emperyalist Savaşlar ve Göçmen Sorunu Üzerine Bir Bakış!