“Elbette bütün bunlar verilecek mücadelenin sadece bir kısmını ve hatta taktik öneme sahip kısmını oluşturur. Bunlardan daha da önemli olan, gerici haksız savaş ve topyekûn saldırganlık konseptine karşı militan çizgide devimci eylem ve silahlı savaş pratiğinin geliştirilmesi, haksız savaşa devrimci savaşla yanıt verilmesi tavrı-tutumudur. Demokratik mücadelelerde de daha militan bir duruşun sergilenmesi sürecin ihtiyacı ve devrimci duruşun gereğidir. Karşı-devrim topyekûn saldırıya geçmişken pineklemenin yeri yoktur. Keskin devrimci atılganlıkla karşı-devrimci dalganın kırılması her düzey ve alandaki mücadelenin doğal devrimci refleksi olmalıdır. Haksız savaş devrimci savaşla, gerici saldırganlık militan devrimci pratikle yanıtlanmak durumundadır.”
Mevcut durumda Kürt Ulusal Hareketi ile Türk hâkim sınıflarının egemen kliği, başka bir değişle Erdoğan komutasındaki AKP iktidar güruhu arasında dört başı mamur bir savaşa dönüştürülmemiş ama büyük bir savaşın amansızlığını, acımasızlıklarını ve bedellerini geride bırakan cinsten keskin bir çatışma süreci yaşanıyor. Öyle ki, adeta yeni bir soykırım süreci yaşıyor Kürt ulusu. Tıpkı 6-7 Eylül olayları olarak tarihe not edilen gayrimüslimlere uygulanan kıyım gibi… Kürdistan illeri ablukaya alınıp dünyayla bağları kesilerek hiçbir hukukun geçmediği ölüm mangalarının merhametine emanet ediliyor. Kürt bebekleri bombalar ve kurşunlar altında ateşli silahlarla katlediliyor, defnedilmelerine izin verilmeyen bu bebek ölüleri buzluklarda saklanmak zorunda kalınıyor. Gaz-barut ve kan kokusuna dayanamayarak kalp krizi geçiren yaşlılara müdahale mümkün olmadığı için ölüp gidiyor. Askeri Faşist Darbe koşullarını aratmayan sokağa çıkma yasakları uygulanıyor, günlerce açlık, susuzluk zulmüne gömülen bu şehirlere her türlü askeri saldırganlık ve katliam uygulanıyor.
Muammaya sürmeden söyleyelim ki, “T.C’’ devletini temsilen Erdoğan/AKP iktidar güruhu her türlü imkânı son kertesine kadar kullanmakla birlikte, başvurduğu kirli metotlarla savaş hukuku ve ahlakını pervasızca çiğneyen en vahşi bir savaş pratiği ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, yaşanan çatışmalı durumu dört başı mamur bir savaş veya tam manada bir savaş değil de büyük bir çatışma olarak tarif etmemizin nedeni, Erdoğan şürekâsının son gayret ve tüm olanaklarıyla yürüttüğü savaşın bu tanıma ulaşmamış olması değil, bilakis Kürt Ulusal Hareketi’nin belli bir strateji ve hedef doğrultusunda kontrollü bir savaş yürütmesinden dolayı düşük yoğunluklu bir savaştan ya da keskin bir çatışmadan söz ediyor, bu tanımlamayı yapıyoruz. Aksi halde teorik açıdan da pratik açıdan da çıplak bir savaşın söz konusu olduğu tartışma götürmez kadar açıktır. Türk hâkim sınıfları egemen kliği tarafından topyekûn bir savaşın yürütüldüğü zerre kadar kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir gerçektir.
Devletin saldırganlığı Kürtlerin barış talebinedir
“Saray” ya da “beş tepe” ünleriyle tasvir ve kast edilen Erdoğan’ın, darbeden daha masum olmayan bu saldırganlık, çatışma ve savaşı bilinçli bir planla başlattığı herkesçe bilinmektedir. Kürt ulusunun bütün barış istemleri, bu doğrultudaki iradesine ve süreci özveriyle yürüten çabalarına rağmen Erdoğan tarafından kendilerine dayatılan bu savaşta, Kürtler kendilerine has demokratik hak ve özgürlükler, AKP/Erdoğan ise tek başına iktidar olma ve mutlak itaat arzusuna dayalı hükümranlıkla başkanlık istiyor. Bu istemlerden hangisi daha makul ve meşrudur sorusu yanıtlanmayacak kadar sıra dışıdır. Bugün Cizre’de askeri darbe şartlarına has uygulanan ve diğer Kürdistan illerinde devrede olan vahşi katliam ve kıyım saldırganlığı, Kürtlerin barış istemleri temelinde ileri sürdükleri kendiliğinden haklarından başka bir gerekçeye oturmamaktadır. Burada bir noktaya dikkat çekmek isabet olacak. Pratik olarak barış için, evet barış için direnen Kürtlere katliamlar eşliğinde zulmedilmektedir. Yani yapılan katliamların somuttaki sebebi barış talebidir. Savaş isteyenlere karşı barışın savunulması anlamlı olduğu kadar, büyük bir karşı koyuş anlamına da gelir.
Bu noktaya dikkat çektikten sonra genel olarak sürece neden gelindiği ise biraz daha geniş izah istemeye muhtaçtır.
Çatışmasızlık niteliğinde yürüyerek ‘’Dolmabahçe Protokolü’’ ile müzakere evresine varan “çözüm” ve “barış” sürecine virgül koyulup, kanlı katliam saldırılarıyla seyreden çatışma-savaş sürecine dönülmesinin Erdoğan/AKP şürekâsı açısından bir dizi gerici hesap ve hedefe dayandığı açıktır. Erdoğan/AKP güruhu Türkiye-Kuzey Kürdistan satında yaşanan siyasi gelişmeler ve buna paralel olarak Rojava’da yaşanan gelişmeler karşısında büyük bir tedirginlik ve korku yaşayarak adeta köşeye sıkışmış durumdadır. Bu durum karşısında çaresizce başvurduğu çıkış ise saldırganlık ve savaş politikasının tırmandırılmasında ifade bulmaktadır. ‘’Barış’’ süreci temelinde anlaşmalarla ilerleyen müzakere ve çatışmasızlık sürecinin sonlandırılarak çatışma koşullarına dönülmesinin görünürdeki sebebi, 7 Haziran seçimlerinde kaybettiği ‘’üstünlük’’ ve dolayısıyla tek başına iktidar olup başkanlık rüyasını gerçekleştirememe durumuyla yitirdiği gerici imtiyazlar biçiminde görülse de, gerçek sebeplerin çok daha kapsamlı olduğu açıktır.
Kuşkusuz ki, seçimlerde istediği sonuçları elde edemeyerek başkanlık vb. rüyalarını gerçekleştirememesi ve bunda Kürt Ulusal Hareketi’nin oynadığı rol, Erdoğan/AKP güruhunun saldırganlığını tırmandırarak Kürt ulusundan intikam alma biçiminde başlattığı süreçte bir etkendir. Ki başkanlık rüyasını çökerten bu sürecin yolsuzluk dosyalarının açılarak yargılanmalarını olanaklı hale getirmesi Erdoğan ve şürekâsını çok ciddi biçimde korkutup kâbusa sürükleme bakımından da önem kazanmaktadır. Bu tehlikenin yakın bir tehlike ve tehdide dönüşmesi çatışma ve saldırganlık sürecine dönülmesinde büyük bir etkendir.
Saldırılar tüm toplumsal
dinamikleri hedeflemektedir
Ne var ki, mesele bununla sınırlı değil. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, baskı, talan ve sömürü politikaları ile birlikte emperyalist projelerin hayata geçirilmesi zemininde toplumun değişik ve geniş kesimlerinden yükselen bir mücadele dalgası gündemdedir. İşçi sınıfı, geniş emekçi kitleler, doğa tahribatına karşı çevreciler, HES ve barajlarla yok edilen doğasını koruyan köylüler, ezilen ulus, azınlık ve inanç kesimlerine uygulanan baskılara karşı mücadeleler, kadının karşı karşıya kaldığı her türden baskıya karşı yükselen mücadeleler, cinsel kimlik sorunları temelinde gelişen mücadeleler vb. zemininde büyük bir toplumsal hoşnutsuzluk aktüel durumdadır. Kürt ulusunun kendisine dayatılan teslimiyet ve tasfiye politikalarını reddederek meşru taleplerinde ısrar etmesi ve Batı Kürdistan-Rojava’da gündemde olan Kürt statüsü ve hatta burjuva klikler arasındaki iktidara dayalı iç dalaş ile Ortadoğu bağlamında yürütülen emperyalist politikalar Erdoğan/AKP iktidarını zorlayan gelişmeler düzlemidir. Kısacası bu toplamda yaşanan gelişmeler zinciri Erdoğan/AKP güruhunu ciddi derecede baskı altına almakta, rahatsız etmektedir. İşte Erdoğan ve diktesi altındaki AKP iktidarının başlattığı topyekûn savaş ve saldırganlık süreci bütün bu nedenlere dayanmaktadır. Dolayısıyla sorun sadece Kürt ulusuna dönük vahşi katliamlarla sınırlı olmayıp, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının bütününe dönük kapsamlı bir baskı ve saldırganlık konsepti temelinde gelişmekte-geliştirilmektedir. Yapılan geniş tutuklamalar, baskılar vb. bunu kanıtlamaktadır. Ancak saldırganlık sürecinin en keskin ve acımasızca yürütülen noktasının Kürt ulusuna dönük gerçekleştirilen katliamlar olduğu unutulamaz.
Bu anlamda Kürt ulusuna dönük yürütülen vahşi saldırı ve katliamlara karşı, Kürt Ulusal Hareketi’yle dayanışma ve ittifaklara girme tutumunu genel mücadelenin öncelikli görevi haline getirmektedir. Aktüel siyasette kilit nokta buyken, stratejik karşı koyuşta yukarıda çizdiğimiz geniş çerçevede bir mücadelenin geliştirilmesi göz ardı edilemez. Buradan hareketle gündemde olan erken genel seçimlerde ittifak politikasının geliştirilerek güçlendirilmesi önem kazanmaktadır. Bu ittifak politikası ve daha da önemlisi pratiği Erdoğan/AKP güruhunu geriletmede belirgin bir rol ortaya koyabileceği gibi, genel olarak kapsamlı saldırılara karşı verilen mücadeleye de avantajlar sağlayarak güç katacaktır.
Elbette bütün bunlar verilecek mücadelenin sadece bir kısmını ve hatta taktik öneme sahip kısmını oluşturur. Bunlardan daha da önemli olan, gerici haksız savaş ve topyekûn saldırganlık konseptine karşı militan çizgide devrimci eylem ve silahlı savaş pratiğinin geliştirilmesi, haksız savaşa devrimci savaşla yanıt verilmesi tavrı-tutumudur. Demokratik mücadelelerde de daha militan bir duruşun sergilenmesi sürecin ihtiyacı ve devrimci duruşun gereğidir. Karşı-devrim topyekûn saldırıya geçmişken pineklemenin yeri yoktur. Keskin devrimci atılganlıkla karşı-devrimci dalganın kırılması her düzey ve alandaki mücadelenin doğal devrimci refleksi olmalıdır. Haksız savaş devrimci savaşla, gerici saldırganlık militan devrimci pratikle yanıtlanmak durumundadır.
Kürt ulusu kendisine yönelen katliam ve saldırganlık karşısında son derece büyük bir direniş göstermektedir. Yedisinden yetmişine tüm Kürt halkı maruz kaldığı katliam ve ağır baskılara yiğitçe direnip adeta Kobané’deki gibi kahraman bir tarih yazmaktadır. Ve elbette bizlerin tutumu da Kobané direnişiyle sağlanan dayanışma gibi, dün Varto’da bugün Cizre’de, Sur’da yaşanan direnişe ortak olup faşist katliam ve saldırıları birlikte püskürtme biçiminde olmalıdır. Cizre’de gerçekleştirilen intikam katliamı Kürt ulusunu terbiye edip, başına gelecekleri kanlı harflerle bildiren mesaj niteliği de taşımaktadır. Ancak Kürtlerin ne kaybedecek daha fazla canı, ne korkacakları bir şeyi kaldı. Yapılabilecek en barbar katliamlar bebeklerin katledilmesiyle zaten yapıldı. Mevsimlik ve diğer işçiler linçten geçirildi. Otobüsleri, iş yerleri, parti binaları yakılıp yıkıldı tahrip edildi. Zorla Atatürk büstü öptürüldü o mazlum ve masum Kürt insanlarına… Ama Kürtler Cizre’de teslim olmadan kahramanca direnip zaferle çıktılar intikam katliamlarından. Üstün savaş yöntemleriyle teknik üstünlüğe sahip olan katliam mangalarını dize getirdiler. Ve Kürtler için daha bitmedi direniş. Şimdi bu büyük ve onurlu direnişle birleşmenin görevi durmaktadır önümüzde.
Barış vb. savunular gerekçe yapılarak Kürt ulusunun haklı mücadelesine seyirci kalınamaz
Kürtlerin “barış” istemini dillendiren ve tamamen meşru hakları temelinde gelişen direnişi asla ve hiçbir gerekçeyle görmezden gelinemez. “Barış” konusundaki anlayış gerekçe edilerek geri anlayışlara düşüp ne faşist katliamlara ve ne de haklı direnişe karşı kayıtsız kalınamaz. ‘’Barış’’ talebi somut siyasette doğru olup demokratiktir, mevcut şartlar ve siyasette demokratik mücadelenin önemli bir taktiğidir. Barış sorununa yaklaşım hangi açıdan ele alınırsa alınsın, bugün barış talebi faşist katliamlarla bastırılmaktadır. Bizler bu durumda barış kavrayışımızın farklılığı gerekçesiyle faşist katliamlara seyirci kalamayız. Barışı nasıl tasavvur ettiğimiz alenidir. Bunda bir kuşku yokken, somut siyasette mevcut barış talebiyle geliştirilen mücadeleyle birleşmek durumundayız. Cizre’de yaşanan katliama seyirci kalmamız düşünülemeyeceğine göre, somut siyasette barış talepli direnişle ortaklaşmamız da reddedilemez.
Barış konusundaki temel yaklaşımımız bilinmektedir. Sürecin başından beri tekrar ettiğimiz şey cellâtla kurban arasında adil, demokratik ve eşitlik temelinde bir barıştan söz edilemeyeceğidir. AKP başta olmak üzere, gerici sınıflarla gerçek demokratik bir barışın sağlanamayacağı açıktır. Dahası gerici sınıf ve iktidarlarıyla bir barış hedefimiz de olamaz. Olsa olsa taktik bir barış siyaseti olur, stratejik barış tasavvur edilemez. Bunda tartışmaya yer yoktur fakat siyaset alanında barış sloganını taktik olarak kullanmayı ilkesel olarak reddeden bir anlayış da benimsenemez.