Kitlelerin burjuva basın ve medya aracılığıyla kuşatıldığı, gerçeklerin kitlelerden saklandığı ve ters yüz edildiği bu ortamda, sosyalist basının bu burjuva kuşatmayı kırması, devrimci görev ve sorumluluğu olduğu bilince çıkartılmalıdır. Ki biz sosyalistler olarak bu bilinç ve sorumlulukla üzerimize düşen görevi yerine getirmenin çabası içerisindeyiz. Kuşkusuz, herhangi bir dergide çıkacak bir makale yazısıyla, bu kuşatmanın kırılamayacağının da farkındayız. Bunun için çok yönlü bir mücadele seferberliğinin de bilincindeyiz.

Başta, emek ve sermaye çelişkisinden kaynaklı egemenlerin iktidarına yönelik fiili mücadele biçimleri ve yöntemleri olmak üzere, yazılı ve görsel mücadele araçları, sanat ve kültür cephesi kanallarıyla bütünlüklü bir mücadele seferberliği ile bu faşist kuşatmayı kırabilir ve stratejik hedefimiz olan sosyalizme ulaşabiliriz. Her özgün mücadele alanı, kendi görev ve sorumluluğunu yerine getirdiği ve merkezi mücadeleyle bütünleştirdiği ölçüde bu faşist kuşatmayı kırmamak ve kazanmamak için hiçbir sebep yoktur.

Kapitalist- emperyalist sistemin yarattığı ekonomik ve siyasal krizler, bir yandan hakim sınıflar arasındaki dalaşı keskinleştirirken, öte yandan kitlelerin de sınıf kinini bilemektedir. Bu, hemen hemen dünyanın genelinde yaşanmakta olan objektif bir gerçeklik. Halklar cephesinden meseleyi ele aldığımızda bir başka gerçek durumla daha karşı karşıya geldiğimizi görüyoruz. Kitlelerin kendiliğindenci hareketleri yükselmesine rağmen, komünistlerin buna yanıt olabilecek yeterli durumlarının olmayışı gerçeği.

Ezen ile ezilen kavgası bitmez; kavga devam ettiği sürece, kavgalar da önderliksiz kalmaz

Bu, kesinlikle bir karamsarlığın ifadesi değildir. Mevcut objektif durumun ifadesidir. Bütün toplumsal süreçlerde benzer gerilemeler, ilerlemeler hep olmuştur. Ama genel anlamda toplumların ileriye doğru olan toplumsal ilerleyişi engellenememiştir. Ülkemizde de komünistler henüz sınıf eksenli öncülük rolünü yeterince oynayamasalar bile, bu, yarın oynayamayacakları anlamına gelmez. Ezen ile ezilen olduğu sürece, bunların arasındaki kavga bitmez; bu kavga devam ettiği sürece, kavgalar da önderliksiz kalmaz. Önemli olan önderliğe damgasını vuran renkler. Ki bizim rengimiz elbette kızıldır, öyle de kalacak. İşte önemli olan ülkede gelişen kitle hareketlerine bu rengi verebilmektir.

Son bir ay içinde ülkede öne çıkan gelişmelere bir göz atalım, ardında da bu gelişmelere kızıl olan rengimizi nasıl vereceğimiz konusunda birkaç cümle kuralım. Artık yağmur gibi yağan zamları, açlık ve yoksulluk sınırını, %140’larda seyreden enflasyonu uzun uzun anlatmanın bir anlamı yok, İktidardaki faşist kanat her ne kadar “böyle bir durum yok” dese de halkımız bunu yaşayarak zaten görmekte ve buna yönelik isyan dalgası da her gün yeni boyutlar kazanarak büyümektedir. Bu makalede biraz daha somut şeyler üzerinde durmaktır niyetimiz. Pek çoğumuz bunlara ya göz ucuyla bakıp geçmekte ya da ilgi bile duymamaktadır. Oysa bunlar irdelenip, altındaki çelişkiler su yüzüne çıkartılmadıkça kitlelerle bir araya gelmek, onlarla aynı havayı solumak, aynı kavgada omuzdaş olmak mümkün değil. Örneğin “Reddi Miras” meselesi ne kadar ilgi alanımıza girdi. Bunun toplumdaki siyasi ve ekonomik önemi nedir, sınıf mücadelesi içerisinde nasıl bir anlam ifade etmektedir.

AKP-MHP faşist iktidarı için önemli olan kendi iktidarlarını korumaktır

Gelinen aşamada halk kitleleri öylesine derin bir yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya kalmış durumda ki, çocuğuna, eşine, yakınlarına miras olarak herhangi bir getirisi olan miras yerine, borç mirası bırakmaktadır. Bu nedenle bugün milyonlarca insan bırakılan mirasa sahip çıkmak yerine, “reddi miras” davaları açarak bırakılan mirası reddetmektedir. Peki bu durum bize neyi anlatır? Faşist iktidar, gerçek payı olmayan rakamlarla her şeyi güllük gülistanlık göstermeye çalışsa da fakirliğin, yoksulluğun hangi boyutlara eriştiğini gösterir. Ha keza, devrimin objektif şartlarının mevcudiyetini anlatır. Geçmişte, bırakılan mirasa ilişkin mirasçılar arasındaki kavgalara toplum tanıklık ederken, bugün mirasçıların, bırakılan mirastan kurtulmanın arayışı içine girmeleri, yoksulluğun nasıl tavan yaptığının ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk yoksullaştıkça, iktidara ve faşist devlete olan güvensizliği ve kininin büyüyeceği de bir gerçek. Tam da bu gerçeği görerek, bu güvensizliği ve arayışları sınıf mücadelesi ekseninde örgütlemenin çabaları içinde olmalıyız. Sınıf mücadelesinin verimli toprağına dönüşmeye başlayan bu zeminde boy verecek tohumları ekmek bizlerin elindedir.

Faşist diktatörlüğün tarihinde ender görülen, yani zammın zulmün, yolsuzluğun hırsızlığın, adaletsizliğin hukuksuzluğun tavan yaptığı bir dönemden geçiyor Türkiye- Kuzey Kürdistan’ın yoksul ezilen halkları. Milyonlarca emekli ve çalışan emekçiler boğazlarına bir lokma kuru ekmek girsin diye maaşlarına “zam” beklerken, faşist AKP- MHP iktidarı halkın feryadını duymamakta ısrar ediyor. Yapılacak “zammın” enflasyonu yükselteceği yalanına sarılıyorlar. Ama öte yandan, sermaye sınıflarına trilyonlarca lira aktarmaktan da zerrece tereddüt etmiyorlar.

Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre 6 milyon hane yardıma muhtaç hale getirilmiştir. Bu, yaklaşık 20 milyon insan demektir. Ki bizce bu rakamlar bile gerçeği tam olarak ifade etmemekte, bunun çok daha üstünde yoksulluk ve açlığın pençesinde kıvranan geniş bir emekçi kesimi var. Faşist iktidar, açlığı, açlıkla terbiye ederek, göz boyayan küçük küçük “yardımlarla” bu kesimi kendi oy deposu haline getirme siyaseti gütmektedir. Yani, halkın açlıktan nefesinin kokmasının onlar açısından hiçbir önemi yok. Önemli olan kendilerini iktidarda tutabilecek, açlık ve yoksullukla da olsa o koşulların yaratılmasıdır.

İktidarın Güney Kürdistan işgali sonrası Kürt halkının öfkesini ensesinde hissetmesi kaçınılmazdır

Halklarımıza yalan ve demagojiden başka verebilecekleri bir şeyleri kalmayan AKP- MHP faşist iktidarının iktidarda kalabilmenin bir diğer koşulu, milliyetçiliği ve ırkçılığı öne çıkartarak, başta Kürt ulusu olmak üzere diğer tüm azınlıklar ve farklı inançlar üzerinde baskı, katliam, Kürtlere yönelik sınır dışı işgaller operasyonlarını sürdürmektir. Kuşkusuz bu faşist baskı ve saldırılar sadece iktidarda kalma sevdasından kaynaklı da değildir. Başından beri faşist Türk devletinin diğer ulus ve azınlıkları yok sayma, “tek devlet”, “tek millet” politikası ve politikaya denk düşen faşist uygulamalar devlet politikası olarak hep vardı. Bugün ki uygulamaları, bu genel devlet politikasından ayrı ele alamayız. Bu politikanın devamı ve özel olarak da bu özgün durumda AKP ve MHP İslamcı faşist kliklerinin iktidarda kalabilme hevesinin yolu olarak saldırı ve işgal hareketlerine yoğunlaştırdıklarını görüyoruz. Önümüzdeki süreçte bu saldırıların yoğunlaştırılarak sürdürüleceğini görmek ve buna göre konumlanmak gerekir.

Son günlerde faşist devletin Güney Kürdistan’ın çeşitli bölgelerine yönelik işgal ve katliam hareketi bunun en açık göstergesidir. Özel olarak Güney Kürdistan’ın işgaline ve Kürt ulusal hareketinin darbelenmesine yönelik başlatılan bu saldırıların esasta sonuç alamayacağı, dün olduğu gibi, bugün de Kürt direniş hareketi ve devrimcilerin, sosyalistlerin direnişi karşısında boyunun ölçüsünü alacaktır, bu konuda en ufak bir kuşkumuz yoktur. Burada faşist Türk devletiyle kol kola giren ve kendi ulusuna karşı bir ihanet içinde olan Barzani liderliğinde ki KDP’nin de bu haklı direniş karşısında payına düşeni alması, Kürt halkının öfkesini ensesinde hissetmesi kaçınılmazdır.

Faşist iktidar, Güney Kürdistan’a yönelik işgal saldırılarını sürdürürken, bu saldırılara paralel olarak, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında da aynı zihniyetin ürünü olarak iktidar “bekası” için kapsamlı saldırılar gerçekleştirmektedir. Toplumu ötekileştirme, düşmanlaştırma politikalarıyla birlikte, işçi sınıfının haklı demokratik talepli grevlerine, öğrencilerin akademik, demokratik talepli direnişlerine azgınca saldırmakta, faşist trollerini öğrencilerin üzerine salmaktadır. Tıpkı Boğaziçi, İstanbul Üniversitesi’nde olduğu gibi. Bunlarla da yetinilmemekte, diğer burjuva muhalefet kesim üzerinde de benzer saldırılarının çıtasını yükselttiğini görmekteyiz.

İktidar kadın katliamlarını, hapishanelerdeki tutsaklara yönelik baskı, işkence, ölüme terk etme politikalarını bütün şiddetiyle devam ettiriyor

Bir iktidar, bir devlet düşünün ki, kadınların öldürülmesini istemeyenlerin koluna, diline kelepçe vursun. “Buda mı oldu” dedirten türden bir durumla başta kadınlar olmak üzere, halkımız inanılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir faşist, kadın düşmanı saldırıyla karşı karşıya gelmiş durumdadır. “Kadın Cinayetlerini Durduralım Platformu”na devlet kapatma davası açtı. Yani devlet diyor ki, kadın cinayetleri ve katliamları, hatta kadına yönelik taciz ve tecavüzler devam etmeli. “İstanbul Sözleşmesi”nin bir gece, bir diktatörün emriyle fes edilmesi, yok sayılmasının altında yatan gerçek bu değil miydi? Ya da kadın katillerinin, taciz ve tecavüzcülerinin mahkemelerde onurlandırılmalarını başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Kuran kurslarındaki çocuklara yapılan tecavüzleri haber yapan basına, diyanet işleri tarafından dava açılması hangi vicdana sığdırılabilir. Diyanet işleri yetkililerinin, kamuoyu nezdinde “incitildiklerini” ileri sürerek basını susturma çabaları nasıl açıklanabilir. Onlara göre çocuklara yapılan vahşi ahlaksızlığın, çocuklarda oluşan ruhsal bunalımların hiçbir önemi yok. Önemli olan bu ahlaksız beylerin “incinmemesiymiş”. Kamuoyunda merak konusu olan soruyu somak gerekiyor. “Bu beyler acaba neden incinmiş”ler? Çocuklara tecavüz eden ahlaksız imamların basında teşhir edilmeleri neden incitir diyanet işlerini. Öyle anlaşılıyor ki işin ucunun kendilerine de dokunacağı telaşındalar. Dokuz yaşındaki kız çocuğunun evlendirilebileceği fetvasını veren bu Diyanet İşleri değil miydi? Toplum ne kadar çok yozlaştırılırsa, ahlaksızlık batağı ne denli büyütülürse iktidarda kalma şanslarının da o kadar artacağının hesaplarını yapmaktadırlar. Tek kaygıları, iktidarda kalma kaygısı.

Kadın katliamlarını, taciz ve tecavüzleri kadın çocuk demeden büyütüp besleyen bu faşist iktidar, hapishanelerdeki tutsaklara yönelik baskı, işkence, ölüme terk etme politikalarını da bütün şiddetiyle devam ettiriyor. 600’ün üzerinde yaşamlarını idame edemeyecek, ölüm tehdidi altında olan politik devrimci tutsak hapishanelerde tutulmaya devam ediliyor, Yine 1600’ün üzerinde hasta devrimci tutsağın tedavileri yapılmayarak, hastalıkların ilerlemesi ve giderek ölüme terk edilmeleri politikası güdülmektedir. Tutsakların en demokratik hakları olan ziyaret, havalandırma, beslenme, iletişim, başta sosyalist basın olmak üzere genel olarak basını takip etme gibi bir dizi hakları en sıradan bahanelerle engellenmekte ve keyfi cezalarla cezalandırılmaktadırlar. Hapishane yetkilileri sınırsız yetkilerle donatılmış ve bunlarda bu yetkilerini sınırsızca ve keyfi olarak uygulamakta geri durmamaktalar.

Uygulanan baskı ve işkencelerin yanı sıra, buraları rant ticarethanesine dönüştürmüş durumdalar. Özellikle adli tutukluların ucuz iş gücü, fahiş fiyatlarla tutsaklara satılan gıda ve diğer kullanım eşyaları, elektrik su paralarından elde edilen gelirlerden büyük bir sermaye rantı üzerine çöreklenmiş durumdadır iktidar ve hapishane yönetimleri. Ama şunun altını çizelim. Bu devran hep böyle devam etmez. Her inişin, bir de yokuşunun olacağını hatırlatmış olalım. Her haksızlığın, her adaletsizliğin mutlaka bir karşıtının olacağını bilmeli herkes.

16 milyon insan karanlıkta bırakılarak insani yaşam hakları gasp edildi

“Yasaklarla mücadele etmeye geliyoruz” diye iktidara gelen AKP, neredeyse nefes almayı bile yasaklama yolunu seçmiş durumda. Mesela; enflasyonu TÜİK dışında herhangi bir STK açıklaması durumunda hemen kapısına kilit vurulacakmış. Kim ki AKP’nin ekonomik politikalarını, diktatörün adaletsizliklerini eleştirir, kendisini AKP’nin sopası olan yargı önünde ve akabinde hapishanede bulur. Kim ki “beşli çete” der, yargılanmasının gerekçesi olur. Kim ki “açım, işsizim, yoksulum” der, iktidara “hakaret” etmiş sayılır ve yolu demir parmaklıkların arkasına kadar uzayabilir. Kısacası, bataklığa batmış olan iktidara toz kondurmak yasak.

Ülkenin gündemine oturan veya oturtulan bir diğer mesele de burjuva muhalefetin başını çeken CHP ve lideri Kılıçdaroğlu’nun evinin elektriğinin kesilmesidir. Burjuva muhalefet, toplumda karşılığı olan bu durumu kendi lehlerine fırsata çevirmeye başlamış ve kendi hanelerine artı olarak ekleme politikası gütmektedir. Bunun toplumda karşılık bulmasının elbette nesnel bir zemini de var. Çünkü resmi rakamlara göre 4 milyon ailenin elektriklerinin kesildiği, ortalama her aileyi 4 kişi olarak düşündüğümüzde, bu, yaklaşık 16 milyon insanın karanlıkta bırakıldığı, insani yaşam haklarının gasp edildiği anlamına geliyor. Kitlelerin bu en demokratik haklarının savunuculuğunu aktif olarak devrimci, demokratik muhalefetin yapması gerekirken, egemen sınıfların bir başka kliğinin bunu kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanması devrimcilerin, sosyalistlerin bir eksikliği olarak görülmelidir.

Sömürülen sınıf ve halkların, ezilen ulus ve inançların, burjuva klikler arasında “iyi”, “kötü” denkleminde bir tercihleri söz konusu olamaz

CHP’nin baskın güç olduğu “Millet İttifakı” merkezli burjuva muhalefet, toplumsal hoşnutsuzlukları kendi inisiyatifine almak ve olası seçimde kendisine “iktidar” yolu açmak için, AKP-MHP bloğu iktidarının toplumda yarattığı enkazı iyi kullanmakta ve süreç bağlamında etkili muhalefet yapmaktadır. “Tek adam rejimine” karşı “parlamenter sistem” projesi ile çıkan burjuva muhalefet, ekonomik-demokratik-siyasal toplumsal talepleri, sürecinde ortaya çıkardığı avantajlarla, burjuva siyasal çizgisine çekmeye çalışmakta, tüm toplumsal sorunların çözüm adresi olarak burjuva meclisi göstermektedir.

Bunun ezilen-sömürülen toplumsal sınıf ve halk güçleri açısından bir çözüm olmayacağı açık. Sınıf olarak burjuvazinin temsilcisi olan her siyasal çizgi, son tahlilde halk düşmanı, sınıf düşmanı ve ezilen ulus düşmanıdır. “TC” iktidarının son Güney Kürdistan işgal hareketine karşı, gerici sınıf tavrı olarak CHP’nin aldığı onaylayıcı, destekleyici tutum, katliam, milli baskı ve sömürü konusunda tüm burjuva kliklerinin birleştiği sınıfsal zemini işaret etmektedir. Bu bağlamıyla, yineleyerek ifade ediyoruz. Bugün sömürülen sınıf ve halkların, ezilen ulus ve inançların, burjuva klikler arasında “iyi”, “kötü” denkleminde bir tercihleri söz konusu olamaz.

Seçimler yaklaştıkça ve AKP’nin oylarında ciddi erimeler baş gösterdikçe, AKP’nin tutunacağı tek bir kırık dal kalıyor, o da baskıyı, şiddeti ve devlet terörünü daha çok yüksek düzeyde arttırmak, toplumsal kamplaşmaları körükleyerek, milliyetçi, dinci kesimleri konsolide etmek için, faşist baskıları boyutlandırmaktır. Böylelikle özellikle burjuva muhalefeti sindirebileceğini ve kitleleri kendisine eli mahkum hale getirebileceğini bu vesileyle iktidarını koruyabileceğini sanmaktadır. Bir yandan günü birlik tehditlerle korku imparatorluğu yaratmaya çalışırken, önümüzdeki kısa sürede tehditlerin de ötesinde fiili saldırıların, katliamların ve göz altıların devreye sokulması kaçınılmaz gibi gözükmektedir. Ama bu kez göle maya çalmanın ötesine geçmeyecektir. Çünkü “ölmüş eşek postundan korkmaz” misali, midelerin ezilip büzüldüğü, açlığın başa vurduğu bir ortamda, korkunun ecele faydasının olamayacağının farkında halk kitleleri.

Faşist AKP- MHP iktidarı da bunun farkında. Ama ellerinde halkı aldatabilecek kozları da yok artık. Her şeye rağmen her türlü adaletsizliği deneyeceklerdir. Tıpkı Bahçeli’nin, iki millet vekili ve bir iş adamını Sedat Peker’e göndererek destek talebinde bulunması gibi. Peker’in bu talebi geri çevirdiği iddialar arasındadır. Yani faşist iktidar, iktidarını korumak için, resmi ve gayrı resmi tüm karanlık, yağmalayıcı, talancı, din istismarcısı kişi ve güçleri harekete geçirmeye çalışmakta, “tek adam rejiminin” burjuva hukuku da tanımayan keyfiyetçi tarzını bununla birleştirerek, iktidarı için politik-pratik bir “dinamik” oluşturmaya çalışmaktadır. Ama toplumsal çelişkiler derinleştikçe, toplumsal uyanış düzeyi artmakta, kitlelerin arayışı güncel ekonomik-demokratik-politik taleplerle somutluk kazanmaktadır. Yani süreç her yönü ile dinamiktir. Derin çatışmalara gebe bu süreç, devrimci mücadele lehine muazzam bir dinamik yaratmaktadır ve politik öznelerin rolü, bu dinamik sürece önderlik yapma görevidir…

Önceki İçerikRojava’da Kaypakkaya anması: Cesaretimizin Sönmeyen Meşalesi Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür
Sonraki İçerikEmperyalist Gericilik İkiyüzlü Bir Dünya Caniliğidir