Yeni bir mücadele yılına daha girdik. Geçen yıldan bugüne aktarılması gereken çok şey var. Fakat 6 Şubat depremi ve Mayıs seçimleri 2023 yılında iz bıraksa da, militan duruş, devrimci yaratıcılık ve direniş anlamında Kürt gerillalarının Ankara eylemi ile 2023 yılının bitimine günler kala Hakurke, Merina ve Zap alanındaki devrimci eylemlerinin faşizme vurduğu darbe moral ve motivasyon kaynağımız oldu. Elbette Ekim ayındaki Filistin’li direniş örgütlerinin ortaklaşarak gerçekleştirdiği, eleştirilecek yanları da bağrında taşıyan “Aksa Tufanı” eylemini de 2023 yılına büyük harflerle not etmek gereklidir. Bu eylemle emperyalizmin ve tüm gericiliğin siyonist İsrail özgülünde üstün-yenilmez-dokunulmaz güç olarak bölge halkları üstünde kurdukları yalandan şatoları tuzla buz oldu.

2023’ten bugüne aktarılması gereken ve gelecek yıllara ışık tutacak dersler de var elbette. Belki hepsini sıralamak bu yazının kapsamını aşacaktır, fakat 2024 ve devamındaki mücadele yıllarına 2023 yılından bir dip not düşülmesi istenirse, içeriğiyle geçen seneyi özetleyen olarak başlığa çıkardığımız dört kelimeyi buraya da aktarmak yeterli olur: Kitlelere Dokun, Devrimi Hisset.

Kitlelere Dokun…

Faşist iktidar üzerindeki teşhir yükü gittikçe büyüyor.

“TC” devletinin kendi kanunsal-yasal düzenleme ve bağlayıcı hükümlerine, temel anayasal kabullere rağmen hiçbir izahate dahi gerek duyulmadan toplumsal-siyasal ve ekonomik yaşam üzerinde uygulanan keyfiyet yeni yılda da tüm hızıyla devam ediyor. Koyu bir saldırganlık, çığrından çıkan yozluk, dibe vuran çürümüşlük, açık faşizmle kuşatılmışlık durumu da etkisini kaybetmeden varlığını koruyor. Fakat kabul etmek gerekir ki, toplum üzerinde estirilen bu kuşatılmışlığın, terörün yalnızca bir kısım ezilen emekçi halk kitleleri nezdinde değil, kendisini destekleyen bir kesim dahil toplumun geneli nezdinde de hem devleti hem de AKP-MHP faşist iktidarını daha da teşhir ettiği bir sürece evriliyor. Üstelik uzunca bir zamandır özellikle de geçen sene yapılan Mayıs seçimleri döneminde gördüğümüz gibi, yüksek sesle daha çok dillendiriliyor. Artık gidecek yerleri yok, iktidarlarının artık sonunun geldiği yönlü içten içe oluşan toplumsal algı da varlığını koruyor.

Kriz içindeki ekonomin düzeleceğine kendileri dahi inanmıyorken bu ekonominin yarattığı ve sürekli artan yoksulluk, açlık ve işsizlik toplumda derin yarılmalara, travmalara, intihar ve çürümelere neden olmaya devam ediyor. Alım gücünün düşmesi, yaşamın gittikçe pahalılaşması, dahası yaşamanın kendisinin “lüks” haline gelme durumu, çalışan-üretimde bulunan kesimlerin, işçi sınıfı ve emekçilerin yarına ilişkin kaygılarını gittikçe arttırıyor. Grev ve iş yeri direnişlerindeki artış, direnişlerde gösterilen kararlılık bunun göstergesi. Yaşanan 6 şubat depreminin milyonları etkileyen yıkıcı sonuçları eşliğinde “nerede bu devlet” sorularının-sorgulamalarının yüksek sesle dillendirilmesine rağmen, geçen bir sene sonunda değişen bir şey yok. Çadır ve konteyner kentlerde, soğukta-kıyamette yaşamaya devam ediliyor. Kadın ve LGBTİ+’lere yönelik şiddet ve baskının, çocuk istismarının devlet-yargı eliyle aklanmasına yönelik adım atmak bir yana, seçimler sonrası mecliste oluşan gerici bileşen tablo ürkütücü boyutta. Hüda-Par, Yeniden Refah Partisi gibi partilerin meclise katılmalarıyla en yobaz-en gerici meclis bileşeni oluşmuş durumda. Ormanların, doğal koruma alanlarının, yerleşim yerlerinin yağmalanması ve büyük maden ve inşaat tekellerine açılması devlet/iktidar eliyle hız kesmeden devam ediyorken, yeniden tanımlanan “rezerv alanı” ile bu yağma alanı genişletildi ve yasallaştı. Kürt ulusunun ve siyasetinin demokratik haklarına yönelik sürdürülen saldırı ve gasplar giderek tırmanıyor, Kürdistan’ın tüm parçaları “TC” faşizminin hedefi. Coğrafyada iktidardan bağımsız yaprak kıpırdasa Başur’a-Rojava’ya bomba yağdırma gerekçesi oluyor, yapılan her meşru-devrimci eylem Rojava halkına fatura ediliyor, Güney Kürdistan’a ve Rojava’ya işgal gerekçesi yapılıyor. Alevi inanç kesimine yönelik saldırılar ve ötekileştirme politikaları, gençliğin eğitim ve barınma vb. gelecek kaygıları siyasal islamcı faşist iktidarın politikalarıyla giderek artıyor. İş gücü gibi yaşam hakkı da ucuz olan göçmen ve mültecilere yönelik ırkçı-faşist saldırılar, açığa çıkan devlet-mafya-siyaset ilişkileri gibi kirli ilişki örnekleri bu faşist iktidarın hanesine yazıldıkça, iktidar üzerindeki teşhir yükü gittikçe büyüyor.

Diğer yandan, uluslar arası alanda bozulan ilişkilerin soncunda yalnızlaşan “TC” devletinin “U” dönüşü yaparak hiç bir şey olmamışçasına “diktatör, katil, darbeci, FETÖ finansörü” vb dediği devletlerle ve Başkanlarıyla kurmaya çalıştığı ilişkilerin devlet aklı ile değil, grupsal çıkarların yönlendirdiği pragmatist-tutarsız siyasetle anılmasının da genel olarak devlete, özel olarak ta iktidara olan güveni tartışmaya açtığı ortada. Dün başka-bugün başka söyleyen iktidarın yaptıklarının ve söylediklerinin bir-iki olmadığını, özellikle siyonist İsrail’in Filistin’e-Gazze’ye saldırısı sonrası iktidarın söylemleriyle pratiğinin bir olmaması, siyonist İsrail ile ilişkilerinin daha geniş kesimlerce sorgulanmasına neden olurken, iktidarın teşhirine eklenen konulardan oluyor. Güney Kürdistana, Rojava’ya, Şengal’e yönelik süreklilik kazanan işgal saldırıları, daha dün Ermenistan-Azerbaycan arasındaki savaştaki ve Libya’daki iç savaştaki rolü ve genel olarak izlenen dış politika nedeniyle, hem kürt ve ermeni düşmanı, hemde Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Akdeniz’deki savaş kışkırtıcısı bir devlet ve iktidar olarak anılıyor olması da ek olarak AKP-MHP faşist iktidarının hanesine yazıldıkça Uluslar arası alanda da teşhirini arttırıyor. Ve toplamda bunlar bir araya geldiğinde iktidar özgülünde oluşan “gidecek” algısının da izahı oluyor.

Fakat denilebilir ki, en çokta dikiş tutmayan ekonomik krizin faturasıyla boğuşan halkların her sabah zam ile uyanma, aç ve açıkta kalma korkusu daha da geniş bir kesimi sarıp sarmaladıkça, diğer her şeyin önüne geçiyor…

Bu durum, devlete ve faşist iktidara olan tepkiyi ve güvensizliği büyütüyor, teşhirini gittikçe topluma yayıyor, tüm bunlar iktidarın kendiliğinden gitmesini sağlamıyor-sağlayamaz da, ama ulaşıldığında devrim mücadelesini geliştirecek potansiyel kuvvetlere işaret ediyor, bu mücadelenin gelişimi lehine güçlü bir zeminin oluştuğunu gösteriyor.

Ve bu nesnel gerçek izlenecek kitle çizgisinin, devrim mücadelesinin önüne çıkan fırsatları değerlendirmede tuttuğu yeri yeniden hatırlamayı salık veriyor. Kitlelere dokun(a)mayan siyasetin kitlelerle buluşmasının mümkün olmadığının, kitlelerle örülmeyen pratiğin de geleceğinin olamadığının altını bir kez daha kalın çizgilerle çiziyor.

Maoist Kitle Çizgisi ve Çalışma Tarzı Belirleyicidir…

Öyleki geçen yıla da damgasını vuran bu nesnel gerçeklik o kadar güçlüydü ki, 14 Mayıs 2023 Genel ve CB seçimlerine giderken tek adam rejiminin ömrünü doldurduğu, dahası faşizmin de “onlarla birlikte” gideceğine inanılıyordu.

Yaşanan ekonomik krize, küçük esnafın iflaslarına, topluma yayılan açlığa ve derinleşen yoksullaşmaya, yukarıda özetlenen anti-demokratik keyfi/faşist uygulamalara ve dış politikanın güven vermeyen zikzak’larına işaret ediliyor, mutfaklarda sesleri duyulan “boş tencerenin” karşısında da hiç bir iktidar duramaz denerek bu zeminin güçlülüğü propaganda edilmeye çalışılıyordu. Toplumun büyük bir kesimini saran bu propagandaya muhalefetin kendisi de o kadar inanıyordu ki (sırf muhalefet değil, devrimci hareketi de kuşatan bir durumdu) kesine yakın bir kanıyla “tek adam rejimi”ne son verileceği, iktidarın gideceği, böylece faşizmin de gideceği “güçlü veriler”le dillendiriliyordu.

Ne varki bu algının oluşturduğu hava ile girilen seçimlerden istenilen sonuç çıkmadı, ortaya çıkan tablo beklenilenin tersi oldu. Doğallığında da, hem burjuva muhalefetin hemde demokratik-ilerici muhalefetin ekseriyatının kesinlik gözüyle baktığı ve topluma da aşılanan “bu iktidar gidecek” ve “güzel günler gelecek” ham hayali, hayal kırıklığı olarak toplumu esir aldı. Tersi de olanaklı değildi zaten.

Seçimlerle gideceğine inanılan faşist Erdoğan ikinci turda Cumhurbaşkanlığına yeniden seçildi. Belki de Meclis tarihinde pek karşılaşılmayan bir Meclis aritmetiği-bileşimi de oluştu. İktidardan alaşağı edileceğine kesin gözüyle bakılan AKP-MHP faşist iktidarı da iktidardaki yerini korudu. Üstelik; Yeniden Refah Partisi, Hüda-Par gibi gerici partilerin de yer aldığı en gerici, en karanlık, en yobaz, kadın düşmanı Meclis aritmetiği oluştu. Meclis, sağ siyasetin ötesinde gericiliğin ağır bastığı bir bileşene sahip oldu.

Ve bu seçimlerin ardından elde edilen sonuçları da ekleyerek bir çok değerlendirmeler yapıldı, dersler çıkarıldı. Çıkarılacak sonuçların ve özetlenecek derslerin isabetliliği geleceğe ışık tutacağı muhakkaktır.

– I –

Ortaya çıkan sonuçlardan birisi, bu yazının da konusu olan, izlenen kitle çizgisidir. Bu çizginin uygulanmasındaki zaaflardır.

Elbette bunu söylerken en başta şunu belirtmek yerinde olacaktır; devrim/sosyalizmin halk güçleri ezen ve ezilen arasındaki mücadelede ezilenin dostunu ve düşmanını doğru tanımlaması gereklidir ve bu hayati önemdedir. Dostunu doğru tespit edemeyen düşmanını da doğru tespit edemez, düşmanına karşı doğru ve başarılı bir mücadele veremez, dostuyla da sağlıklı yürüyemez. Ve bu, izlediği somut siyasete, propagandasına, diline ve ilişkilerine de yansımamazlık edemez. Ki, devrimci-ilerici halk güçlerinin bir kesiminin bu ayrımı yapabilecek yeteneği gösteremediği, iktidarın gideceği “kesin” algısını daha da güçlendirme adına “bir oy bana-bir oy sana” minvalindeki pratiğiyle dost-düşman ayırımını silikleştirdiği, bazı seçim alanlarındaki sürtüşmelerden ve basın yayın organlarında-sosyal medya alanındaki dili ve üslubuyla da görüldü.

Yalnız bu değil. Ek olarak, kuşatılan ve nefes almakta zorlanan, “bıçak kemiğe dayandı” misali dayanacak bir hali kalmayan ezilen halkların gaspedilen hakkını sokakta aramasının, iktidar tarafından uygulanan keyfiyete sokakta cevap vermesinin haklı ve meşru zemini olmasına rağmen bu hakkını kullanması faşist iktidarın manipüle edebileceği savunusuyla devletin ve kendi burjuva egemenliklerinin çıkarı açısından sürekli engelleyen CHP’nin ve burjuva muhalefetin “sokağa çıkmayın”, “biraz daha dayanın” telkinlerinin de halk kitlelerinde karşılık bulmasına engel olamayan ve bu telkinlerin hangi siyasetin ürünü olduğunun, ne anlama geldiğinin devrimci/sosyalist halk güçlerince halklara yeterince anlatılamaması, diğer yandan ise, ama bu telkinlerin yalnızca toplumun genelini değil, militan halk güçlerini-devrimci hareketleri de etkisi altına aldığını-etkilediğini de ( pratiğe bakarak bile) yukarıdaki tespite eklemek gereklidir.

Toplumun diri-militan yanını sürekli baskılayan böylesi propagandanın, doğru ele alınıp kararlıca mücadele edilemediğinde militan politik öznelerin dahi kendine-kendi gücüne güvenini zayıflatabileceği, fakat diğer taraftan -daha da tehlikeli olan- başkasından ( burjuva muhalefetten) beklentileri güçlendiren bir rol oynayacağı, açık faşist baskı koşullarında kitleleri daha da pasifleştirmekle kalmayacağı ama aynı zamanda devrimci hareketleri de kuşatarak pasifleştirdiği-pasifleştireceği muhakkaktı. Eğer burjuva muhalefetin bu propaganda ve telkinlerinin hem toplumsal kitleleri hem de devrimci hareketleri nesneleştiren-edilgenleştiren düzeyde bir karşılığı olmuşsa-oluyorsa, iktidarın gideceğine “kesin” olan inancın toplumsal muhalefeti ve sırf sokak yanıyla değil siyaseten de militan devrimci yanı zayıflayan devrimci hareketi kuşatmasının boyutuyla da ilişkisi olduğu atlanmamalıdır.

Normal koşullarda, haksız uygulamaların, hırsızlıkların, hak gasplarının, göstere göstere ben geliyorum diyen ve devletçe de desteklenen kadına yönelik şiddetin ve çocuğa yönelik istismarın, kürt ulusuna uygulanan vahşetin, işgalin, doğa talanının karşılığı olarak, coğrafyanın ve toplumun geçmişten gelen mücadeleci sosyolojik yapısı dahi göz önüne alındığında sokakta güçlü bir karşılığı (sokağın muhalefeti) olurdu. Ve askeri darbelerle gündeme gelen en baskıcı, nispeten kısa süren dönemlerin dışında da sokakta bir karşılığı sürekli olmuştur. Fakat iktidara muhalefet eden faşist CHP ve diğer düzen partileri içten içe-alttan alta biriken öfkenin dışa vurumunu sürekli engellemek için ellerinden gelen her çabayı sergilediler. Elbette tek çaba bunların değildi, faşist iktidarın dozajı sürekli artan müdahalesi, tehdit-şantaj ve caydırmayı hedefleyen keyfi gözaltılar, işten çıkarmalar, belirsizliğe itilen tutukluluk süreleri, en küçük protesto vb gösteriye şiddetle ve orantısız güçle müdahale gibi uygulamalarını da eklemek gereklidir.

Atlanmaması gereken bir diğer önemli sebepte, ki devrim cephesinin ağrıyan dişi durumundadır, devrim iddiasındaki devrimci-sosyalist hareketlerin silaha ve şiddete dayalı devrim savunularına, militan mücadele hedeflerine rağmen kitlelerle kurulan-kurulmaya çalışılan ilişkilerde kitleleri ileri çek(e)memesi, sokağa çıkarmada perspektif yitimi yaşamasıdır. Ve ne yazık ki, burjuva muhalefetin “sokağa çıkmayın” yönlü telkinlerinin ideolojik olarak devrimci hareket üzerindeki çürütücü etkilerinin görülememesinin de bundaki payı da az değildir. Eğer bugün, hem devrimci ve sosyalist hareket kitleleri sokağa çekemiyorsa, hem de kendisinde sokağa çıkmak için yeteri gücü toplayamıyorsa, burjuva muhalefetin yıllara varan bu çürütücü etkisinin hem toplumda hemde devrimci hareketlerde/ve örgütlü kitlesinde yarattığı alışkanlığın, hem siyasetine hemde pratiğine nüfuz etmesiyle alakasını da not etmek gereklidir.

Özcesi, yukarıda özet olarak izah edilen ve devrimci hareketin de içinde olduğu bu durumun süreç içinde devrimci/sosyalist siyasetin devrimci/militan dilini kemirmeyeceği, rengi üzerinde etki yaratmayacağı, sokakla ilişkisini gittikçe soğutmayacağı düşünülemez elbette. Bunun reformist-uzlaşmacı hareketlerin önünü açan bir rol oynamayacağı da söylenemez. Bir kısım reformist-sosyal şoven küçük burjuva hareketlerin görünürlüğünün artması, bir kısmının ise bulduğu “boşluğu” doldurarak popülerleşmesi devrimci/sosyalist hareketlerin zaaflı duruşuyla-yetersizliklerini aşamamasıyla açıklanması yanlış değildir (elbette faşizmin ağır darbeleriyle örgütsel yapısı da daralan ve kendini geri çeken nesnel durumu da eklemek gereklidir) .

Burjuva “muhalefetin” faşist CHP ve diğer düzen partileri üzerinden oynadığı bu uğursuz gerici rolün halklar ve devrimci öncüler üzerindeki etkisini tek başına koşullarla da izah etmek imkansızdır. Bunun devrimci hareketlerin izlediği somut siyasetle ve kitle çizgisindeki kırılmayla ilişkisi de ortadadır.

– II –

Farklı mücadele alanlarında iktidarı ve düzeni rahatsız eden grev ve direnişçi kesimlerin, kimi yerlerde düzen karşıtı direniş eğilimleri gösteren halk kesimlerinin “seçmen”e indirgenmesi, reformizm tarafından düzen içi seçeneklere eklemlenen bir hatta davet edilmesi, bu kesimlerin militan yanlarını törpüleyen ve pasifize edilmesine yol açan bu siyasetin devrimci hareketi de peşine sürüklemesine engel olunamaması, devrimci hareketin savunduğu militan kitle çizgisini tartışmaya açan bir durumdu. Bu, mücadeleci-direnişçi kitlenin ve direniş odaklarının, mücadelenin daha ileriye taşınması için değil seçimlerde alınacak destek-kullanılacak oy olarak görülmesi ve bu dinamiklerle bu bakış açısıyla ilişkilenilmeye çalışılması da sürece hakim olan ve izlenen kitle çizgisi olarak bir aşınmaydı.

Kitlelerin var olan emek, kadın, eğitim/öğretim, doğa-çevre, ulusal demokratik talepler ve halkları konusunda yürüttükleri mücadelelerin seçimden seçime örgütlenilmesi gereken bir mücadele alanıymış-potansiyeliymiş gibi ele alınmasına yönelik getirilen eleştiriler de yanlış değildir, yürütülen kitle çalışmalarında görülen bir diğer zaaf olarak da isabetlidir. Seçim süreçlerinde daha örgütlü-planlı ve tüm gücü harekete geçirme hedefiyle hareket edilirken, diğer zamanlarda bu yönelimin zayıf ele alınması bunun göstergesi olarak kabul edilmelidir. Ve aynı zamanda sandığa kilitlenmiş bir yönelim olarak da devrimci/sosyalist harekete eleştiri konusu yapılmasının zemini olduğu da anlaşılır olmalıdır. Seçim dönemi çalışmalarında sergilenen performansın ve yaklaşımın diğer dönemleri ve diğer çalışmaları gölgede bıraktığı ve kısmen de önemsizleştirdiği de bir başka dışa vurum olarak not edilmelidir. Ne varki seçimden seçime yoğunlaşılan kitle çalışmasının geçici-kısmi bazı kazanımları olmakla birlikte, sürekliliği sağlanmış kitle çalışmasının yerini dolduramayacağı ve esas olanın da bu doğru çalışma tarzı olduğu Mayıs seçim sonuçlarına ve sonrasına bakıldığında da görülmüş ve anlaşılmış olmalıdır.

Seçimlere endekslenmiş, ağırlığı ve yüklediği sorumluluğu ötelenerek dillendirilen “faşizmi” yenme-yıkma-gönderme gibi koca koca söylemlerin peşine sürüklenmeye-takılmaya çalışılan mücadeleci direnişlerin, emek cephesinin, kadın ve gençlik mücadelesinden doğa savunucularına tüm kesimlerin, AKP-MHP faşist iktidarına ve genel olarak faşizme karşı olanların itirazlarını ve yürüttükleri mücadeleleri doğru okuyamamanın, sokakla buluşan-sokağa taşan bu mücadeleyi sokaktan yalıtıp, sandık/seçim siyasetine yedeklemeye çalışan burjuva muhalefetin ve reformizmin her girişiminin ve yöneliminin mücadeleci halk kitlelerini düzen içi siyasete biraz daha itelemek, devrim ve sosyalizm iddiasını biraz daha zayıflatmak olduğu devrimci/sosyalist halk güçlerince görülemediği ve görüldüğü yerde ise mücadelesinin hakkıyla/yeterince verilemediği ortaya çıkmıştır. Bu siyasetin ortaya çıkardığı en ironik sonuç ise, gitmesine kesin gözüyle bakılan AKP-MHP faşist iktidarının, iktidardan gitmek şöyle dursun belki de tarihin en gerici, en yobaz meclis bileşeniyle iktidardaki yerini koruyor olmasıdır..

– III –

Demokratik alan çalışmasını ve bu alanda yürütülen mücadeleyi siyasetin ve sınıf mücadelesinin merkezine yerleştiren, seçimleri de faşizme karşı mücadelede stratejik önemde ele alan reformizmin ve reformist siyaset tarzının, ezilen halkları ve mücadeleci halk güçlerini ve onların bir umutla çıkış yolu arayan mücadelesini düzen içi siyaset sınırları içinde tutmaktan ve bu sınırlar içinde kendi kendini yoracak koşuşturmaktan başka bir şey olmadığının ispatına gerek olmadığı bir kez daha görülmüş olmalıdır. Reformizme ve reformist siyaset tarzına karşı devrimci/sosyalist halk güçlerince yetkin ve etkili bir ideolojik mücadelenin yürütül(e)memesi ise, hiç kuşku yok ki sorgulanması gereken bir zayıflık-kırılma olarak unutulmamalıdır.

Diğer taraftan ise, ezilen emekçi halklara dokunmadan yürütülen veya kısmen dokunan uzaktan (yapılan yazılı-görsel) seslenişlerin de düzen içine hapsolan siyasetler olarak görülmesi, kitlelere dokunamayan bu türden siyasetlerin siyasi iktidar mücadelesinin ihtiyacı olan dokunan-canlı araç ve yöntemlerin, örgütlenmelerin yerini tutmadığı/tutamayacağı da anlaşılmış olmalıdır.

Ve ek olarak, devrimci politik öznelerden bağımsız olarak, yaşanan ekonomik krizin tetiklediği dipten gelen homurtuların artıyor olması, hak gasplarına ve açlık/yoksulluğa karşı emek cephesindeki direnişlerin, kadınların ve LGBTİ+’lerin mücadeleleri, çevre ve ekoloji mücadelelerinin yaygınlaşması, direnişi kırılamayan Kürt ulusal mücadelesinin sürekliliği, devrimci hareketlerde oluşan ittifaklar, AKP-MHP iktidarına karşı yürütülen burjuva muhalefet ve başka bir çok olgunun yükselttiği moral ve motivasyonla girilen Mayıs seçimlerinden beklenen sonucun çıkmaması yalnızca halk kitleleri demoralize etmedi, politik atmosferin kuşattığı reformistleri, devrimci/sosyalistine kadar diğer kesimleri de demoralize etti. Eğer bugün, seçimlerin hemen ardından soluk aldırmayan zam’lara, işten çıkarmalara, sefalet ücretlerine, doğanın daha pervasızca talan edilmesine, kadınlara ve LGBTİ+’lere yönelik saldırılardaki artışa ve “şeriat” istem ve savunularına karşı itiraz ve sokak düne göre daha sakinse geçen seneye(ve öncesine) damgasını vuran siyaset tarzının, militan kitle çizgisindeki aşınmanın, moral ve motivasyon yitiminin etkisini basite almamak gereklidir.

– IV –

Artık anlaşılmış olmalı ki, iktidarın gündemleştirdiği ve geniş halk kitlelerinin gündelik yaşamını daha da çekilmez kılan ekonomik-demokratik-akademik ve çevresel/doğa katliamını doğuran politikalara karşıtlık ve itiraz halk kitleleri nezdinde bugün yeterince sokağa taşmasa da içten içe biriktiriyor, tepkiye, itiraza ve öfkeye daha çok neden oluyor, sokakla buluşacağı anı kolluyor ve belki devletin en barbar şiddetiyle de tanışacak. Fakat bu durumun kitlelerde devlete karşı, faşizme-siyasi otoriteye karşı kendiliğinden bir bilince dönüştüreceği, kitleleri örgütleyeceği beklenmemelidir. Aynı 6 şubat Hatay-Maraş merkezli büyük depremde yüzbinlerce insanın ölmesine, bir o kadarının evi-barkı-birikimi enkaz altında kalmasına, varını-yoğunu, ailesini kaybetmesine rağmen, milyonlarca insan yerinden olmasına rağmen, “nerede bu devlet, iktidar nerede” isyanlarının ve protestolarının tam da seçimin öngünlerinde yüksek sesle dillendirilmesine ve tüm Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının buna tanık olmasına rağmen, bu isyan, bu itiraz ve bu tanıklığın beklenildiği gibi iktidar karşıtı bilince, örgütlülüğe, somutta da “oy”a dönüşmemesi gibi.

Örnek olması açısından dikkate değer bir not düşmek gerekirse. Tarikat ve cemaatlerin egemen sınıflarca ve iktidarca bolca beslendiği bilinen bir gerçektir. 6 Şubat depremi sonrası yıkıntılar içindeki milyonlara yardıma yalnızca kıt kanaat imkanı olan ilerici-devrimciler, sosyalistler koşmadılar. Kat kat fazlasıyla, devletin tüm olanaklarını da arkalarına alan deyim yerinde ise holdingleşen vakıflar-cemaatler de oradaydı. İktidarın deprem bölgesine girişlerde el koyduğu yardımların bu tarikatlar-cemaatler ve bunların uzantısı dernekler vasıtasıyla dağıtıldığı da sır değildir. Tarikat ve cemaatlerin aynı zamanda kitlelerde devlete ve iktidara karşı oluşan tepki ve itirazın örgütlü bir bilince dönüşmesini engellediği ve seçimler sürecinde de iktidar adına çalıştığına da tanık olduk. Deprem bölgelerinde devlete ve iktidara yönelik var olan kitle tepkisi ve isyanının bu vakıf ve cemaatler eliyle söndürüldüğü ve aynı şekilde tepki oyuna dönüşmemesinin engellendiği de muhakkak. Bu örnek dahi yalnızca bu vakıf ve derneklerin nasıl bir karşı devrimci rol oynadığını görmek açısından değil, hem nasıl bir çalışma tarzı yürütüldüğünü görmek, hemde kendiliğinden beklentilerin sonuçlarının görülmesi açısından da önemlidir.

Yalnızca deprem bölgesinde değil, genel olarak toplumda oluşan tepkinin, biriken hoşnutsuzluğun kendiliğinden bu iktidarı götüreceği sanısı veya bu gerçeklerin iktidarın gitmesi için yeter görülmesi hatalı bir bakış açısıydı, kitlelerde biriken bu tepki ve oluşan algı kendiliğinden aynı biçimde oy’a dönüşmedi. Burada halk kitlelerine seçmen gözüyle bakıldığı ve bunların oy potansiyeli olarak ele alındığı vahim hatası görülemedi. Tam da burada oy deposu olarak görülen kitlelerin devrimdeki rolünün unutulduğu ortadadır.

Daha eklenebilecek çok şeyler yazılabilir. Fakat öz olarak çıkan sonuçlardan ve yukarıda ifade edilenlerden yola çıkıldığında dahi, reformizm ve uzlaşmacılıkla yürütülecek ideolojik mücadelenin önemi tartışmasız yerdedir. Okun sivri ucu burayadır. Diğer yandan devrim mücadelesinin gelişimi açısından güçlü bir kitle zemini mevcuttur. Fakat kitlelerle ve mücadele dinamikleriyle ilişkilerdeki kopukluk, bürokratik ilişkilenme bunun engelidir. Bu nedenle kitle çizgisindeki aşınmanın giderilmesi öncellenmelidir. Çünkü, devrim kitlelerin eseridir…

Devrimi Hisset….

Fabrikada, atelyede, tarlada, kamusal alanda sokakta yada bir eylemsellik anında hakkını arayan, direnen, basın açıklaması yapan işçi-emekçi çalışanla kurulan ilişkinin eylemle-eylem anıyla sınırlı dayanışmacı niteliğinin devrim mücadelesi açısından yetersizliği ve sınırlılığı 2023 yılının öğretici özetlerindendir. Direnişteki yada sokakta hakkını arayan işçi, emekçi, öğrenci evine-mahallesine döndüğünde sistemle, devletle, devletin yerel aktörlerinin ve esas olarak tarikat ve cemaatlerin, din simsarlarının, bunların uzantısı derneklerin insafına terkedilmemelidir. Sistemi, devleti veya iktidarı güzelleyen, yanında getirdiği erzak poşetiyle veya cüzi miktardaki nakdi yardımlarla, “kader ve fıtrat”ı beyinlere işleyen, olmadı aba altından sopa göstererek tehdit ve şantajlarla, “mahalle” baskısıyla halkı mücadeleden uzaklaştırmaya çalışan tarikat ve cemaatlerin ve onların uzantısı derneklerin emekçi-yoksul halkların ve kendiliğindenci mücadelenin her bir parçası/öğesi üzerinde oluşturduğu bu ideolojik hegemonya, gerici baskı ve kuşatma tek tek bu öğelerin-direnişlerin karlılık göstermesine, kendisini daha ileride örgütlemesine engel olduğunu görerek, halk kitleleriyle, mücadeleci direniş odaklarıyla kurulan ilişkiyi yeniden tanımlamak zorunludur ve bu ilişkiyi yeniden-devrimci militan tarzda kurmak gereklidir.

Örgütlenme çalışmalarında ziyaret edilen direniş alanlarının yada grev çadırlarının, destek olunan basın açıklamalarının, mitingler, salon etkinlikleri ve yürüyüşlerin, dayanışmacı etkinliklerin mücadeledeki yeri önemlidir. Fakat örgütlenme çalışmalarını bu mekanlarla ve bu eylemlerle bu kadarla sınırlamak kendini dayanışmacılıkla sınırlayan bürokratik çalışma tarzından öte bir şey değildir. Ki bu aynı zamanda kitlelerin devrimdeki rolünü küçümseyen üstenci siyaset tarzıdır.

Yapılması gereken yaşamın tüm alanları hedef alınmalı, işçiyle yalnız direniş çadırında veya fabrika önünde değil, öğrenciyle yalnız okul önünde, kampüste değil, kadınlarla, LGBTİ+’lerle basın açıklamalarında yada yürüyüşlerde değil, Kürt ulusuyla yalnız eylem alanında, salon etkinliğinde değil esas olarak ta onların yaşam alanlarında, evinde, mahallesinde, semtinde ilişkilenmeyi sürdürmek, sırf demokratik alanda değil esas olarak ta illegal alanda örgütlenmesini hedeflemek militan devrim mücadelesinin de mantığıdır, gereklidir. Grev çadırlarını ziyaret etmek, yürüyüşlere katılıp destek olmak, mitinglerde, basın açıklamalarında yer alarak tavır belirtmek, semt pazarlarında bildiri dağıtmak, esnaf ziyareti yapmak, metro başlarında ajitasyon çalışması yürütmek, toplu gazete dağıtımını gerçekleştirmek önemsiz çalışmalar değildir elbette ve bunlar çeşitlendirilerek yürütülebilmelidir, fakat bunlar kendi başlarına ele alındığında esas olan çalışma tarzıyla ve illegal örgütlenmelerle buluşturul(a)madığında, halka dokunan devrimci siyaset tarzı belirlenemediğinde eksik bir çalışma yürütülmüş olur. Ve bu tarzla kitleselleşme başarılamaz, başarılsa da içi boş-kof bir kitleselleşme olur ve bu kitleler devrime seferber edilemez.

Yeni mücadele yılında devrim hissini diri tutmanın yegane yolunun maoist kitle çizgisiyle kitlelere dokunmaktan, onları örgütlemekten geçtiğini unutmayalım.

*Bu yazı ilk defa Maoist Komünist Parti’nin kitle yayın organı Sosyalist Halk Savaşı gazetesinin Ocak 2024/ son sayısında yayımlanmıştır. Yazıya https://maoistkomunistparti.org/sosyalist-halk-savasi sitesinden ulaşılabilir.

Önceki İçerikHalkın Günlüğü 37. sayı çıktı
Sonraki İçerikCoğrafya ve Mekânı Akılda Tutmak ve Ölümsüzlerimizi Unutmamak…