Durmaksızın okuyor ve geziyor. Tasmanya’nın yağmur ormanlarında gezmiş en son, papağan sürülerinin içinde otururken Patric White’ın Voss’unu okumuş. Işığı emip özümleyen, yalın, içsel bilince dönüştüren bir çaba. Neyi aradığı belli değil. Gerçeklik imlemini yitirmiş gibi bir hali var. Çayını yudumlarken,
“En son Tasmanya kaplanı 1933’de yakalandı,” dedi. “Üç yıl sonra Hobart Hayvanat Bahçesi’nde öldü. Onun ölmesiyle de insandan kaçan mazlum bir kaplan soyunun nesli tükendi.“
Suskunluğu bu sefer uzun sürdü. Kafasını göğsünden kaldırdı, köşedeki heykele dikti bakışlarını.
“Tasmanya kaplanı, Aboricinilerin kadim kaya resimlerinde yaşıyor artık,” diye mırıldandı. “Büyük babam da bir Zağros kaplanıydı. Onun yaşam öyküsünü öğrendiğimden bu yana, bilincime hapsedilmişim gibi hissediyorum kendimi hep.”
Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşuna bir nefer olarak katılmış dedesi. Cumhuriyete son veren darağaçlarının Çarçıra Meydanı’nda boy göstermesinden sonra, tutuklanmış, hapishanede ölmüş.
“Biri dünyayı kendine dert eder, biri de dünyanın derdi haline gelir,” diye sürdürdü. “Büyük babam, dünyayı kendine dert etti, ben ise derdi haline geldim dünyanın. “
Sesi, acıyı köklerinden emen bir ağacı çağrıştırıyor bana. İyi konuşamıyor. Konuşurken dilini, bilincini indirgiyor, keramet sahibi bir insan gibi titriyor, kendi bilinci haline geliyor. Eskiden olup da şimdiyi sancılandıran her şey acı veriyor ona. Olmamışı ve olacakları, incelmiş merhamet duygusuyla hayal ediyor, insanları uyaramadığı için de acı çekiyor. İnsanlardan çok, insanların kadrine uğramış varlıklara bakıyor. Bakışı derin ve ürkütücüdür, karşısındakinin iskeletine bakar gibi bakıyor. Ama yüzünde, yumuşak bir ışık, insandaki kerametlerin, illetlerin hassas farkındalığına ve vicdani muhasebesine dayanan bir ruh yüceliği var. Malsız mülksüz, yersiz yurtsuz. Dıral Dede’nin düdüğü gibi ortada kalmış. Önüne koyduğum her şeyi yedi, şişeyi dipledi.
“İnsanlar, ya bir devleti ele geçirmek, ya da bir devlet kurmak için savaşıyor,” dedim.
Elindeki çeğrek narı, kabuğuyla birlikte ağzına attı. Çiğnemeye koyuldu, yuttu, sessizleşti. Dipsiz kuyular arasında sürüp giden algı akışları, görünen yüzlerin görünmeyen yüzlere geri dönüşü… Kafasını kaldırdı, duvardaki gravürü süzdü.
“Bunca kan, devletsiz bir sisteme değer, ama bir devlete değmez,” dedi.
“Olmayacak şeyler söylüyorsun,’ dedim.
Gülümsedi. “Bütünlüğümü parçalamaya çalışan habis bir sonsuzluk duygusu var, o duygu söyletiyor bana bunları,” dedi. “Gelecek kuşaklara derin bir geçmiş bırakmanın başka bir yolu var mı?”
Cevap vermedim. Adamın akıl karanlığında, gözle göremediğim ama duyusal sezgiyle sezinlediğim bir güç duruyordu, varlığın dipsiz muğlaklığını, imkânsızlığın aklını kendine çeken, onu anlak ve anlamla donatan bir güç.
“Kürtlerin durumu, geçmişe nazaran şimdi daha iyi,” dedim.
Kafasını iki yana sallayarak acı acı güldü. “Kürtlerin zekâsı duygularına bağımlıdır,” dedi. “Sözü, sözün özüne değil, kıyafetine bakarak değerlendiriyorlar. Tarihleri bu yüzden aldanma ya da aldatılmadan ibarettir.”
Hafif çakırkeyfti. Kimliğinin karanlık dibine itilmiş, dilinden olmuş, kekemeleşmiş gibi bir hali vardı. Kalktım, şeytan yaması duygularla iki fincan kahve pişirmek zorunda kaldım. Laf olsun, torba dolsun babında,
“Talihin cilvesi, ne yapacaksın,” dedim. “Her şey gibi insan da zaman gelecek, kainatın kör noktasında yok olup gidecek.”
Fincanını tek höpürdetişte yarıya indirdi. “Ölümden korkuyor musun?” dedi.
“Korkmayan mı var.”
Sakalını sıvazlayarak düzeltti. Düşündü. “Ne garip,” diye mırıldandı. “Zerre zerre ölüyoruz bir ömür boyu, son zerreye ölüm diyoruz. Her zerreyi ‘Happy Birtday!’le kutluyoruz, son zerrede ağlıyoruz.”
Ayağa kalktı. Sallanıyordu mahya kandili gibi.
“Nereye?” dedim.
Bastonunu aldı, “Gideceğim,” dedi. Sevindim. “Kalsaydın bu gece,” dedim.
‘Olmaz’ anlamında iki yana salladı kellesini. Prostatlı olduğu için tuvalete sık sık gidiyor, işerken dışa değil, kendi içine doğru boşaldığı hissine kapıldığı için hedefi bir türlü tutturamayıp döşemeyi ıslatıyor, başıma iş açıyordu. Üstelemedim.
Merdivenleri inerken düştü. Elinde Derrida’nın ikinci el kitapçılardan aldığı ‘Çile’ si vardı. Kitap, tepeden aşağılara, koyu karanlığa doğru akıp düştü. Almak için gittiğimde,
“Dur gitme,” dedi. “Kitap, Mevcudiyet Metafiziği’nin kara örtüsünü yırttı, benim onu okumam gerekmiyor artık.”
Kaldırdım, bastonunu eline verdim. Süzgeci tıkanmış, ebleh bir zaman diliminin kıyısında durdu, gizemli anıştırmalar ve duyu ötesi mırıldanışlarla, kitabın düşerken karanlığı yırttığı yere doğru işedi.
“Durumumu mazur gör,” dedi. “Fikir kavramını, dil de zenginliğini yitirdi bu kıtada. Kendimi sürdüremiyorum artık. Olasılık kesinliğe dönüştü. Yakında gideceğim.”
Sesi kanamalıydı. Acıdım. Ölümü mü kastediyordu, yoksa uzak bir coğrafyaya gitmeyi mi.. “Nereye?” dedim.
“Bilmiyorum,” dedi.