Çok uluslu emperyalist kutuplaşmalar içerisinde ABD önderlikli küresel hegemonya bloğunun yarı- sömürgesi komprador tekelci kapitalist Türk devleti, faşizm karakterinden hiçbir şey kaybetmeden statükosunu devam ettirmektedir. Çünkü devletin faşizm niteliği, bizzat ekonomik ve sosyal, sınıfsal ve siyasal açıdan temel harçlarından biri olarak vücut bulmaktadır. Bu durum Türk devletinin aynı zamanda Türkiye- Kuzey Kürdistan ezilen ve sömürülenlerinden korktuğunun da bir işaretidir. Zira bir azınlık diktatörlüğüdür ve on milyonlardan öcü gibi korkmaktadır. Yoksa “koskoca” devlet aygıtını elinde bulunduran mezalim, niye faşist bir karakterde varlığını koruma güdüsüyle hareket etsin ki. Faşist devlet, ‘nasıl olsa şunun şurasında güllük gülistanlık geçinip gidiyoruz’ dememektedir. Aksine kendi gerici sistemini yaşatarak varlığını sürdürmek için tam da karakterine uygun olarak faşizmi teorik ve pratik politikalarında tekçiliği hayata geçirerek sağlamaktadır. Bunda yadırganacak ya da şaşılacak bir durum olmasa gerek. Yani tamamen kendi faşist karakterine uygun olarak rolünü oynamaktadır. Demek ki devleti elinde bulunduran egemen sınıf klikleri ve düzen partileri, devletin bekası için tekçi ve ötekileştirici korku duvarlarını da yaratarak durumunu korumak istemektedir. Bu açıdan “devlet babanın şefkati” de “tokadı” da onlar için kutsaldır. Ve kim devlete, askeri ve güvenlik birimleri başta olmak üzere onun temel kurumlarına yönelik saldırı gerçekleştirirse “cezalandırılmayı” hak etmektedir. Bunun içinde faşist niteliği gereği Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki halk kitlelerine vahşice saldırmaktadır. Burada önemli olan yanılgılı bir yaklaşımı vurgulayacak olursak. Kimileri parlamento ve onun bir işlevselliği olunca faşizmin söz konusu olmadığı- olamayacağı, feodalizm ya da yarı- feodal yapıdan kapitalizme geçince demokratikleşildiği ya da faşizmin geride kaldığı şeklinde subjektivizme düşmektedir. Ve özellikle ‘yetmez ama evetçilerden’ bazıları gerici devletin rüzgarına kapılarak faşist diktatörlüğün dümenine su taşımıştır. Aynı şekilde emperyalizme bağımlılık temelinde ekonomik gelişmeler karşısında burjuva demokratik devrim niteliğinde bir değişim yaşanarak ülkede faşizmin ortadan kalktığı şeklinde önemli yanılgılar içerisindedir.
Bilmeli ve kabul etmeliyiz ki burjuva diktatörlüklerinin ve tabii ki burjuva demokrasisinin bir biçimi de faşizmdir. Yoksa ondan köklü ve temelden ayrı ve bağımsız bir olgu kesinlikle değildir. Onun bir çeşit türevidir sadece. Bunun için “demokratikleşme” adları altındaki teorik ve pratik konseptlere ve uygulamalara aldanılmamalıdır. Hepsinin altında yatan, faşizm karakterinin hasıraltı edilerek gizlenmesi için algı yönetimleri ve manipülasyonlar yaratılarak kitlelerin aldatılmasıdır. Tasfiyeciliğin farklı versiyonlarda yürütülüp, ideolojik politik olarak uzlaşmacı reformizmin çizgisi ve yöneliminin geliştirilerek düzeniçileştirme hamleleridir. Bu kapsamda özellikle Türk devletinin kendisi faşist karakteri gereği bir yandan şiddet, baskı ve zulümlerinden bir adım geri atmazken, kitlelere ise bizzat halk sınıf ve tabakalarının Gezi- Haziran Ayaklanması’ndaki ve son süreçteki Kürt ulusu ve kitlelerin, devletin kurum ve kuruluşlarına yönelik son derece demokratik, meşru, doğru bir hak ve görev olarak şiddetinin ne kadar da “kötü ve asla affedilebilir yanı olmayan” bir şey olduğu yanılsaması yaratmaktan da asla vazgeçmemektedir. Öyle ya faşist Türk egemenlerinin “devlete şiddetle karşı gelenlerden hayır gelmez” ilkesi işlemektedir. Türk devleti havuç sopa siyasetini de sürekli izlemektedir. Bu bilinçle hakim sınıf kliklerinin hükümete geldiklerinde devletçi ve aşırı merkeziyetçi muhalefete düştüklerinde ise hür teşebbüsçü ve özgürlükçü kesilmelerinin aldatıcı yanı iyi görülmeli ve doğru kavranmalıdır. Ayrıca Türk hakim sınıf kliklerinden Sünni İslamın muhafazakar kesiminin hükümete gelmesiyle birlikte yaklaşık yüz yılllık geçmiş süreçlerinde kendilerine yönelik gerçekleştirilen baskı ve yaptırımlara karşı mağdur rollerine bürünerek var olan statükoyla artık sürdürülemez durumun yerine tekçiliğin yeniden üretimi kapsamındaki “Dersim Katliamı, ‘demokratikleşme’ ve ‘çözüm’ paketleri, Alevi Çalıştayları” vs şeklinde kullanılan argümanlar eşliğinde devreye konulan tasfiyecilik merkezli aldatıcı yanlar kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.
Bilinmelidir ki dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sömürü ve zulüm düzenleri, devrimci şiddetle paramparça edilip yıkılmadıkça, gerçek özgürlük ve kurtuluşa asla ulaşılamayacaktır. Mevcut sömürü ve zulüm düzenleri ve hükümetinden muhalefetine iktidarlarının devrimci şiddetle yıkılarak proletarya ve emekçilerin iktidarının kazanılması için “iktidar namlunun ucundadır” şiarı günümüzünde objektif zorunlu bir gerçeği ve doğru görevidir.
Özellikle son yıllarda “demokratik açılım, demokratik çözüm, barış, Kürt açılımı, demokratikleşme” vb argümanlarıyla çeşitli paketler enflasyonu kitlelere servis edilmekte ve bu yönlü politikalar hayata geçirilmektedir. Aynı öze sahip ve eskisinden esasta farklı içeriklerde olmayan ancak farklı cilalar ve soslarla pembeleştirilmiş “yenileri” de tedricen günbegün devreye konulmaktadır. Meclise getirilen son paket de tasfiyeci sürecin yasal hale getirilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir. Bunun mahiyetini ayrıca değerlendirme durumunda olacağımız için şimdilik geçiyoruz. Sünni Türk İslam bayrağı altında emperyalizmin ve onun şubesi haline gelen Türk devletinin tekçiliği yeniden üretme sürecinin yaşandığı şimdiki objektif koşullarda, tüm silahlı güçleriyle halk kitlelerine yönelik şiddetin hızından- yoğunluğundan bir şey kaybettirmeden sürmekte olduğu yeterince açıktır.
Ama halkımızın da deyimiyle korkunun ecele faydası yoktur. Zira ölümün ve zulmün üstüne yürüyerek gerçek başarı ve kazanımlar elde edilecektir. Bunun için de radikal devrimci militan çizgi ve yönelimden kopmamalıyız. Sosyalist Halk Savaşı stratejisi merkezi göreviyle devrimci militan bir duruş, konumlanış ve mücadele aşağıya değil daha da yükseltilerek ancak temsil edilebilir.