HEYKELLER

Kafam çatlıyor. Tetikleniyorum galiba. Dürtüselliğini yitirmiş, kara bir yaşam zemini üzerinde heykel rüyaları görmeye başlıyorum yine. Dünyanın en büyük heykellerinin dibinde buluyorum kendimi. Dün gece Brezilya’daydım. Kurtarıcı İsa Heykeli’nin dibindeki güvercine yem vereyim derken, heykel üzerime yıkıldı. Kollarını iki yana açan, otuz metrelik o dev düşüşten kafamı kıl payı kurtardım, soluk soluğa koştum. Yönü ve tiyneti bulanık, serkeş bir uğultunun içinde buldum kendimi. Kalemlerini pazara ve kargaşaya kaptıran bir yığın türedi yazarla binlerce Volgogratlı insan, 27 metrelik Lenin heykelinin boynuna geçirdiği zinciri çekiyordu. Ne olduysa zincir koptu birden, boynuma dolandı. Soluğum kesildi, kalbim daraldı. Gözlerimi açtığımda, yorganın altında olduğumu fark ettim. Kalktım, pencereleri açtım, yarım bardak keçi sütü içtim, ferahladım biraz. Sabaha doğru tekrar uyudum. Güvercin sürüleri göründü ilkin. Sonra birden her şey karardı. Yalnızlığın dibi gibi ıssız, aksakallı cüce bir adam, beni işaret parmağıyla, siyasetin kılıç ucu gibi parıldayan uyarıcı sinüs düğümüne doğru yönlendirdi. Yürüdüm, dört heykelin arasında buldum kendimi birden. Önümü, Cengiz Han’ın dev atlı heykeli, arkamı elinde kılıcıyla Bismark, sağımı Büyük Petro, solumu ise 18 metre yüksekliğindeki Bavyera Patron Evliyası Heykeli tutmuştu. Aksakallı gibi cüceleşmeyi, ayaklarının arasından sıvışıp kaçmayı düşündüm. Beceremedim. Dördü de üzerime yıkıldı. Uyandığımda, mihr ü muhabbet kuşu ötüyordu ve ter içindeydim sırılsıklam. Kalktım, penceremden taşan gün ışığına verdim alnımı. Arkadaşım Winona geldi aklıma. Kahvaltımı yapıp ona gideyim dedim.

Her zamanki gibi atölyesindeydi Winona; bronz, alçı, ağaç, alüminyum ve demirden yaptığı heykellerin içinde… Yeteneğin biricik kudret olduğuna inanan ve kişiliğini, kendi doğasıyla çatışa çatışa biçimlendiren bu bronz leydiye karşı, kimyası belirsiz bir ilgi filizlenmişti yüreğimde. Aynı yaştaydık. Kubbesi yıkılmış ama mihrabı hala yerinde, şuh, güzel bir kadındı. Kahvemi getirdi, “yorgun görünüyorsun,” dedi. Son geceki de dahil, zaman zaman gördüğüm heykel rüyalarını anlatmaya başladım. Beni arada bir gülümseyerek, ama ilgiyle, kalbimde yoğunlaşarak dinledi. “Gördüklerin hep yüksek militer heykeller mi? Artistik heykeller, kesik kollu Milo Venüsü veya Rodin’in ‘Düşünen Adam’ı gibi heykeller de görüyor musun?” dedi. Sadece bir kere, Picasso’nun çok sevdiğim keçi heykelini gördüğümü, onun dışında, genelde hep dev militer heykeller gördüğümü söyledim, örnekler verdim. Bunun nedeni üzerinde düşünüp düşünmediğimi sordu. Çobanlığımdan, içimden geçen ve beni sürüsüne sayan koyun sürülerinden, ‘at, avrat, pusat,’ kültüründen söz ettim, “bunların etkisi mi acaba?” dedim. Düşündü, “sanmıyorum,” dedi. “İslam ülkesi olduğunuz için sizde fazla heykel de yok. Saplantının kaynağını, Avrupa ve Avustralya sokaklarında gördüğün dev heykellerde aramak gerekiyor.” Winona’ya yanıldığını, bizde yüz binden fazla Atatürk heykelinin olduğunu, bunların bir kısmının atlı, kılıçlı, tabancalı bir biçimde sokaklara dikildiğini anlatmaya çalıştım. Kaşlarını çattı. “Bu heykellerden birisi senin veya bir başkasının üzerine yıkıldı mı?” dedi. “Hayır,” dedim. Aklıma birden Mahsum Korkmaz’ın heykeli geldi. Ülkedeki yüz bin heykelin, bir anda harekete geçtiğini, Fırat’ın ötesinde ilk kez dikilmiş bir Kürt heykelini yıktığını ve bu yüz bin heykelin ayaklarını, bronzdan dev bir potin haline getirerek, yıkılan Kürt heykelinin alnına basıp medyaya poz verdiğini anlattım. “Ne demek istediğini anlayamadım,” dedi. Açıkladım. Bilinç ve ruh yırtılmasına uğramış gibi sessizleşti. “Büyük babamı anımsattın bana,” diye mırıldandı. “Gelibolu’da sıradan bir asker olarak savaşmış, yaralanmış bir insandı. Ömrünün son yıllarında Tanrıya olan inancını yitirdi ve tüm Anzak heykellerine karşı çıktı. Belediyelere gidiyor, kahramanları, bilinmeyen, özverili yaşamlarla birlikte, yani kahramanları kahraman haline getiren gerçek kahramanlarla birlikte, mütevazi bir müzede anımsatmanın öneminden söz ediyor, onlara somut öneriler sunuyordu. Onlar ise, sokaklara dikilen Anzak heykellerinde herhangi bir kahramanı öne çıkarmadığını söyleyerek kibarca reddediyorlardı önerileri. Anlayamadık onu. Hayatı kalbiyle bilen, anlayan bir insandı, su gibi sitemsiz, şikayetsiz akıp gitti.” Önündeki kataloğun sayfalarını çevirdi. “Büyük babam sanırım insanların, özgürlük için savaşan irili ufaklı tüm adsız kahramanlarını, kahramanlıklarını bir kahramanın kişiliğinde hiçleştirerek güç haline getirdiklerini ve o gücün dilden dile aktarılarak efsaneleşen otoritesine sığındıklarını düşündü. Rahatsız oldu böyle bir durumdan. Gerçek özgürlüğün Tanrısı olamaz, diyordu sık sık.” Yeniden kataloğa çevirdi bakışlarını, kaldırdı, Henry Moore’a ait soyut bronz ve mermer heykelleri gösterdi. “Bunlar beni çıkarsama çabasına düşürüyor, düşündürüyor, güzellik ve özgürlük duygusu yaratıyor bende. Burada som güzellik var, gölgesine sığınacağımız bir kurtarıcı yok. Artistik ilhamın kaynağı bunlar. Avrupa ve Amerika sokaklarını militarize eden dev heykellerin yerlerini bunlar ne zaman alacak bilemiyorum.”
“Rüyalarımı bir de doktoruma mı anlatsam,” diye mırıldandım kataloktaki heykellere bakarken. Kafasını iki yana salladı Winona. “İlaçlardan yapılmış dev firma heykellerinin altında kalmak istiyorsan git anlat,” diye gülümsedi.
 

Formun Üstü

 

Formun Altı

 

yanlılık, yanılgılara ve katılığa karşı en iyi güvencedir” sözünü hatırlatmanın da fayda etmeyeceğini biliyoruz.

 

Evhamlıdırlar… Tarihin bütünsel ve doğru kavranışından uzak, idealist tarih anlayışına sahip dogmacıların evhamları, gerçeğin şiddetli saldırıları karşısında tuzla buz olmaya mahkûmdur. Her şeye karşın Maoist tutsaklar farklılıkları ve değerleri özenle korurken, Maoist kültüre saldırma cesaretini gösterip, yalan-yanlış bilgilerle dezenformasyon/manipülasyon yapan bu doğmacılara gerekli yanıtı vermeyi ihmal etmeyecektir. Sonuna kadar ideolojik mücadeleyi sürdürüp, hiç de masum olmayan gerçek niyetlerini deşifre edileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.

Yaşanan sorunla beraber, olay ve olguların nesnel kavranışı, aynı zamanda sağlam bir temele oturtulması, sorunlarımızın çok yönlü ve derinlemesine anlaşılıp, kavuşturulmasını sağlayacağını biliyoruz.

Yılmadan, ısrarla ideolojik mücadeleye devam!

Önceki İçerikMODERN PROKRUSTESLERE KISA BİR BAKIŞ
Sonraki İçerikYAKLAŞAN GENEL SEÇİMLER ÜZERİNE!