Taksim-istiklalde patlayan bombanın, Kürt ulusuna karşı geliştirilen işgal hareketini genişletme ateşleyicisi olduğunu fark etmek için çok zaman geçmesine gerek kalmadı. Bir haftasını dahi doldurmadan Güney ve Batı Kürdistan’a eş zamanlı gerçekleşen kapsamlı saldırıyla, İstiklal’de ateşlenen fünyenin hedefi birleşiyordu ve öncesinde devrimci-ilerici güçlerin bu hususta yaptığı değerlendirme ve uyarıların ne kadar isabetli olduğunu ortaya çıkardı.
Faşist “T.C.” iktidarı, 19 Kasım gecesi, Afrin’e bağlı Şehba, Şera, Şerava ve köylerine, Minbiç, Kobane, Gire Spi, Amude, Qamişlo, Rimelan, Derik, Til Koçer, Til Temir, Ayn İsa, Heseke, Derezor ve buraların yerleşim alanları dahil tüm Rojava’ya ve Güney Kürdistan’daki gerilla mevzilerine karşı adına “Pençe-Kılıç Hava Harekâtı” dediği yeni bir işgal saldırısı başlattı. Son askeri işgal hareketi öncesi, Güney Kürdistan’da işgal, 18 Nisan’dan beri “Pençe-Kilit Operasyonu” adı altında, Rojava’da ise SİHA/Dronlarla suikast saldırılarını kesintisiz sürdürüyordu.
19 Kasım gecesi başlatılan ve Güney Kürdistan’daki gerilla mevzilerinin olduğu tüm alanlar ve Rojava’nın tümü “Pençe-Kılıç” adı altında bir operasyonla birleştirilerek hedef alındı. “T.C.” devleti ilk defa bu kapsamda, bu büyüklükte ve bu derinlikte bir işgal saldırısı başlattı. Daha önceden gündeme gelen 2019 yılının Mayıs’ında başlatılan “Pençe 1, Pençe 2, Pençe-Kartal, Pençe-Kilit” operasyonlarının hedefi yalnızca Güney Kürdistan’daki gerilla mevzileriydi. Rojava ve Güney Kürdistan’ı içine alan “Pençe-Kılıç” işgal saldırısıyla faşist “T.C.” devletinin yeni bir hamle gerçekleştirdiği, saldırılarını yeni bir boyuta taşıdığı tartışmasızdır.
Özellikle, Rojava’nın tamamına yayılan ve yürütülen işgal saldırısının kapsadığı alan, saldırının derinliği, hedeflenen yerler, saldırı planlanmasındaki ayrıntılar incelendiğinde, işgal saldırısının uzun bir çalışmaya, toplanan istihbaratın tasnifine, ayrıntısı-sonuçları düşünülen planlamaya ve en önemlisi de bir sonraki saldırı için zemin hazırlamaya dönük olduğu görülebilir.
Uzunca zamandır dillendirilen kara operasyonuna, alanda etkin olan ABD ve Rusya emperyalizminin bölgedeki dengelerden hareketle izin vermemelerine rağmen, “T.C.” devletinin sesini biraz kısmak için suikast saldırıları için onay verdikleri, dahası bazı somut istihbarı bilgileri de paylaştığı biliniyordu. Aynı şekilde, 19 Kasım gecesi başlatılan işgal saldırısında da hedef alınan ve bombalanan yerler dikkate alındığında, toplanan istihbaratlarda ABD ve Rusya emperyalistlerinin hatta Suriye rejiminin de desteği olduğu açıktır. Emperyalistlerin ve bölge gerici iktidarların bugüne kadarki pratiklerinden hareketle bunları yadsımak olanaksızdır.
Yapılan işgal saldırılarının ABD ve Rusya emperyalistlerinin bilgisi dışında geliştiğini sanmak, bölgede emperyalist güçlerin gerek kendi askeri gücü ve gerekse de bölgedeki güçler üzerinden oluşturduğu denklemleri göremeyen siyasal öngörüsüzlük olur. Bölge üzerinde yapılacak bir askeri operasyonun emperyalistlerin onayı olmadan gerçekleşmeyeceğini artık dillendirmeye dahi gerek yoktur. Bu bakımdan, başlatılan bu işgal saldırısının boyutu, kapsamı, derinliği ve hedefleri ve amaçları özellikle ABD ve Rusya emperyalistlerine sunulmuş, onayları alınarak uygulanmaya geçilmiştir. “T.C.” nin işgal saldırılarında hava sahasının açılması, askeri hareket açısından önemli istihbaratın sağlanması ve ABD başta olmak üzere, emperyalist haydutların “Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamasını anlıyoruz” minvalinde desteklerini beyan etmesi, Rusya ve ABD’nin bu işgale onay verdiklerinin teyididir.
Emperyalist bölgesel stratejilere açılan alan ile “T.C.” nin Kürt ulusuna karşı tarihsel düşmanlığı, bu gerici güçleri saldırganlıkta bir paydada buluşturmuştur!
Genel emperyalist hegemonya açısından cereyan eden fiili durum ele alındığında, ABD-AB emperyalist bloğu ile Rusya-Çin kutbu arasında, askeri-ekonomik-diplomatik alanda derin çatışmalar yaşanmaktadır. Birçok coğrafyaya yayılmış ve dünyayı etkileyen somut emperyalist savaşlar da bu derin dalaş ve hegemonya çatışmalarını tarif etmektedir. Özellikle Ukrayna’da, askeri-ekonomik olarak ana aktörlerin fiili emperyalist savaşın yürütücüleri olduğu gerçeği ele alındığında, emperyalist kutupların açık kriz sonucu, keskin stratejik çıkarlarda karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Bu derin çatışma hali, emperyalist güçlerin bazı bölgesel konjonktürlerde “uzlaşmayacakları” anlamına gelmez. Böyle bir mekanik yaklaşım, emperyalizmin doğasını kavramamak olur.
Özellikle Ukrayna savaşında tıkanan emperyalist stratejiler, bölgesel denklemlerde yeni hamleler yapmalarına neden olmaktadır. Ve Ortadoğu-Suriye, bu hamleler için hazır bir alandır. Rusya-Çin bloğu, “Astana Mutabakatından” bu yana, esasta “T.C.”, İran, Suriye (Esad rejimi) üzerinden bölgesel stratejisini planlamakta ve bölgesel diğer güçleri bu denklemde hegemonya stratejisine bağlamaya çalışmaktadır. Ukrayna’daki emperyalist savaş, bölgedeki emperyalist çatışmaların bir biçimidir ve geniş kapsamlı emperyalist paylaşımın bir ayağıdır. Yani genel bölgedeki her gelişme Ukrayna’yı içine aldığı gibi, Ukrayna’daki her süreçte direk emperyalistlerin bölgesel politikalarını belirlemektedir. Ukrayna’daki emperyalist savaşta, “dengeler” bir gücün lehine evrilmediği için, bölge üzerinden kurulacak yeni denklemlerle hamle üstünlüğü sağlanmaya çalışılmaktadır.
Rusya, NATO’ya karşı “T.C.” yi yanında tutmak için, tahıl ve enerji sevkiyatında rol vermekte, ama hemen ardından, Esat ile barışma ve bölgedeki cihatçı güçlerle ilişkisini kesme şartı koymaktadır. “T.C.” Esat ile barışma konusunda efendisine itaat ediyor ama bunu kayıtsız şartsız değil, bazı tavizler koparma amacıyla pazarlık masasına koyuyor. Esad ile “barışmayı”, Kürt ulusunun kazandığı ulusal demokratik haklarla ezme stratejisi, bu pazarlığın temel ayağı. ÖSO içinde örgütlediği ve Efrin, Güney Kürdistan işgali, Azerbaycan, Libya, Mısır sahasında karanlık askeri güç olarak kullandığı cihatçı çeteleri, savaş süreci içinde zayıflatma ve etki gücü kırılmış vaziyette denetiminde tutmak için, direk ilişki kesme yerine bir süreç planlaması ile zaman istemek, pazarlığın diğer ayağı.
“Suriye’nin toprak bütünlüğü” politikasının karşılığı olarak, cihatçı güçleri tasfiye etme, Rojava Kürdistanı’nı Esat rejimi ile birleştirme, Rusya’nın bölge siyasetinin bir parçasıdır. Ama Esat rejimine karşı dinamiği kırılmış, kuşatma ile bu politik eksene “mecbur” bırakılmış bir Rojava. “T.C.” nin işgal saldırıları bu konuda Rusya’nın planına uymakta ve askeri güç kullanımına rıza göstermektedir. Yani Rusya bir taşla iki kuş vurmaktadır. Hem “T.C.” yi yanında tutmakta hem de, bölge planı ekseninde bir güç olarak harekete geçirmektedir.
ABD emperyalizmi, “T.C.” Esad yakınlaşmasından huzursuz olduğu gibi, Kürtlerin Esat ile yakınlaşmasını da istememektedir. Bundan dolayı, savaş ve çatışma hali ile bu çelişkileri kaşımak, bölgedeki kaosu derinleştirmek istemektedir. “T.C.” nin, geniş alanda Suriye askeri gücünü de vurması, savaştaki “kaza” değil, ABD ile kurulan ilişkinin gereğidir. Yani “T.C.” iki emperyalist bloğun işine yarayan askeri operasyonlar yaparak, bir yandan kutuplar arasındaki çelişkilerden faydalanmakta, diğer yanda gelişen sürece göre hangi kesimle daha ileri düzeyde çıkarlarını icra edecekse, o güçle ilişkiyi sürdürme dinamiğini elinde tutmak istemektedir. “U” dönüşü ile Sisi, İsrail ile “barış”, tahıl ve enerji transferinde ABD-AB emperyalistlerine verilen öncelik, bu ilişkilenmeye sadece birer örnektir.
Emperyalist güçleri, “T.C.” nin Rojava (Güney Kürdistan işgali bunlara ek olarak daha farklı konsept üzerinden gelişmektedir) saldırında ortaklaştıran planın özü budur. AKP-MHP iktidarı bu işgali gerçekleştirirken, ana yöneliminin Kürt ulusunu, bölgesel denklemlerde oluşan demokratik ulusal hakları ile birlikte, inkâr ve imha siyaseti ile tasfiye etmektir. Bu anlamda işgali elinden geldiğince yaymaya çalışacaktır. Ama bir yerden sonra, Kürtlerin direnişi esas halka olmak üzere, emperyalistlerin çizdiği sınır duvar olacaktır. Tüm bu gerilen hatlar, yeni çatışmaları gündeme getirmesi kaçınılmazdır. “T.C.” bu gerilim hatlarından az zararla çıkmak için, özellikle olası kara hareketinde, ÖSO’yu aktif olarak sahaya sürecek, savaşta yıpratıp cihatçı güçlerin, bölge politikasına direnç gösteren dirayetini zayıflatmak isteyecektir. Çünkü “T.C.” nin Rusya eksenli “yeni” yöneliminden, sözler verdiği, savaşta kullandığı cihatçı güçler rahatsızdır ve bu “T.C.” ile cihatçı güçler arasındaki çatışmalı durumu mayalamaktadır.
Taksim provokasyonu ve Batı Kürdistan işgali!
İç siyasette ve dış siyasette tıkanan ve rıza üretme barutunu tüketen faşist iktidar zor ve şiddet araçlarına daha çok ihtiyaç duyuyor, baskıcı yasaları genişleterek yaşanan gerçeklerden, ekonomik-siyasi krizden ve onun toplumsal sonuçlarından kendini koruyacağını sanıyor. Özellikle seçim süreci yaklaştıkça buna daha çok ihtiyaç duyuyor. 2015 Haziran seçimlerinde yaşadığı kâbusu bir daha yaşamak istemiyor. Bu nedenle, faşist niteliğine uygun her adımı atmaktan, komplolara, katliamlara, provokasyonlara başvurmaktan, işgal saldırıları gerçekleştirmekten çekinmeyeceği açıktır. Fakat bu niteliğin, bu siyaset tarzının yalnızca iktidardaki faşist AKP-MHP iktidarına özgü olduğunu sanmak büyük bir hata olur.
Egemen sınıflardan, bu sınıfların temsilcilerinden iktidarı ve muhalefetiyle her türden ve renkten burjuva gerici sınıflar bu özelliğe sahiptirler. “T.C.” devletinin kanlı tarihine bakıldığında, farklı tarihlerde, farklı egemen sınıf kliklerinin iktidar koşullarında diğer uluslara, farklı inançlara, devrim ve demokrasi güçlerine, ötekileştirilen tüm kesimlere yönelik komploları, provokasyonları, katliamları görülebilir. Bu tüm biçimleriyle burjuva gerici egemen sistemlerin ve ayırımsız tüm egemen sınıfların tartışma götürmeyecek kadar net niteliğidir. Ve bu niteliğin, sınıfsal çıkarları adına, iktidar uğruna yapmayacağı komplo, başvurmayacağı provokasyon ve gerçekleştirmeyeceği katliam olmaz-olmamıştır da.
19 Kasım işgal saldırısı öncesi gündeme gelen ve işgal saldırısına da gerekçe yapılan Taksim-İstiklal Caddesi’ndeki kanlı provokasyon bunun en son örneğidir. “Sınırın öte tarafına geçip sınırın bu tarafına bir-kaç füze atmayla” sınır ötesi saldırıları meşrulaştırmayı hedefleyen aklın burada da devrede olduğu ortadadır.
Faşist AKP-MHP iktidarı yaşanan ekonomik-siyasi krize bir çözüm bulmuş değil. Toplumun alım gücünde ve refah seviyesindeki düşüşle beraber temel ihtiyaç maddelerine peşi sıra gelen zamların bunalttığı bir toplumsal yapıyla karşı karşıya. Toplum, patlamaya hazır bomba misali yalnız iktidar açısından değil, devletin “bekası” açısından iktidarı ve muhalefetiyle tüm egemen sınıflarını da tehdit ediyor. Ve bu süreçte toplumun yaralarına dokunan, gerçekçi çözümler sunan kesimlerin, toplumun rızasını alacağı ve peşinden gideceği de muhakkak. Geçmiş deneyimler ışığında eklemek gerekir ki, bu süreç aynı zamanda iktidar kliğinin provokasyon ve komplolarına açık, her türden kitle katliamlarını gündeme getirerek seçim sürecini sabote/manipüle edebilecek zemini de barındırıyor.
Dış siyaset açısından da durum pek farklı değil. Faşist iktidarın “yeni Osmanlıcılık” hayallerinin üzerine toprak serpildi ve bu hayali üzerinden politik argümanlar açıkça beyan etmiyor. Ama burjuva pragmatizminden beslenen siyasetin gerici-faşist iktidar elinde nasıl bir şekle büründüğüne örnek vermek gerektiğinde AKP-MHP faşist iktidarının ilk sıralarda yer alacağı tartışma götürmez. En azından izlenen dış politika bunu güzel örnekliyor.
Uluslararası alanda, esasta da bölgede emperyalistler arası çelişkilerden faydalanarak Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Ege’de ve Kafkaslarda (ve elbette Balkanlarda) eski Osmanlı’nın mirasını hortlatmaya çalışan faşist iktidar, bura devletlerin iç işlerine karışacak kadar ileri gidiyor, “eş başkanlık, büyük abi” rolünde, bura çatışmalarına dahil oluyor. ABD ve AB emperyalizmi karşıtı güçlerle kurduğu ekonomik, siyasi, askeri ilişkilerin emperyalist efendilerinin eleştirilerine-yaptırım tehditlerine rağmen devam ettirmesinin arkasında emperyalistlerin kendi aralarındaki ve bölgeye yansıyan çelişkileriydi ve faşist iktidar bu çelişkilere oynayarak kendine yer edinmeye, “yeni Osmanlıcılık” hayallerinin peşinde koşmaya çalıştı.
Fakat izlenen bu dış politikalar sonucunda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suriye gibi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bölgenin önde gelen devletleriyle ilişkiler koptu, dahası rest çekmeler eşliğinde (öncesi ve sonrasıyla C. Kaşıkçı davası, Mürsi, One Minute, Mavi Marmara, IŞİD ve cihatçılar, Esed vb.) özellikle Erdoğan ve ona bağlı medya tarafından bölge devlet liderlerine karşı “katil, zalim, diktatör” gibi ithamların yapıldığı bir aşamaya gelindi. Elbette ki bu ithamların, gerilen ikili ilişkilerin bir maliyetinin hem ekonomik hem de siyasi karşılığının olmaması beklenemezdi.
AKP’nin hükümet olduğu ilk yıllarda bölgeden ve diğer merkezlerden gelen petro-dolarların, siyasi desteklerin ardı arkası kesilmemiş, akan bu desteğin marifetiyle sermaye merkezlerinde görülen hem ekonomik hem de siyasi canlanmada zayıflama, sonrasında ise, bu kavgalı durumla birlikte yavaş yavaş sönümlenmeye, ekonomik olarak daralmaya, uluslararası alanda “yalnızlık” sendromu yaşanmaya başladı. Ve gelinen aşamada olduğu gibi, sıcak para girişine endekslenmiş ekonomi sürdürülemez duruma gelmiş, ekonomik kriz gizlenemez düzeyde iktidarı zorlamaktadır. Bu zorlanma, siyasi krizleri de tetikleyen, iktidarın geleceğini tehlikeye sokan bir hal almaya başlaması nedeniyle, burjuva gerici siyaset pragmatist kirli yüzünü, politikasının ana dinamiği haline getirdi.
Yaşanan “U” dönüşleri burjuva pragmatist siyaset olarak hem kirli hem de kanlıdır. Bu “U” dönüş iktidarın yaşadığı ekonomik-siyasi sıkışmışlıktan bağımsız değildir, faşist iktidarın niteliğine uygun bir siyaset tarzıdır ve bu türden hamleler iktidarın (ve tüm burjuva gerici iktidarların) selameti açısından kaçınılmazdır. Fakat bu “U” dönüşlerinin bir getirisi-götürüsünün olacağı kesindir ve ekonomik-siyasi ilişkileri yeniden şekillendirecektir, bu da zamanla görülecektir.
İşte böylesi bir zamanda, iç ve dış siyasette yaşanan gelişmelerin iktidarı iç siyaset zemininde ve seçimler sürecinde dahada zorlayacak gelişmeler (bölgesel gelişmeler dahil) olduğu ve burjuva muhalefet cephesine yeni kozlar sunduğu tartışmasızdır.
Şöyle ki;
1.) Mahsa Amini’nin katledilmesinden sonra İran’da baskıcı gerici Molla rejimine karşı, kadınların öncülüğünde gelişen isyan dalgası, çeşitli toplumsal tabakaları da bünyesine katarak gelişti. Militan ve kararlıca devam eden, Molla rejiminin kırmızı çizgilerine de dokunmaya başlayan, gerçekleşen öğrenci ve işçi eylemleriyle başka bir muhtevaya bürünme potansiyeli taşımaya başlayan İran halkının isyanı, sadece İran rejiminin korkusu değil, tüm gericiliğin korkusunu ifade etmektedir. Komşu İran’ın baskıcı rejimine karşı gelişen ve yayılan bu militan protestolar sınırın beri tarafındaki baskıcı rejim olarak faşist iktidarında yakından takip ettiği gelişmedir.
İran’daki kadınların başlattığı direnişin ve mücadelenin konusu Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki kadınların mücadelesiyle örtüşmesi, bu her iki mücadelenin birbirini etkilemesi, birbirini motive etmesi ve gerici iktidarlar karşısında buluşması, sürecin trendidir. Uzun bir süredir barikatları da yıka yıka direnen kadın kurtuluş mücadelesinin taşıdığı devrimci potansiyelin, toplumun diğer dinamik kesimlerini aynı komşu İran’da olduğu gibi buluşturma-birleştirme veya ortak hareket ettirme dinamizmini taşıması, yalnızca faşist iktidarın değil, burjuva gerici sınıfların tümünün hesaba kattığı bir gerçektir.
Komşu İran’ı saran isyan dalgasından bir kıvılcımın sınırın beri tarafına düşmesinden kaygı duyulmaktadır. Bu en başta da kadın düşmanı politikalarıyla tescillenmiş faşist AKP-MHP iktidarının kaygısıdır. Komşudaki isyan, egemen sistem için bir tehlikedir ve tüm gerici egemen sınıfları birleştirmektedir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi, olmazsa bu tehlikenin bir süre uzak tutulması hedefiyle faşist iktidar iç siyasete dönük olarak toplumsal kesimlerin önceliklerine müdahale etmektedir. Her dönem geçer akçe-kurtarıcı simit olan “beka” sorununu, gündemin baş köşesine taşıyacak bir hamle, iktidara politik alan açacaktır. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nün yasaklanması, alana çıkan kadınların işkencelerle gözaltına alınması, tamda bu korkunun ürünüdür.
2.) Kürt ulusunu inkâr ve imha siyasetiyle ezmek, milli zulüm uygulamak, işgal ve ilhaklarla katliamlarla “terbiye” etmek, “T.C.” egemenlerinin kuruluş felsefesidir. “T.C.” ’nin genetik kodlarına işlemiş “tek vatan, tek bayrak, tek dil ve tek din”, faşist iktidarın besin kaynağıdır. Nerede olursa olsun, içeride veya dışarıda Kürtlere ve kazanımlarına duyulan düşmanlık, “sıtma” nöbeti gibidir. Öyle ki, Kürt düşmanlığı, Kürtlerin kazanımlarına duyulan hazımsızlık bir başka devletin iç işlerine müdahaleye neden olmakta ya da böylesi bir müdahaleye cesaret etmeleri ile sonuçlanmaktadır. Bu düşmanlık o kadar aleni ve gizlenemez boyuttadır ki, “T.C.” devleti savaş uçaklarıyla, tanklarıyla, obüsleriyle sadece sınır ötesi Kürt topraklarını, dağlarını bombalamıyor, Sur, Lice, Nusaybin gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki Kürt yerleşim yerlerini de bombalıyor-yakıp yıkıyor. Bu düşmanlık, Güney Kürdistan’a, Rojava’ya işgal saldırısı yapacak kadar gerçektir. Kendi yasalarının izin verdiği ölçüde kurulan, yasal zeminde hareket eden HDP ve öncellerini, seçilmişlerini, siyasetçilerini tutuklayacak, yasaklayacak, katledecek kadar köklü ve fütursuzdur bu düşmanlık.
Faşist iktidarlar, her dönem tıkanan siyaset, yaşanan ekonomik ve siyasi krizin ötelenmesinde toplumun dikkatini dağıtmak veya toplumun önceliklerini değiştirmek istediklerinde milliyetçi damara kan pompalamayı, milliyetçiliği kışkırtmayı, bu düşmanlıktan beslemişlerdir. Ve bunda ilk sırayı sürekli Kürt düşmanlığı alsa da Ermeni ve Rum/Yunan düşmanlığını da es geçmemek gerekir. Burada belirtmekte fayda var ki, esas olan faşist AKP-MHP iktidarının beka sorunu veya çıkarı değildir, faşist “T.C.” egemenlerinin Kürt ulusuna ve diğer ulus ve azınlıklara ve onların demokratik mücadelesine karşı stratejik duruşudur.
Fakat faşist iktidar, dün harekete geçirebildiği şovenist-ırkçı-milliyetçi tabanı bugün istediği biçimde ve kapsamda harekete geçirmekte zorlanmaktadır. Bu zorlanmayı aşacak yöntem nedir diye sorulduğunda, Taksim-İstiklal caddesinde gerçekleşen katliam vb. provokasyonlar örnek verilebilir. İç politikada zayıflayan desteği “düşman, terör, beka” argümanlarıyla tekrar oluşturmak için gereklidir de. Fakat burada çizilecek senaryonun yeri ve zamanlaması yalnızca iç siyasette kaybedilen desteğin sağlanması için hortlatılmak istenen milliyetçilikle sınırlı kalmaz. Dış siyasetinde kullanılışlı bir aparatı olur.
3.) İşgal saldırısından elde edilen ilk verilere bakıldığında, ilginç bir tablo ortaya çıkmaktadır. Saldırı esas olarak özerk yönetim ve onun askeri gücüne yönelik olmasına rağmen, alınan askeri kayıpların esas olarak Suriye ordusundan olduğu ortaya çıktı. Bu da göstermektedir ki, işgal saldırısının hedeflerinden biri de özerk yönetim ile Şam rejimi arasında gelişen ekonomik-yönetsel ve askeri ilişkilerdir. Suriye ordusunun hedeflenmesinde verilen mesajın tercümesi, “Kürtlerle, Özerk yönetimle bir anlaşmaya izin vermiyorum, Kürtlerin statüsünde kalıcı bir anlaşmayı kabul etmeyeceğim, eğer ısrar ederseniz sonuçlarına katlanırsınız” mealindedir. Uzunca bir zamandır üzerinde yoğunlaşılan, yerelden ve emperyalistlerden edinilen istihbaratlar üzerinden tek tek hedefleri belirlenen planlamaların, vurulan alt yapı tesisleri, askeri noktalar, kurumlar düşünüldüğünde, hatta, ABD askerlerinin bulunduğu noktanın 300-550 metre yakınına kadar isabetli atış yapacak istihbarata rağmen, Rejim askerlerinin “kazara” vurulmayacağı da açıktır.
4.) Faşist “T.C.” devletinin işgal saldırısında hedeflediği yerler dikkate alındığında, saldırıların planlı, programlı ve ileriye dönük yeni saldırıların önünü açan bir özellik taşıdığı görülecektir. Erdoğan’ın Meclisteki grup toplantısında sarfettiği “uçaklarla, toplarla, SİHA’larla yaptığımız operasyonlar sadece başlangıçtır” sözleri ve zamanı geldiğinde kara harekatının yapılacağını söylemesi gerçekleşen işgal saldırısının vurduğu hedefler göz önüne getirildiğinde bir yere oturmaktadır.
Hedeflenen noktalar arasında özellikle 30-40 km genişliğinde bir hat boyunca tespit edilmiş askeri noktaların, karargahların hedeflenmesi olası kara operasyonlarındaki hedefleri de işaret etmektedir. Seçilen hedeflere yönelik yoğun hava saldırılarının yapılmasıyla, hareket kabiliyetinin sınırlanması ve hedef haline getirilen mesafenin dışına itmek-QSD güçlerinin bölgeden uzaklaştırılmak istendiği açıktır.
Buğday depoları-silolarının, benzin ve gaz istasyonlarının, hastanelerin, önemli ikmal yollarının, ziraat kooperatiflerinin de hedeflenmesi ve vurulması alt yapı tesislerinin de hedeflendiğini göstermektedir. Günlük yaşamın sürdürülmesinde, ulaşımda, temel gıda ve mazot temininde yaşamı daha da zorlayacak bir ortamın oluşturulmasında seçilen hedeflerin esas olarak halkı huzursuz etmek olduğu ortadadır.
Buna ek olarak seçilen hedefler arasında sivil yerleşim yerlerinin de isabetlice seçildiği görülüyor. Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Asuri halklarının ortak yaşam alanları, birlikte yaşama arzuları ve Rojava’daki inşa sürecindeki birlikteliklerinin darbelenmek istendiği, seçilen yerleşim yerleri üzerinden halkın göçe zorlandığı, bölgenin insansızlaştırılmak istendiği ortadadır.
Tüm bunlar bir araya getirildiğinde 19 Kasım’da başlayan işgal saldırılarının seçilen hedeflerinden hareketle özerk yönetimin alt yapısını tahrip etmek ve halkta huzursuzluk yaratmak, halkla özerk yönetimi karşı karşıya getirmek ve özerk yönetimin kısıtlı olan olanaklarını daha da zayıflatarak yönetme kabiliyetini zayıflatmak olduğu söylenebilir. Buna ek olarak dikkate alınması gereken bir diğer hedefi de ileriye dönük kara operasyonları için ön hazırlık olarak, özerk yönetimin ve askeri gücünün hareket kabiliyetini ve kapasitesini, halkla ilişkilerin gücünü vb. tespit etmek olduğu açıktır.
İşgale karşı cepheden duruş, proletarya ve tüm ezilen halkların, işgale uğrayan Kürt ulusunun ortak mücadelesidir!
Seçim ve haksız savaşa endekslenmiş gündemlerin girdabında yönünü bulmaya çalışmak, burjuva liberallerin, sosyal şoven çizgilerin, “cumhuriyetçi” paradigmaların, revizyonist anlayışların siyaset tarzıdır ve sömürülen sınıflar, ezilen ulus-inançlar açısından bir kazanımı yoktur. Gündeme müdahale, bu anlayışlarla devrimci sonuç yaratmaz. Somut olarak “T.C.” iktidarının Güney ve Rojava Kürdistan’ını askeri olarak işgal etmesi haksızdır, bu savaş kirli bir savaştır. Türkiye proletaryası ve ezilen halkları, bu savaşın, gerici iktidar ayağı ile tarafı değil, ezilen ulusun meşru haklarını savunma boyutu ile tarafıdır. Ezen ulusun proletaryası ve emekçi halkları, ezilen ulusun özgürlüğünü savunmadan özgür olamazlar; bu gerçeklik sınıflı ilişkilerin olduğu tüm zamanların doğrusudur.
Son söz olarak tereddüt etmeden söylenmesi gerekeni söylemek gereklidir. Kürt ulusal hareketi, onun kadın ve erkek savaşçıları “T.C.” devleti ve onun iktidarına, yürütülen işgal saldırılarına karşı haklı ve meşru bir direniş veriyor, işgal saldırısına karşı, kendi topraklarını savunma hakkıyla savaşıyor. Faşizmin kimyasal silah ve bombalı saldırısına karşı, bedenlerini-bilinçlerini sipere yatırmaktan tereddüt dahi etmeyen bir direniş çizgisi, tarihin ilerleyen sayfasına mutlaka zafer yazacaktır.
Haklı, meşru ve kahramanca yürütülen bu mücadelenin zaferle sonuçlanması, faşizme geri adım attırması, Türkiye-Kuzey Kürdistan Devrimci-sosyalist güçlerinin, devrimci-ilerici düşünürlerin ve hareketlerin, yeterli düzeyde tutum almalarıyla doğrudan orantılıdır. İşgal ve haksız savaş, “T.C.” egemenler sistemi çıkarlarının, kan ve katliamlarla icra edilmesidir. Proletarya ve ezilenlerin bunda hiçbir çıkarı yoktur ve toplum projelerinde bu gibi haksızlıklara yer vermezler. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Her Türlü Ulusal İmtiyazlara-Eşitsizliklere Son” şiarı ile işgale-haksız savaşa karşı durmak ve ezilen Kürt ulusunun mücadelesini, devrim ve sosyalizm mücadelesiyle birleştirmek, haklı savaşla “halkların kardeşliğini” yaratmak, proletaryanın sınıf perspektifidir.