Bugün Türkiye’yi yöneten iktidar çok ortaklı, çok kanatlı, mafyatik-federatif bir ekiptir. Mafyatik-federatif bir ekip diyoruz zira, faşist de olsa ortada ne bir devlet kurumu ne de gelenekler bırakmıştır. Selefi Sultan Tayyip’in tek başına karar vermeye çalıştığı ancak diğer ortakların devreye girerek kendisini bir o yöne bir bu yöne çektiği tuhaf bir gelenek oluşturulmuş durumdadır. Irkçı milliyetçilikle bezenmiş, Osmanlı’nın yayılmacı politikalarına özenen bu iktidar, üzerine oturduğu anayasa ve yasalara bile riayet etmeyen bir iktidar olarak, gelinen aşamada toplumun önemli ölçüde tepki ve öfkesini toplamıştır.

 Nasıl toplamasın ki! Hırsızlığın, arsızlığın, talanın, yalanın ve envai türlü entrikanın baş aktörü durumunda olan herhangi bir iktidar kaçınılmaz olarak böyle bir tepkiye mahzar olacaktır. Özellikle Selefi Sultanın aynı konu üzerinde başka, başka tutumlar ortaya koyması, bir dediğini bir diğerinin tutmaması tepkilerin yükselmesinde önemli bir faktör olmuştur. Yoksulluğun derinleşmesiyle kitlesel itirazların yükselmesi neticesinde iktidarın çıkardığı baskıcı yasalarla her kesimden insanların gözaltına alınıp tutuklanması ve yüksek cezalara çarptırılması, öteden beri bu coğrafyada yaşayan insanların hiç de yabancısı olmadıkları hak ve adalet denilen kavramların tekrar tekrar ihlalinden başka bir şey değildir. Olan şudur ki hak ve adalet, bu iktidarla beraber daha kaba tarzda ve yeniden hasır altı edilmiş oldu. En son “Dezenformasyona Karşı Önlem Yasası” adı altında yürürlüğe koyduğu ucube sansürle iş adeta çığırından çıkarıldı.

Saymakla bitiremeyeceğimiz zulüm uygulamalarının bir nedeni de bu gerici saldırganlığı sınırlayacak olan devrimci-komünist kuvvetlerin halk kitlelerine henüz yeterli derecede önderlik yapacak durumda olmamasındandır. Doğal olarak toplumsal huzursuzluk önemli ölçüde, öz olarak şimdiki iktidardan farklı olmayan bir başka burjuva odak tarafından yedeklenmiş durumdadır. Açlık, sefalet, baskı ve zulüm ile demokratik ve insani yaşam haklarından bile yoksun olan halk katmanlarının, mevcut iktidardan kurtulma yolları arama arzusu anlaşılır bir durumdur. Ve bu nedenle halk kitlelerinin yöneldikleri “yeni kurtarıcılar” mevcut AKP/MHP iktidar koalisyonu karşıtı olmaktan öte bir söyleme sahip değiller. Ancak bu “yeni kurtarıcılar” halkın haklı ve yerinde olan kurtuluş arzusuna gerçekten cevap olamayacakları biz komünistler için bir sır olmasa da emekçiler bunlardan ciddi beklentileri var. Ve halkın Millet İttifakı’ndan beklentileri yüksektir. Halkın önemli bir kesimi AKP/MHP iktidar koalisyonundan kurtulmayı esas almıştır. Yaşadıkları kötü kaderi düzeltmenin adresi şimdilik “yeni kurtarıcılara” seçimlerde yetki vermek olsa da toplumsal mücadelenin yüzeydeki görünümden çok daha derinlerde birikmiş bir öfkeyi hissetmek çok da zor değildir. “Yeni kurutacılar” olarak politik sahnede umut dağıtan Millet İttifakı, bu öfkenin çok iyi farkında olmalı ki, ezilen kitlelerde biriken patlama olasılığını engellemek için seçimleri engelleyici bir fren olarak kullanmaktadır. “Bekleyin provokasyonlara gelmeyin, seçimlerle bunları göndereceğiz, sabır, aman ha… az zaman kaldı… Gibi propagandalar her gün, her saniye beyinlere işlenmektedir.

Engelleyici bir söylem olarak kullanılan sabır, sadece Millet İttifakı tarafından değil, demokratik-ilerici halk güçlerinin bazılarında da sıkça duyduğumuz argümanlarından biridir. Ha keza, bir dönem devrimci mücadeleye katılmış ve aydın geçinen bazılarınca Millet İttifakı ezilenlere kurtuluş adresi olarak lanse edilmektedir. Bu gibiler devrimci geçmişlerini değerlendirme adı altında, devrimci-komünist hareketi çarmıha gererek, temelsiz ve çürük saldırılarla halkı burjuva muhalefet saflarına çekmenin özel gayreti içindedir. Geçmişlerine sırt dönen bu gibi tövbekarların bugünün güncel sorunlarına çözüm aramak adına yaptıklarının taktik bazı önermeler olduğu sanılmasın. Bunlar adeta özel rol yüklenerek egemen sınıf devletinin kanlı tarihini aklamaya çalışmaktadırlar.

Bunların önerdiklerine doğru cevap vermek için öncelikle egemen sınıf devletinin kanlı tarihine kısa bir vurgu yapmamız şarttır. Geride kalan ama ne olduğu çok iyi bilinen üretilmiş sahte tarih genç nesillerce anlaşılmadan bunların maskelerini indirmek zor olacaktır. Belki bir tekrardan ibaret olacaktır ama özellikle genç nesillerin egemen sınıf devleti dediğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geride bıraktığı ve üstünü küllerle örterek unutturmaya çalıştığı kitlesel kanlı kıyımları anlatmak ve böylelikle şimdiki tövbekarların temize çıkarmaya çalıştıkları kanlı tarihi açıklamak yeniden bir görev olarak önümüze çıkmıştır. Bu nedenle egemen sınıf devletinin tarihine kısaca da olsa değinmekte fayda görüyoruz.

Güncel olması itibariyle Kasım ayında Seyit Rıza ve yol arkadaşlarının idam edilmeleri vesilesiyle, Dersim Soykırımı bir kez daha gündem oldu. Bu gündem vesilesiyle kendilerine sosyalistim diyen ve Dersim aydınları olarak geçinen bazıları yüzündeki maskelerini indirerek Seyit Rıza şahsında 1937-38’de kitlesel kıyıma uğratılan Dersimlilere hakaretler yağdırdılar. Ve üstelik bunlar sosyalizm ve ilericilik adına yapıldı. Soykırım yapan ve bu soykırımdan doğrudan sorumlu olan devletin kurucu liderini Dersim halkına; özellikle de genç nesillere şirin gösterip, halkın dostu olarak lanse etmeye çalıştılar. Ve tüm bunları modern, çağdaş, laik olduğundan hareketle yaptılar.

Bire kere söylendiği ve propaganda edildiği gibi Cumhuriyet Osmanlı’yı, hanedanlığı yıkmamıştır. Bu tez bir masaldan ibarettir, uydurulmuş açık bir yalandır. Tam tersine Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarının içinden ortaya çıkmıştır. Yıkmakla yıkıntılar içinden ortaya çıkmak tamamen iki ayrı niteliktir ve farklı bir değerlendirmeyi hak eder. Bir halklar hapishanesi durumunda olan Osmanlı İmparatorluğu hem iç çürüme nedeniyle ve hem de boyunduruk altında yaşamak zorunda bırakılan değişik halkların ve ulusların ayaklanmaları sonucu darmadağın olmuştu. Çeşitli emperyalist merkezlerin borçlarını geri alabilmek için yönetime doğrudan müdahale ederek adına Düyun-ı Umumiye dedikleri devlet içinde devlet oluşturmuşlardı. O dönemde ulus devletler modeli dünyada genel egemen bir eğilim durumundaydı. Ulusal bilinci gelişmiş baskı altındaki milletler bu tetikleyici nedenden dolayı ayağa kalkarak isyan etmişlerdir.

Merak edenler varsa Balkan Savaşları tarihine önyargısız bakıp bu gerçeği görebilirler. İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti denilen eskinin birçok açıdan devamı olan siyasal erk de bu dünya çapındaki genel eğilimin bir sonucu olarak Osmanlı’nın yıkıntıları arasında ortaya çıkmıştır. Ve üzerinde yükseldiği egemen ulus burjuvazisinin milliyetçiliğinin ve ırkçılığının doğal bir sonucu olarak, farklı dil, din, mezhep, ulus, azınlık ve işçi sınıfı ile halkın diğer katmanları için zulüm bir model olmuştur. Cumhuriyet denilen bu zulüm makinası, Türk ve Müslüman komprador burjuvazi tarafından, Osmanlı’da egemen durumundaki azınlık milletlere mensup Rum, Ermeni, Yahudi burjuvazisinin mallarına el koymuş ve daha baştan itibaren de emperyalizmle anlaşarak kurulmuştur.

Kimilerinin hala bize anti-emperyalist ve devrimci-ilerici burjuvazi olarak yutturmaya kalktığı Türk ve Müslüman komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfların temsilcisi olan Kemalist diktatörlük, daha başlardan itibaren azılı anti-komünist yapısı nedeniyle komünist hareketi ezdiğini bilmeyen/duymayan çok az olsa gerek. Ulusal Kurtuluş dedikleri savaşa katılmak için Sovyetler Birliği’nden Anadolu’ya dönen Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de boğdurma olayı, tarihin kayıtlarına geçen kirli, hileli ve toplu bir kıyımdır. Birçok kaynağın yanı sıra, sevgili Kenan Karabağ’ın 4 ciltlik “Kura Çözüldü” kitabının 4. cildinde belgelerle gerçekleri ortaya koyan çalışmasına bakmak, öldürülen komünistlerin ölümünden kimlerin sorumlu olduğunu anlamak yeterli olacaktır. Yine Kenan Karabağ’ın “Bir direnişin Öyküsü-Maria Suphi” çalışmasına bakılmasını öneririz. (Bilindiği gibi Maria Suphi, Sovyetler Birliği’nde Kurtuluş savaşına katılmak üzere dönen komünistlerden Mustafa Suphi ile evli, enternasyonalist komünist bir kadındır)

Büyük haklar vermekle övdükleri Mustafa Kemal’in kadınlara yaklaşımını anlamak için bu çalışmalara bakmalarını özellikle salık veririz. Maria Suphi öldürüldüğü güne kadar başına neler getirildiğini anlamadıkça bazı gerçekleri anlamak zordur, bunun farkındayız. Ve ayrıca İpek Çalışlar’ın “Latife Hanım” kitabının 283-284 sayfalarında, bize laik-çağdaş ve modern bir kişilik olarak anlatılan Atatürk’ün imam nikahıyla evlendiği ilk eşi Fikriye hanımın öldürülmesinde kimin/kimlerin sorumlu olduğunu anlamak için Fikriye hanımın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer’in dediklerine bakmayı salık veririz. Fikriye hanım Abbas Hayri Dinçer’in halasıdır ve Dinçer’in anlatımının kısa bir bölümünü aktarmak faydalı olacaktır:

 “…Babamın cesedi görmekte ısrar etmesine ve dava açma tehdidine karşı hakim aynen şöyle diyor. “Bu tabir şekvalar hakkınızda hayırlı olmayacak neticeler doğurabilir. Başınız sağ olsun Enver Bey. “Hayri Özdinçer’in söylediğine göre, babası daha sonra hasta hanede kalanları araştırmış ve “alçaklar, katiller vurdular beni” diyen bir kadının o gece hastaneye getirildiğini öğrenmişti” demektedir. (Latife Hanım. Sayfa 283.) İyi de Fikriye hanımı vurduran kim ola ki? Diyebiliriz ki, Cumhuriyet döneminde sarayda işlenen ilk kadın cinayeti Fikriye Hanım cinayetidir. Kadın duyarlılığı gayet yüksek olan şimdiki feminist hareketlerden kadınların ve orada burada Mustafa Kemal’in kızıyım diye övünenlerin bu olaya sessiz kalmalarını ve araştırmadan muaf tutmalarını neye yormalıyız? Ayrıca, çağdaş-laik-modern bir Cumhuriyetin kuruluşuna önderlik etmiş olduğunu ve bu saikten hareketle lideri bize anmayı önerenlerin ne diyecekleri de bir başka merak konusudur!

Devam edelim, 1920’lere kadar süren Süryani katliamının yanı sıra diğer milletler gibi demokratik haklarını kullanmak isteyen Koçgiri Kürtlerinden de insanlar topluca katledilmiş, köyleri yakılmıştır. Sonrasında bu devlet, Kürdistan coğrafyasında çok sayıda katliama imza atmıştır. Kitlesel kıyım zincirinin tümünü burada saymak istemiyoruz. Sayısı kalabalık olan kanlı kıyımların sadece bazılarına dikkat çekmekteki amacımız, kronolojik sıralamalar yapmak değildir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne dek saydığımız tüm toplumsal kesimlerin uğradıkları kanlı saldırıları görmezden gelerek, kötülükleri sadece son 20 yıla ait göstermeye çalışmak, devleti her bakımdan savunan diğer burjuva kliğe halkı yedekleme çalışmasına bir barikat oluşturmaktır. Her şey bir yana şu anda Millet İttifakı’nın içinde yer alan Meral Akşener’in, mezarları dahi olmayan 20 bin gibi yüksek sayıda gözaltı kayıplarındaki sorumluluğu bilinmiyor olamaz. Yani o çokça övdükleri cumhuriyet ve yöneticileri tarih boyunca çok kez toplu cinayetler işlemiştir. Şimdi bu gerçeklerin üzerinden atlayan, kimi teslim olmuş beyler gençlere Cumhuriyeti övün çağrısı yapıyor. Bugünkü iktidarın uygulamaları altında inleyen milyonların varlığını biliyoruz. Bununla ilgili her gün yazılıp-çizilmektedir. Bunlar bugünkü gerçeklerdir. Bunu hiç kimse yok sayamaz. Lakin bizim dikkat çektiğimiz şey, kanlı veya kansız, her türden zulmü uygulayan Türkiye Cumhuriyeti denilen ceberut egemen burjuva sınıf devletinin rezaletleri bugünle sınırlı olmadığıdır.

“Kartalı vuran, kendi tüyünden yapılmış oktur”

Kızılderililerin bu sözü çok anlamlıdır. Geçmişinden bin pişman olup burjuva saflara iltihak edenler, Kızılderililerin deyimiyle kartalın tüyündeki oklardır. Ve bizim dikkat çekmek istediğimiz şey bu kaba ve göz çıkaracak kadar basit yalanları bize anlatmaya çalışmalarıdır. Bu tövbekarlardan bazıları doğrudan, bazıları ise dolaylı olarak topluma ve özellikle de Alevi inancındaki gençlere Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmelerini salık vermekteler. Hüseyin Aygün gibiler gençlere “Değerli gençler Hilafet-Şeriat devleti Osmanlıyı yıkıp, laik-çağdaş bir Cumhuriyet kuran Atatürk’ü de Seyit Rıza’yı da anabilirsiniz” önerisinde bulunuyor. Belli ki, ürettiği yalan salatasına süs olsun diye de Seyit Rıza’yı anmalarını yanına iliştirmeyi de unutmuyor. Bir diğeri ise ilericilik-devrimcilik ve hatta sosyalistlik adına “Seyit Rıza tescilli İngiliz kuklası bir hain ve o.ç’dur” diyecek kadar alçaklaşabilmekte ve “Seyit Rıza dediğiniz faşistin biridir” diye ek bir not düşüyor (Turhan Feyizoğlu).

Kaypakkaya yoldaşın da belirttiği gibi “Şu İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunan sözüm ona ‘komünistler’ var”. “Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılması ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizm karşı yönelmiş “ilerici” “devrimci” bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir” (İbrahim Kaypakkaya- Seçme Eserler sayfa 283.) Ve ilginç olan da Turhan Feyizoğlu’nun, “İbo, İbrahim Kaypakkaya” anısına yayınladığı kitaptır. Anlamadan, kavramadan yapılan işlerin sonucu bu olur herhalde

Tamamen yalandan ibaret bu söylemlere kaç karşı kanıt lazımdır!

15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen aralarında Seyit Rıza’nın da bulunduğu Dersim’in önde gelenlerinin cesetleri uzun bir zaman meydanda asılı tutuldukları malum. Bizzat dönemin Kemalist yöneticilerine giderek teslim olan bu masum insanların yargılanmaları ve idam edilmeleri olayı, bugünkü Selefi Sultan Tayyip’in emir eri gibi davranan mahkemelerin kirli adaletini kat be kat aştığını söylemeliyiz. Tarihin bir başka zamanında veya yerlerinde böyle uygulamalar vuku bulmuş mudur, bilemiyoruz ama bu topraklar buna çokça şahit olmuştur.

Yaşı küçültülerek idam edilen baba (Seyit Rıza) ve yine yaşı büyütülen (Resik Hüseyin-Seyit Rıza’nın oğlu) akıl almaz hukuk hileleriyle idam edildiler. Ama tövbekârlar bu uygulamanın adına demokratiklik-laiklik-ilericilik koydular. Ve bu zulmün yöneticilerini de gençlere anmayı salık verip, zalim ile mazlumu eşitlediler. Aslında bu durum özel bir araştırma gerektiren konudur. Bu iş daha çok da psikologların görevidir sanırız! Kaldı ki Seyit Rıza ve arkadaşlarının durumu ve ne oldukları bir yana, idamlarından birkaç ay sonra Dersim’de kitlesel bir kırım gerçekleştirilmiştir. İçinde çocuk, yaşlı ve kadınlarında olduğu on binlerce insan acımasız silah ve süngü darbeleriyle özel bir temizlik harekatıyla katledildiler. Bütün bu kitlesel kırım birkaç ay içerisinde sessizce tamamlandı. Öyle ki basın kurumlarının, kişilerin veya yetkili çevrelerin bu kırımdan söz etmesi tamamen yasaklandı. Şimdi bu kırım neyle açıklanacak? Tövbekârlar bütün bunları bilmiyor olamazlar.

Gençlere Atatürk’ü anmalarını salık veren bu zatlar bilmelidirler ki, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Amasya, Sivas, Erzurum kongrelerinde, başta Kürt aşiretleri olmak üzere, Anadolu’da farklı diller, inançlar, sınıf ve halk katmanlara mensup olanların desteğini almış ama kısa süre sonra, yani Cumhuriyetin ilanı ve Kemalist iktidarın oturmasıyla birlikte destek veren halkları, Ulus devlet modelini oturtmak için, kırımdan geçirmiştir. Bunun adı soykırımdır, faşist diktatörlüktür. Bilenler bilir, 1930’larda “Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü” diye bir ödül vardır. Mahmut Esat Bozkurt, “Türk bu ülkenin tek efendisi, tek sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olmak” diyen kafatasçı bir faşisttir. Ve o dönemin adalet bakanıdır.

Bu ödülün varlığının kendisi bile faşist-ırkçı zihniyetin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde nasıl kökleştiğinin açık göstergesi değil midir? Şimdi bize cumhuriyeti sevmeyi öğütleyenler, egemen sınıf devlet geleneğinde faşizmin nasıl kurumsal bir varlığa dönüştüğünü bilmiyor mu? Bu gibiler, ezilen ulus, inanç ve halkların altında yaşamak zorunda kaldığı egemen sınıf devletinin faşist niteliğini ve bu zulüm nişangahından halkalara kin ve öfke kustuğunu elbette biliyorlar. Bugün hala altında yaşadığımız bu faşist zihniyet, eski zihniyetin yeni döneme uyarlanmış dinci halinden başka bir şey değildir.

1937-38’de Dersim’de halka karşı kullanılan kimyasal gazlarla, bugünlerde gerillaya karşı kullanılan kimyasal gazlar arasındaki fark nedir?

Dersim kırımına doğrudan görevli olarak katılanların büyük çoğunluğu özgeçmişlerini yazarken Dersim’de yaptıkları zulme yer vermemişlerdir. Neden? Zalimle mazlumu eşitleyerek (ilerde mazlumu doğrudan hedefleyip vurmak üzere) gençlere Atatürk’ü anmayı salık veren ve utanmazlıkta sınır tanımayanlar, o dönem Dersim Soykırımı’nda görevli olanların yaptıkları zalimlikleri özel olarak gizlemeye çalışmaları ve gerçek durumun üstünden atlayarak gençlere şirin gösteren yalanları gizlemeleri mümkün müdür? Mustafa Kemal’in başbakanlığa atadığı Celal Bayar “Dersimliler sesimizi işitmelidir. Bizim sesimizde şefkat olduğu kadar kudret de vardır… Bu ikisinden birini seçmek kendilerine aittir. Bilmelidirler ki şefkatimiz de kudretimiz de boldur” diyecekti. Bu halk düşmanı gerici ses belli ki şimdilerde bazılarının kulaklarında yeniden çınlamış olmalı ki, bunlar yeni nesillere cumhuriyete biat edin çağrısı yapmaktalar.

Bir alıntıda “Milli Şef”ten: “Biz doğrudan Türk milliyetçileriyiz. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur” Verdiğimiz alıntılar bu zatlar için bir anlam ifade eder mi, bilemeyiz ama bunların Dersimlilere reva gördükleri soykırım ya da herhangi bir saldırı yapmak için hiçbir neden yoktu. Bunu şer, kan ve kin dolu ceberut devlet de çok iyi biliyordu. Dahası şimdilerde ortaya çıkarılan tüm belgeler bizzat o dönemdeki devlet yöneticilerinin söylediklerini yalanlamaktadır. Ruhunu sömürgecilere, işgalcilere teslim eden ve alçaklıkta sınır tanımayan bu zihniyet bu gerçekleri bildiği halde, gençlere “Atatürk’ü anmalısınız” çağrılarının anlamını çok iyi okumak gerek!

Tekrar edelim ki “kartalı vuran kendi tüyünden yapılmış oktur” diyen Kızılderili sözü bugün tam da bu tövbekârlar için geçerlidir. Bunlar kartalın gövdesinden koparak halkını vurmak için karşı cephenin kılıcını kuşanmış teslimiyetçi zihniyettir. Bunlar bu dönemin Rayberleridir. Soruyoruz bunlara: 1937-38’de Dersim’de halka karşı kullanılan kimyasal gazlarla, bugünlerde gerillaya karşı kullanılan kimyasal gazlar arasında ne fark var? Dün Dersim’de kimyasal gaz kullanma emri verenlere neden bu kadar aşıksınız? Üzülerek ifade edelim ki bunlar 1937-38’de yapılan soykırımda egemen sınıfların devletine milislik yapan kişilerin günümüzdeki versiyonlarıdır. En büyük darbe ve ihanetin bunlardan gelmiş olduğu tarihi tecrübeler sabittir.

Bu makalenin konusu Türk ve Müslüman olmayan halklara neden soykırım yapıldığının arka planını anlatmak değildir. Konumuz bir dönem çok çeşitli nedenlerle devrimci saflara katılmış ve bugün ise resmî tarihin yalanları ışığında genç nesillere, çoklu soykırıma imza atan ve özel bir kanunla Atatürk olarak isimlendirilen Mustafa Kemal’i şirin bir lider olarak anma önermelerini teşhir etmektir. Türk komprador egemen sınıf devleti, farklı diller ve kültürler üzerinde asimilasyon ve inkardır. Bu devletin şirinliğine bakın ki sadece Kürdistan ve Dersim’de birkaç yıl içinde on binlerce insanı kıyımdan geçiriyor. Ve şu varlığı iddia edilen laikliğine bakın ki Müslüman-Sünni inancı için her yıl katlanarak gelen koca koca bütçe ve imkanlar aktarılan Diyanet, bizzat Mustafa Kemal tarafından kuruluyor. (Sahi bugün milyonların nefret ettiği ve yıkmaya çalıştığı AKP iktidarı, hangi ideolojik-kültürel zemine dayanarak bugünlere geldi acaba?) Peki Diyanet kurulduğu yıllarda Alevilerin inanç merkezleri neden kapatılıyordu? Bu soruya doğru cevap vermek yerine, yalanlarına kılıf bulmaya çalışmak nafile!

Kuruluşundan bu yana Cumhuriyet, başta Aleviler olmak üzere, Sünni ve Müslüman olmayan diğer inançlar üzerinde amansız bir baskıdır ve bu baskılar hala da devam etmektedir. “Laik-çağdaş Cumhuriyetin” şimdiki dinci-şeriatçı versiyonu henüz geçen ay Alevi kurumlarını kültür bakanlığına bağlayan bir yasayı Meclis’ten geçirerek aslında Alevi kurumlarına kayyım atamaya çalışmıştır! En azından niyetleri budur! Doğrudan kapatmak yerine, alay edercesine Alevi kurumlarını kültür bakanlığına bağladılar. Ne de olsa cumhuriyetin kuruluş mayasında Alevi inkârı ve asimilasyonu vardı. Gençlere anmasını salık verdikleri Mustafa Kemal Atatürk o dönemler merkezi otoritenin başındaki Milli Şef’tir ve onun haberi olmadan yasalar çıkarmak bir yana kuş bile uçamaz. Bu nedenle saydığımız bu utanç verici tüm uygulamalar bizzat Milli Şef’in bilgisi dahilinde hayata geçirilmiştir.

Neymiş, Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal farklı inanç ve milletlerin temsilcilerine yer vermiş fakat bunlar cumhuriyete isyan edip ihanet etmeleriyle isyan bastırılırken kaçınılmaz olarak kötü şeyler yaşanmış(!) Açık konuşmakta fayda görüyoruz. Yüzyıldır tekrar tekrar ürettiğiniz bu yalanlar artık kokuşmuştur. Mesela Kürt ulusunu bu ve benzeri yalanlarınıza inandırmanız artık imkansızdır. Arkasında emperyalist parmak arama beyhude çabanız artık dökülüyor. Öyle ki, bu devletin silahlı kuvvetleri NATO gibi emperyalist merkezlerin vurucu gücünün en önde ve güzide olanıdır. Keza, yerli olan tekellerle diğer ülkelerin egemen sınıflarına ait olanlar arasında varılan anlaşmalarla ortak yatırımlar yapılmakta ve emekçi halk iliklerine kadar ortak sömürülüp açlığa mahkûm edilmektedir. Durum bu kadar net ortada iken devletin söylemlerini dillerine pelesenk edenler utanmadan da hem Seyit Rıza’yı hem de geçmiş ve bugünkü Kürt milli hareketini emperyalizmin oyuncağı olarak suçlayabilmektedirler.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Diyap Ağa, Mahzar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu, Tahsin Banguoğlu gibi devşirme unsurlar üzerinden, Kürt, Alevi ya da farklı azınlıklara mensup olanlara “temsil” hakkı verilmiş gibi gösterilerek bunlar üzerinden asimilasyonun türlü biçimleri uygulanmıştır. Şimdi solcu geçmişlerinden utanan ve kimlikleri açık olan yeni biatçı zatlar üzerinden bu devlet asimilasyon ve inkâr politikasına hız vererek sürdürmeye çalışmaktadır. Dedik ya! Bunlar günümüzün devlet milisleri veya misyonerleridir. Laiklik, devletçilik, devrimcilik gibi ezilen halkların aleyhine geliştirilen argümanlar Sünni ve Türk olan egemen sınıfların (Türk halkının değil) lehine dizayn edilmiştir. Laz, Kürt, Zaza, Çerkez vs olmak suç sayılırken, Alevi olmak günah kabul edilmiştir. Fakat, işbirlikçiliğin ruhlarına derinden sirayet ettiği kimi yeni biatçı unsurlar bu saydıklarımızı bilmediklerinden, kavramadıklarından değil, bilinçli bir tercih olarak Dersimliye ve coğrafyamız halklarına, oluk, oluk akıtılan kanı üzerinden inşa edilmiş despot bir devletin kurucu önderini bayraklaştırmalarını salık vermekteler.

 Kemalist diktatörlük sadece ezilen ulus, azınlıklar veya inançlar üzerinde değil, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinden de tam bir zulüm uygulamıştır. Mesela 1923 senesinde İstanbul Milletlerarası İşçi Birliği kapatıldı. Kapatılması için 1 Mayıs gününün kutlanmasıyla ilgili bildirilerin dağıtılması bahane edildi. Birliğin ileri gelenleri tutuklandı. Keza Amele Teali adındaki işçi kuruluşu yağma edildi. Bunun üzerine Profintern Yönetim Kurulu bir bildiri yayınlar ve bildiri de “Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini eline geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalıştılar” der.

Çoklu Soykırımlara imza atmış bu devletin laik, çağdaş ve modern olması gerçekten neyi değiştirir? Alman faşistleri (Naziler) çağdaş ve modern değiller miydi? Kapitalist-emperyalist moderniteyi şirin gösterip sevmemizi salık verenler şunu bilmiyor olamazlar. Yaşadığımız doğayı yıkıma sürükleyenin bu çok övüp ağzınızda düşürmediğiniz kapitalist modernite değil midir? Bu çağdaşlık ve çeyrek laiklik size kalsın. Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, egemen sınıfların bugünkü temsilcisi AKP ve koalisyonu dinci-milliyetçi alaşımı iktidarın açlık, sefalet ile ekonomik-politik baskıcı uygulamalarından bıkmış olan emekçi halklar; özellikle de Aleviler, alternatif olarak gördükleri CHP’ye ve buradan Millet İttifakı’nın etrafında toparlanmalarıyla bu eğilim daha çok güçlenmiştir. Bu durum Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olarak CHP’nin başına getirilmesiyle de birleşince, doğru ve bilimsel değerlendirip yutturulmaya çalışılan resmî tarih yalanlar dizisi kimi Dersimli “aydınlar” arasında yeniden rağbet bulmuştur. Şimdi bu gibi yeni misyonerler yalanlar dizisinin propagandasını ve örgütlenmesini özel olarak üstlendiklerini görüyoruz.

Resmî ideolojiye ve tarihe sözcülük yapan biatçı takım, başarmak için ilk elden komünistlere saldırmakla işe başlıyor!

Bunlar bu işi başarmak için ilk iş olarak hem ülke çapında hem de özel olarak Dersim sahasında komünistleri hedefe koymaları tesadüf olabilir mi? Kendilerince yakaladıkları en küçük bir eksik, hata ve çelişkiyi kullanmak suretiyle komünistleri teşhir tahtasına çivilemek çabasındalar. Ve tüm bu çalışmaları en başta komünal yaşama olan kinlerini kusarak yürütmekteler. Halkın yanlış eğilimlere ilgi göstermesi anlaşılmakla beraber, aydınım diyen, hatta sosyalistim veya resmî tarih yalanlarına karşıyım diyen ve bir zamanlar Dersim’de soykırım olduğunu kabul eden bazıları şimdi soykırımcı dedikleri Kemalist saflara sığınmışlardır.

Dediğimiz gibi resmî ideolojiden ve üretilen resmî tarihten kopamayanların Kemalist saflarda konaklamaları bunların kaçınılmaz kaderi olmuştur. Düşünebiliyor musunuz kitlesel kıyımlar geçekleştirilmesine bizzat önderlik etmiş bir Milli Şef, emekçi halka devrimci olarak lanse edilebiliyor. AKP şefi Selefi Sultan Tayyip’in baskıcı, faşist ve despot bir yönetici olması itibariyle teşhir edilmesi haklı ve yerinde iken, on binlerce masum insanı kırımdan geçiren Milli Şef ise modern olduğundan hareketle halka ve gençlere sevmeleri salık veriliyor. Ne de olsa kravatlı-papyonlu, batı yanlısı ve dahası modern görünümlüdür! Demek ki modern, çağdaş olan birinin tekil veya toplu cinayetler işlemesi önemli görülmüyormuş!

Kapitalist modernizme mahkûm değiliz, başka dünya mümkündür!

Kısaca şunu söyleyebiliriz. Bizim alternatifimiz dinci-şeriatçı-faşist yaşam tarzı değildir. Aynı şekilde daha önce onlarca yıl denenmiş ve on binlerce insanın sürgün ve katliamlara imza atmış eski Kemalist-ırkçı model de değildir. Kendi aralarında zaman zaman kanlı hesaplaşmalarında olduğu 200 yıllık hesaplaşmayı bir türlü tamamlamayan iki kanlı klikten birine mecbur ve mahkûm değiliz. Çünkü bilimle, doğa ve insanla uyumlu başka bir alternatif daha var.

Bu alternatif, doğayı ve onun önemli bir bileşeni olan insanı her bakımdan tahrip eden, çıkarları için ekolojik uyumu parçalayan kapitalist uygarlık paradigmasına tamamen zıttır. Bizim alternatifimiz doğayı koruyan, büyük ekolojik uyuma saygılı, herkesin ihtiyacı kadarını alan, sömüren ve sömürülenin olmadığı komünal bir uygarlık alternatifidir. Bu alternatif bayrağa bugün halkların daha çok ihtiyacı vardır; bir bayrak tutulacaksa o da komünal gelecek bayrağıdır.

Önceki İçerikHalkın Günlüğü 25. sayı çıktı!
Sonraki İçerikGüney ve Rojava Kürdistan’ı İşgali, “T.C.” nin Kürt Ulusuna Uyguladığı Haksız Savaş Konseptidir!