Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarından bu yana, emperyalistler irili ufaklı bir dizi ekonomik ve siyasi krizler yaşasa da (ki bu onun yapısal durumunun sonucudur), 2008’de başlayıp hala sürmekte olan üçüncü büyük ve uzun süreli krizini yaşamaktadır. İlk iki dünya ölçekli krizin “çözümünü” geçici de olsa, paylaşım savaşlarında bulan emperyalistler, içinde bulunduğumuz üçüncü krizi esasta bölgesel ve vekalet savaşlarıyla, yanı sıra “pandemiyi” fırsata çevirerek “çözmeye” çalışmaktadır. Dibe vuran neo- liberal sistem yerine, yeniden yapılanma arayışları içindedir. Ki bu yapılanma süreci, dijital- teknolojik üretim ilişkilerinin öne çıkartılacağı, sömürü mekanizmasının bunun üzerine oturtulacağı bir yapılanma olacağını göstermektedir. Kuşkusuz bunun hem ezenler ve hem de ezilenler için artıları ve eksilerinin olması kaçınılmazdır. Çünkü her şey mutlaka kendi karşıtıyla vardır veya kendi karşıtını yaratır.
Bilindiği üzere, serbest rekabetin hüküm sürdüğü ve özelliğini esas olarak meta ihracından alan serbest rekabetçi dönemin gerilerde kalışı epeyce bir zaman oldu. Serbest rekabetçi sistemin, yani meta ihracının yerini esas olarak sermaye ihracı aldı. Ulusal ve uluslararası değişim ve gelişmelerin hızla artması, kapitalizmin belirgin karakterlerinden biridir. Çünkü kapitalist üretim ve kapitalistler arası rekabet eşit olmayan koşullar altında yapılmakta ve değişim sürekli daha büyük olanların lehine işlemektedir. Emperyalistler arası çelişkinin, rekabetin “çözüm”üne dair en önemli özelliklerinden biri de silahlı zorun çeşitli biçimlerde mutlaka devreye sokulmasıdır. Bu olmadan, alan açma, yeni pazarlar yaratma ve buraları denetim altında tutmak olası değildir.
Serbest rekabetçi dönemde ilk kapitalist ülkeler (ki ilk kapitalist ülke İngiltere olarak bilinir), serbest ticareti benimseyerek, kendilerini “bütün dünyanın atölyesi” olmakla ifadelendiriyorlardı. Diğer ülkelerden aldıkları ham madde karşılığında mamul madde verecekleri taahhüdünde bulunuyorlardı. Ancak zamanla emperyalistler arası rekabet ve eşit olmayan koşulların yarattığı sonuç işin böyle yürümeyeceği gerçeğini ortaya çıkardı. Çünkü artık ulusal tekellerin yerini, uluslararası tekeller alıyordu. (Bu, kesinlikle ulus orijinli tekellerin tümden ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ekonomik ve siyasal gücün esas olarak uluslararası büyük tekellerin eline geçtiğini ifade eder.)
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki büyük tekeller ya birleşerek uluslararası tekellere dönüşüyor ya da büyükler kendisinden küçükleri yutarak büyüyorlardı. Bu durum daha büyük bir sermaye birikimine vesile oldu. Doğal olarak meta ihracının yerini de sermaye ihracı almış oldu. Günümüzde ise, bu sermaye birikimi daha da yoğunlaştı. 1980’lerin sonundan itibaren, dünya ekonomisine hükmeden uluslararası emperyalist tekellerin sayısında ciddi bir azalmanın olduğu, sermayenin esas olarak bu az sayıdaki tekelin kasalarında biriktiği bilinen bir gerçektir. Bunun aşırı üretim ve “lüks tüketim” gibi sonuçlar doğurduğu da ayrı bir gerçektir. Büyük emperyalist tekellerin lehine işleyen bu durum, geniş emekçi kitleleri için yokluk, yoksulluk ve açlık anlamına geliyordu. Bugün yaşanmakta olan durum tamı tamına bunun ifadesidir.
Diyalektik materyalizme göre ve her şey değişir ve dönüşür. Kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıçtaki gibi kalmayacağı farklılaşacağı, değişeceği tartışmasızdır. Ki serbest rekabetten, emperyalizme evirilmek ve kendi içinde bir dizi farklılıklar örgütleyip yaşamak böyledir. Yani hareketin, değişimin somut ifadesidir. İlerleyen zaman dilimi içerisinde, toplumsal dinamikler, üretim güçleri farklılaştıkça, bir yandan sistem sürece denk düşecek yapılanmalara yönelirken, öte yandan sistem karşıtları da kendi sınıfsal menfaatleri doğrultusunda somut duruma cevap olacak karşıt ataklar geliştiriyorlar. Yani, sınıflar arası mücadelelerle ilerleyen insanlık tarihi, bugün de kendi mecrasında ilerlemeye devam ediyor. Lenin’in de onayladığı, Hilferding’in şu formülasyonu bugün de bütün canlılığını korumaktadır. “Mali-sermaye özgürlük değil, egemenlik ister.” Egemenlik isteyen mali- sermayeye karşı, ezilenlerin özgürlük ve eşitlik istemesi kadar doğal bir şey olamaz. İnsanlık tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olmasının karşılığı özel mülkiyetin bu karakterinin de tarifidir. Yani, sermaye daha çok egemenlikte ısrar ettikçe ezilenlerin başkaldırısı ve direnci de onu ortadan kaldırmayı koşullar. İşte bu kavga, bugün bütün şiddetiyle değişik biçimlerde devam ediyor.
Emperyalist amacın, geri bıraktırılmış ülkeler ve ezilen dünya halkları üzerinde egemenlik oluşturmak olduğu konusunda en ufak bir tereddüdün olmadığı, egemenliğini sürdürebilmek için yağmaya, talana ve haksız savaşlara başvurduğu, milyonlarca insanın katliamına, bir o kadarının yersiz yurtsuz kalmasına, koca-koca kentlerin yerle bir edilmesine; sadece insana değil, doğaya karşı da aynı çıkarcı politikaları uyguladığını tartışma konusu bile yapmaya gerek yoktur. Çünkü bunlar teorik olarak söylenen şeyler değil, bizzat pratik olarak yaşanmış ve yaşanmakta olan şeylerdir.
Emperyalistler arası kriz ve pazar dalaşı devam ediyor!
Uzun süredir, üçüncü bir emperyalist dünya paylaşım savaşını aratmayacak boyutlarda sistematik olarak sürdürülen bölgesel ve vekalet savaşları ve bu haksız savaşlarda milyonların katledilmesi, milyonların yerinden yurdundan edilmesi, yerleşim alanlarının hayalet ve virane yerlere dönüştürülmüş olması emperyalizmin, dünya halklarına olan düşmanlığının devamı ve sonucudur. Doğu Avrupa, Afrika, Asya, Orta Doğu derken şimdi de emperyalistler arası dalaş savaşı Ukrayna’ya taşınmış durumda. Tam da böylesi bir süreçte, ABD yeni menfaat arayışları için Orta Doğu ve Arap yarımadasını turlamaya başladı. Öte yandan ABD ve AB emperyalistleri NATO’yu güçlendirmek adına, Rusya’nın en uzun sınır komşusu olan Finlandiya’yı, aynı zamanda İsveç’i NATO’ya dahil etme gayreti içindeler. (Ki bu iki devlet katılmayı kabul etmiş durumdalar.) Yani, emperyalistler arası çelişki, pazar dalaşı hız kesmeden devam ediyor. Bu dalaş, başından beri yürütülen bölgesel ve vekalet savaşları biçiminde sürdürüleceğe benziyor. Çünkü bugüne kadar sürdürülen savaşların sonucunda esas olarak paylaşımlar yer yer pürüzler çıksa da tamamlanmış gibi duruyor. Şimdi bir yandan yeni paylaşım alanlarının kavgasına tutuşurlarken, bir yandan da dibe vuran neo-liberal yapılanmanın yerine yeni bir yapılanma arayışı içindeler.
Rusya’nın, Ukrayna işgalinden sonra ortaya çıkan doğal gaz ve petrol krizinden kaynaklı, ABD ve AB emperyalistleri bu soruna ilişkin arayışlarına hız vermiş durumdalar. ABD Başkanı Joe Biden, Orta Doğu’da ki yerli uşak ve işbirlikçileri ile yaptığı görüşmeler sonucunda, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bir dizi karlı anlaşmalar yaparak ülkesine geri döndü. Sözde bu ülkelerin “güvenlik ve askeri ihtiyaçları” doğrultusunda, karşı karşıya oldukları “tehditleri” gidermek adına, silah satışları anlaşmaları yapıldığı kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır. Öte yandan, petrol fiyatlarını kontrol altında tutmak ve petrol üreten bu ülkelerin üretim kotalarını arttırmaları yönlü “anlaşma”lar imzaladıkları açıklamaları yapıldı.
Rusya’ya yönelik uygulanan “ekonomik ambargo” karşılığında, Rusya’nın doğal gaz ve petrol vanalarını kısma tehdidi, Orta Doğu’da ki petrol üretiminin arttırılmasının gerekçesi olduğu anlaşılıyor. Biden, silah satışları ve petrol üretimi kotalarını denetim altına alarak emperyalist tekellerin kasalarını doldurmakla yetinmeyip, emperyalistler arası derinleşen çelişkiyi de açığa vurarak; Çin, Rusya ve İran’ı tehdit etmeyi de ihmal etmedi. Bu, aynı zamanda ABD emperyalizminin Orta Doğu halkları üzerindeki işgalci, yağma ve talancı politikalarını bir fiil sürdüreceği anlamına geliyordu. Yapılan bu görüşmelerin ardından İsrail Dışişleri Bakanlığının şu açıklaması ilginçtir. “İsrail ordusu, İran’a yönelik bir saldırı için şiddetle hazırlanmaya devam ediyor ve her türlü gelişmeye ve her senaryoya hazırlanmalı. İran’ın nükleer programına karşı askeri bir seçenek hazırlamak, ahlaki bir yükümlülük ve bir ulusal güvenlik gereğidir.”
ABD emperyalizmi, İran’ı hep hedef tahtasında tuttuğu bilinen bir gerçektir. Çünkü İran, Rus emperyalizminin Orta doğu’da ki en güçlü ittifaklarından biridir ve aynı zamanda Orta Doğu devletleri üzerinde hatırı sayılır bir etkisi vardır. Bu anlamıyla kolay yutulacak bir lokma olmasa da yıllardır kan gölüne çevirdikleri Orta Doğu pazarını, ABD emperyalizmi, Rusya ve Çin’e terk etmeyecekleri, gerektiğinde kan dökmeye devam edeceklerini İsrail ağzıyla açıkça ifade etmiş oluyordu. Bizler açısından bunun şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü emperyalizm yağma demek, talan demek, kan ve göz yaşı demektir. Bu farklı çıkar blokları kendi çıkarları için tepinirken, katliamlara uğrayan, acımasız sömürü çarklarının dişlileri arasında posası çıkartılan bölge halkları olacaktır.
Fakat diğer yandan meselenin sadece Orta Doğu meselesi olmadığı, dünyanın bütün coğrafyalarında kapsamlı bir pazar dalaşının, paylaşım savaşlarının uzunca bir süredir bölgesel savaşlar biçiminde devam ettiğini unutmayalım. Şimdi, Rus Emperyalizminin Ukrayna işgalinden sonra NATO’yu genişletme projelerine hız verildiğine tanık olmaktayız. Askeri olarak Rusya’nın, ekonomik olarak Çin’in yayılmacılığının önünde set oluşturmak ve Avrupa’nın “güvenliği” için, Rusya ile en uzun sınıra sahip Finlandiya’yı ve İsveç’i NATO bünyesine dahil ederek; aslında Rusya’yı kuşatma, tehdit altında tutma projeleri bütün hızıyla devam ediyor.
Bu, iki dünya savaşına sahne olmuş Avrupa’nın, diğer coğrafyalarda olduğu gibi bölgesel bir savaşın içine itilmesi veya çekilmesi sonucunu doğurabilir. Hatta zayıf bir ihtimalde olsa, emperyalistler arası bir üçüncü dünya paylaşım savaşına vesile olabilir. Rus emperyalizminin, buna sessiz kalmayacağı, mutlaka buna karşı bir atağının olacağı ihtimali her zaman bir ihtimal olarak düşünülmeli ve ona göre dünya halkları anti-emperyalist mücadelelerini örgütleyebilmelidirler.
Meselenin bir başka boyutu da egemen sınıfların “pandemi” hikayesinin arkasına sığınarak, bunu yeniden fırsata çevirme gayreti içinde olmalarıdır. Sorun yeniden gündeme getirilerek, belki de kışa doğru bir dizi yasaklamalarla halkın iki ayağını bir kez daha bir papuca sokmaya çalışacaklardır. Çünkü dünyanın pek çok yerinde yükselen halk hareketleri, emperyalist haydutları telaşa düşürmüş durumda. Bunun önünü almak ve bir dizi sosyal hak gasplarını gerçekleştirmek, iğneden ipliğe her şeye yapılacak zamları sorunsuz bir şekilde yapabilmek için “pandemi” masalına ihtiyaçları var. Ancak bu kez kitleler buna kolay kolay aldanacak gibi görünmüyor. Çünkü yaşanmış bunca tecrübe, uydurulan bir yığın yalanlar ve birbiriyle çelişen politikalar ve davranışlar var.
Emperyalizmin saldırılarına karşı kendiliğinden gelişen halk hareketlerinin komünist öncüye ihtiyacı var
Emperyalistlerin bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları karşısında, dünya halklarının da kendilerini savunma reflekslerinin giderek yükseldiğini görmekteyiz. Kendiliğinden gelişen bu halk hareketlerinin acilen proletaryanın ve onun öncüsü olan Komünist Partilerinin öncülüğüne ihtiyacı var. Bu öncülük ihtiyacı giderilmeden, halkın kendiliğindenci hareketlerinin sistemi yargılaması, değiştirip dönüştürmesi beklenemez. Sistem içi reformist bu hareketler, emperyalistler açısından ciddi bir tehlike olarak görülmediği gibi, pasivize etmek, dağıtmak onlar için pek de olanaksız bir durum değildir. Korktukları tek şey, bu hareketlerin sınıf ve sınıfın öncüsüyle bütünleşmesidir. İşte o zaman iktidarlarının yıkımının çan seslerini duyacaklarından onlar da eminler. Onlar kadar meselenin farkında olan komünistler, bu eksikliği hızla gidermek durumundadırlar.
Farkında olmak yetmez, doğru politik ve siyasi önderlik, somut durumun doğru tahliliyle mümkündür. Bunun için, dogmatizmden sıyrılma, sistem içiliği elinin tersiyle itme cesaretini göstermek gerekiyor. Bununla birlikte, kitlelerin talep ve istemlerini dikkate alarak, önce kitlelerin öğrencisi, sonra öğretmeni olma becerisini göstermek, savunulan ve öngörülen siyaset ve politikaların kitlelere mal edilmesi gerekiyor. Bütün bunlar iddia değildir. Sınıflar arası çelişkilerin dayattığı ve pratik yaşamın gözlerimizin içine soktuğu gerçeklerdir. Sadece MLM ilkeler ışığında inatla, sabırla sınıf kininin içselleştirildiği bir çaba ve kararlılık gerekiyor. Bu sadece pratik anlamda değil, teorik olarak da böyle anlaşılmalıdır. Çünkü doğru teori olmadan, doğru pratik olmaz. Doğru teori ışığından yoksun bir pratik, karanlıkta el yordamıyla yürümeye benzer. El yordamıyla yapılan yürüyüşün, mutlaka bir duvara toslaması da kaçınılmazdır.
Dünyanın pek çok coğrafyasında ezilen halkların kendiliğinden yükselen haklı isyanlarının altını çizerken, bunun bir abartı olmadığını pratikte yaşayarak görmekteyiz. Geçen kısa süre zarfında, Sri Lanka, Arjantin, Makedonya, Çin, Macaristan, Almanya ve daha pek çok coğrafyada açlık ve yoksulluk sarmalındaki ezilenlerin kitlesel isyanlarına, büyük ölçekli sayılabilecek işçi grevlerine, bu son süreçte başta İran’da ki Şeriatçı Mollalar rejimine karşı olmak üzere, uzun süredir devam eden kadın hareketleri bu emperyalist sistemin çürümüşlüğünü, her yana kötü kokular yaydığını ve kokmakta olan bu cesedin gömülmesi gerektiğinin çağrısını gönderiyor halklara…
Ekonomik ve siyasi krizden dem vuran, bu krizi, geniş halk yığınları için açlığı ve yoksulluğu terbiye etme nedeni olarak kullanan, ancak bir avuç kan emici için daha büyük zenginliklerin ifadesi olan sözde “kriz”in en açık görüntülerini Sri Lanka’daki saray baskını sırasında gördük. Halk yoksulluk ve açılık içinde kıvranırken, diktatörün sarayında milyonlarca dolar istiflenmiş olarak kameralar aracılığıyla teşhir edildi eylemciler tarafından. Büyük bir ihtimalle yurt dışına çıkartılmak üzere sarayda istiflendirilmişti. Tıpkı 17-20 Aralık günlerinde bizdeki saraylarda “sıfırlanan” yüz milyonlarca döviz ve ayakkabı kutularında patlayan milyon dolarlar gibi…
Diktatör Rajapaksa, da, halkın isyanı karşısında, bütün diktatörlerin yaptığı gibi, çareyi yurtdışına kaçmakta buldu. Aslında bu, “güçlü” görünümlerinin altında ne denli korkak ne denli zayıf iradeli kişilikler olduklarını gösterir. Tıpkı Mao’nun dediği gibi, bütün bu kan emiciler “kâğıttan kaplan”dırlar. Halkın öfkesi kabardığında, o aslan- kaplan görünümlü sülükler girecek delik aramaya başlıyorlar. Saddam diktatörü de bir lağım kuyusunda gizlenmemişiydi. Hepsi aynı kumaştan, birbirinin aynısı.
Halkların isyanı haklıdır, sınıf öncüsüyle buluşturmak zorunluluktur!
Sri Lanka’da olduğu gibi, Arjantin ve Makedonya’da da açlık ve yoksullukla terbiye edilmeye çalışılan kitleler sokakları ve meydanları günlerce işgal ettiler. Aynı dönem içinde Macaristan’da her geçen gün biraz daha yoksullaşan kitleler, ırkçı- faşist Orban’ın iktidar koltuğunu sarsmaya başladılar. Rus emperyalizmine “ekonomik yaptırım” uygulayacağım diyen Alman emperyalistleri, Rusya’nın özellikle doğal gazı kesme atağı, Almanya halkına büyük zamlarla geri döndü. Almanya işçi sınıfı başta olmak üzere, tüm ezilenlerin bu duruma kitlesel grev ve eylemliliklerle yanıt vereceği haberleri hızla kamuoyunda yerini aldı. Doğaldır ki bu, açlık ve yoksullukla sınanan tüm halkların baş vuracağı mücadele yolu olacaktır. Önümüzdeki günler, emperyalistler arası çelişkilerin giderek derinleşmesine olduğu kadar, halk hareketlerine de gebedir.
Sorun bunları görmek, anlamak veya biliyor olmak değil. Sistemden bir türlü gerçek anlamda kopuşu sağlamayan, bir kısım iyileştirmelerle yetinen halk hareketlerini, nasıl sosyalist iktidar hedefli hareketlere dönüştüreceğimiz sorunudur. Elbette ki halkların isyanı haklıdır. Ancak bunu birkaç adım daha ileriye taşımak, sınıf öncüsüyle buluşturmak bir zorunluluktur, bir gerekliliktir ve komünistlerin de görevidir.
Gezi, Sarı yelekliler, Sri Lanka vb. Halk hareketleri birbirlerini izleyen ve birbirlerine benzeyen hareketler olarak karşımıza çıkıyor. Hepsinin temelinde ekonomik sıkıntılar, demokratik haklar, demokrasi vs. talepleri var. Hepsi kendiliğinden, sosyalist önderlikten, hatta herhangi bir önderlikten bile yoksun, akışkan ve hızla kitleselleşen hareketlerdir. Daha da önemlisi, birbirlerinden çok farklı ideolojik duruşları olan kalabalıkların o an genelde aynı dili konuşuyor olma becerisini gösteriyor olmaları. Yani kimse kimseyi ötelemeden, omuz omuza veriyor olmaları. Bu durum, devletin alışılagelmiş ezberini de bozuyor.
Daha önce, komünistler, sosyalistler, ulusalcılar vs. vb. hareketler karşısında; devlet bildik tutumunu rahatlıkla ortaya koyabilirken, bu karmaşık, çok renkli kendiliğindenci hareket karşısında bocalamaya başlıyor. Sonuçta burada da şiddeti uyguluyor olsa da bir öncekilerde olduğu kadar rahat hareket edemiyor. Çünkü bu kez cephe oldukça geniş. Herhangi bir ideolojiye mensup olanlar değil, çok farklı, hatta düne kadar devletin yanında olan ideolojik algılara sahip kesimlerde dikilmiştir karşılarına. Bu somut durum, devletin alışılagelmiş ezberini bozduğu kadar, sanıyoruz komünistlerin de ezberini bozması gerekiyor. Somut durumun, somut tahlili dediğimiz tam da budur.
Buna uygun siyaset, politika, örgütlenme araç ve yöntemler yaratılmadıkça, kitlelerin ruh haline hitap eden söylemler (ajitasyon ve propaganda), geliştirilmedikçe bu hareketleri sistem içi hareketler olmaktan çıkartmak kolay olmayacaktır. O an, orada bulunan herkesin komünist- sosyalist, en azından bu eğilimli olmadığı, çok farklı renklerin, inanışların bulunduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Bunu sadece anlık olarak da düşünmemek lazım. Bu pratiklerden dersler çıkartmak gerekiyor. Ezber bozmayı bu anlayışla söylüyoruz. Ortak noktalarda, ortaklaşmayı ve ortaklaştırmayı becerebilmeliyiz. Ben değil, biz olabilmeliyiz.