Can dost

Yüksel Cihan

Merhaba,

“Can dost” diye başlayan mektupların artık yok ve bir daha da olmayacak; son kezinde dağ rüzgârlarına karışan sesini de bir daha duyamayacağım; geleceğin muştusu, bitimsiz umudu ve direngenliğini taşıyan bakışlarını bir daha görmeyeceğim, öyle mi?

Gılgamış’ın peşinden koştuğu “ölümsüzlük”, vadi koyaklarında sardı seni… Bu topraklar, Anadolu, Truva’dan bu yana bağrına bastığı hangi koç yiğidin unutulmasına izin vermiştir ki… Yiğitliğin, onca yıldır dillerde dolaşıyor; Diyarbakır zindanlarında işkencecilere yaşattığın yenilgi, “Ser Verip Sır Vermeyen” İbrahim’den sonra, yeni bir efsaneye dönüşerek…

İlginçtir, şimdi düşünüyorum da, sen bana zindan direnişlerini hiç anlatmadın; sanki bir “destan”ın kahramanı olmadın, hiçbir zaman övünmedin, gerçek kahramanların alçakgönüllüğüyle. Gerçekten de, konuşmalarımızda Diyabakır’dan çok, 82 Ankara sürecine yer verdin; olumsuzluklardan ders çıkarmayı yeğlediğinden olsa gerektir.

Yaşadığımız süreçlerden dersler çıkarmak, sözcüğün gerçek anlamıyla düşünce tarzına işlemişti: 12 Eylül süreciyle ilgili, 1981 sürecinde savundukların, herhalde Başkan Mao’nun “Gerektiğinde akıntıya karşı kürek çekmek” cesareti ve bilinciyle doluydu: “Geri çekilmek, güçleri toplamak ve yeniden saldırmak”… Bu yaklaşım, kimilerince “pasifizm” gibi algılandı ve benimsenmedi. Ancak, bu doğrultuyu izleyen Kürt ulusalcı güçleri, kimsenin yadsıyamayacağı olağanüstü gelişim sürecine böyle girebildiler.

Sanıyorum senin bu özelliğinin, “pratikten ders çıkarmak”, 2002 sürecinde geliştirilen tarihsel muhasebede önemli bir etkisi olmuştur. Ancak görülen o ki, acı deneyimlerden daha çok ders almak gerekiyordu.

Benden sürekli yazmamı istediğini hiç unutmuyorum. O dönemde bir başka arkadaş ta özellikle iktisat üzerine yazmamı istiyordu. Ama buna karşın ne yazık ki, bunun için çok fazla olanağım olmuyor, hem çok sık yazamıyorum, hem de istediğim ölçüde okuyamıyorum da. İnsanlığın en köklü çelişkisi içerisinde buluyorum kendimi; toplumsal işbölümü ortaya çıktığı tarihsel koşullardan bu yana taşıdığı işlevini günümüzde de kapitalizm için sürdürüyor. Kapitalist üretim tarzı yalnızca kafa emeği- kol emeği arasındaki işbölümünü yeni bir boyutta üretmekle kalmıyor, kafa emeğini de niteliksizleştiriyor. Evet, bilimsel-teknolojik uygulamalarla bilgisayar destekli üretim süreçleri geliştiriliyor; ama bu, çoğunlukla “vasıfsız” beyaz yakalıların sayısında bir artış anlamına geliyor. Hele bir de tek-düze bir çalışma süreci içerisinde insanın üretkenliğini koruyabilmesi oldukça zorlaşıyor.

Diğer yandan, dar-uzmanlaşmaya dayalı bir bir çalışma süreci gerek kol emekçisinin gerekse de kafa emekçisinin iş sürecinin bütününe ilişkin bilgiden yoksun kalmasına yol açıyor. Öyle ki burjuvazi de çalışma sürecinin bu yöndeki bazı sonuçlarını ortadan kaldırmak istiyor; toyotizm olarak ta adlandırılan esnek çalışma biçimlerinin bir boyutunu da üretim sürecine yerleştirilen çok-amaçlı makineleri kullanabilen bu makinelerin bakım-onarımını da yapabilen çok-yönlü çalışma becerisine sahip işçilerin bulunması oluşturuyor. Ama bu nitelikteki az sayıdaki işçi çekirdek-işgücü olarak kendilerine sağlanan olanaklarla yeni tip işçi aristokratları olarak ortaya çıkarken; esnek çalışma sürecinin diğer boyutunda geniş işçi kesimleri yine “vasıfsız” ve daha ucuz, daha fazla güvencesiz çalışmayı sürdürüyor.

Güvencesizlik emekçinin boynunu öyle büküyor ki, ekonomik kriz gerekçesiyle yoğunlaşan işten çıkarmaların ulaştığı yaygınlık ürkütücü boyutlara ulaştı. Kapitalistler, krize karşı ilk önlem olarak yine her zamanki gibi, işçi çıkarmalara başvurmak yolunu tuttu ve onbinlerce işçi kapı dışarı edildi, ücretler düşme eğilimine girdi. Hükümet ilgisiz, bilgisiz ve ciddiyetsiz bir biçimde “Bizi teğet geçecek…” tarzındaki yaklaşımını hemen hiç değiştirmedi; getirdiği bazı yasa değişiklikleriyle işverenlere sözüm ona işçilik maliyetlerini azaltacak destekler sağlamaya girişti; üstelik kaynak olarak işsizlik sigortasında biriken fonlara göz dikmiş durumdalar. Anlaşılan, siyasi iktidar günü kurtarmaya yönelik politikalarla yetinerek, uluslararası sermaye güçlerinin küresel krizden çıkışı sağlamalarını beklemektedir.

Oysa uluslararası sermaye güçlerinin ekonomik krizden çıkış için öngördükleri politikalar yine krizin yükünün bağımlı ülkelerin emekçilerine yıkılması yönündedir. Örneğin IMF’nin hükümete dayattığı programın içeriği bunu göstermektedir, hükümetse programı yerel seçimler sonrasına ertelemeye çalışmaktadır. O IMF’ye kafa tutan kabadayı pozlarının arkasındaki gerçek budur. Uluslararası sermaye, ekonomik krizden kurtulmak için, yeni kar alanları arayışı içerisindedir; bu yönde gözlerini yine bağımlı ülkelerin kaynaklarına dikmişlerdir. Bir süredir AB’ye uyum programı vb. sözde demokratikleşme söylemleriyle de destekledikleri Dünya Bankası kaynaklı “yerelleşme” politikaları kamu hizmetlerinin metalaştırılması ve özelleştirilmesiyle bunun yolunu oluşturmaktadır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeler kentlerin “küresel” kapitalizm koşullarında bir yandan “pazarlama alanlarına dönüşmesine yol açarken, diğer yandan bir meta olarak pazarlanabilirlik” olanağı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu sürecin emekçilere getireceği yoksunluk ve yoksulluk olacak, kentsel yaşam koşulları giderek daha da kötüleşecektir.

Önümüzdeki dönemde bu yönde yerel yönetimlere yüklenecek yeni işlevler bulunmakla birlikte (ülkemizde de kurulması yoluna gidilen ve “yönetişim” adı altında sermaye kuruluşlarının katıldığı Kalkınma Ajansları’na bir dizi ekonomik işlev tanınmaktadır) bu süreçte belediyeler de dışlanmak yoluna gidilmekte, bir bakıma halk tamamıyla bu sürecin dışında tutulmak istenmektedir.

“Krizi fırsata çevirmek” anlayışındaki egemen politik çevrelerin halkımızın değerlerinin talan edilmesinden pay sağlamak için uluslararası sermaye çevrelerinin yardakçılığını yapmak yolunda yarıştıkları bir seçim süreci daha yaşayacağımız görülüyor!

2009 Yerel seçimlerinin politik özgüllüğünü birincisi AKP-CHP arasında görünüm kazanan egemen güçlerin kendi aralarındaki çelişki oluştururken, ikincisini AKP-DTP arasında çelişki olarak kendisini gösterdi. AKP ve CHP arasındaki çelişki özellikle “Ergenekon” adı verilen ve özünde ABD tarafından AKP eliyle gerçekleştirilen operasyon dolayısıyla ayrıca özel bir anlam kazandı; egemen güçler arasındaki ilişkilerde ABD’nin etki alanının genişlediği yeni bir düzenleme getirilmek isteniyor. Bu yeni konumlandırmada bazı “eski”ler devre-dışı bırakılacağa benziyor. Özellikle Kürt sorununun çözümünde ayakbağı oluşturabileceği düşünülen kirli savaş sorumlularının cezaevlerine tıkılarak “terbiye” edilmek istendiği anlaşılıyor. Her şey bir yana ama deyim yerindeyse bu “kahraman” bozuntularının devrimciler için yapılan “… tip” cezaevlerinde “paşa paşa yatması” daha doğrusu yatamayıp hastane kapılarını aşındırmalarını izlerken; Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Peygamber Köşkü” şiirini ve f tiplerine karşı devrimcilerin verdiği insanlık savaşımını anımsayıp acı acı gülümsememek elde değil (sizin de içerideyken katıldığınız o büyük mücadele, biliyoruz ki yalnızca cezaevinde daha rahat koşulların sağlanması için değil, aynı zamanda bir bütün olarak toplumun içerisine sokulmak istendiği hücre tipi yaşama karşıydı,)

Diğer yandan, ABD’nin bölgeye yönelik politikalarında Obama’nın başkanlığa getirilmesiyle birlikte bir takım değişikliklerin belirtileri ortaya çıkıyor. Bush döneminde doruğa ulaşan saldırgan politikalarla sonuç alamayan ABD, bildik deyimle “kuzu postu”na bürünmeyi yeğliyor. Kuşkusuz emperyalist emellerinden vazgeçmeden ve bu emellerine ulaşmak için daha uygun gördüğü yeni araçlar denemek gereği ile hareket ediyor. Bu yönde bölgede kendisine en yakın yerel-işbirlikçi güçler arasında çelişkileri gidermek gereği duymaktadırlar. Başka bir deyişle, egemen güçlerin Kürt politikalarında yeni yaklaşımlar getirileceği anlaşılıyor; TRT-6 gibi açılımlar bu yeni politikaya örnek oluşturuyor. Ancak, bu süreçte bağımsız Kürt ulusal hareketinin etkisizleştirilmesi gerekiyor: Başbakan’ın yerel seçimlerde fethetmek istediği kentler arasında “Diyarbakır’ın” sayılması, daha da ötesinde bölgede DTP’nin yönettiği belediyeleri ele geçirmek için devletin –ve tüm düzen partilerinin- güçlerini AKP’nin arkasına yığması bu bakımdan anlam kazanıyor…

Görüldüğü gibi, politik bakımdan yerel seçimler egemen güçler açısından ABD emperyalistlerinin at oynatmaya çalıştığı bir alan olma özelliği taşıyor. Kuşkusuz AB’li emperyalistlerin de sürece özgü kendi çıkarları yönünde politik çabalarını sürdürmemesi söz konusu olamaz. Bir yandan öteden beri CHP içerisinde yoğunlaşan politik gücünü korumak istemini taşırken, diğer yandan DTP’nin tümden devre-dışı bırakılmasından yana olmadığı anlaşılıyor. DTP’nin beş yıllık belediye yönetimleri sürecinde merkezi iktidar tarafından alındığı kıskaçta AB’nin fonlar yoluyla mali bakımdan önemli bir kaynak sağlaması bu yönde değerlendirilmelidir.

Bütün bu yoğun politik gelişmeler karşısında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bağımsız bir yerel seçim politikası oluşturamadığını görüyoruz. Oysa her ne kadar biraz gecikmeli de olsa 2009 yerel seçimlerine yönelik “Biz Varız” adıyla ve şimdiye değin devrimci-demokrat-yurtsever güçlerin en kapsamlı birliktelik oluşturuldu. Ama ne yazık ki yine “buyrukçuluk” ve “kuyrukçuluk” illetleri kendisini üretmekte gecikmedi ve birlikteliği köstekledi.

CHP kuyrukçuluğu özellikle reformist kesimde kendisini Ankara ve İstanbul’da belirgin bir biçimde gösterdi. Daha çok AKP karşıtlığı biçiminde dile getirilen –hatta Ankara’da İ.Melih Gökçek karşıtlığına indirgenen, aslında Karayalçın destekçiliğine dönüşen- bir politik tavra tanık oluyoruz. Geleneksel TKP-TİP çizgisi bir yana devrimci geçmişinden uzaklaşan politik çevreler (örneğin Devrimci Yol çizgisi ve EMEP), düzen karşıtlığını bu düzeye kadar geriletmiş görünüyorlar.

Aslında bu politika tarihsel kaynağını Kemalizm hayranlığından alıyor. Bu noktada Kaypakkaya’nın Kemalizm ve CHP çözümlemeleri güncel bir anlam kazanıyor; İbrahim, “CHP’ye, nispeten ilerici bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut olan fakat partiye hakim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir” diyor; ama Kemalist iktidarın orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmediğini, “bu sınıfın içinden çıkıp palazlanan ve kompradorlaşan kesim ile İttihat ve Terakki zamanında palazlanan ve kompradorlaşan büyük burjuvazinin bir kesminin menfaatini temsil” ettiğini belirtiyordu. Yine İbrahim’in sözleriyle dile getirirsem: “Bu noktanın kavranması, gerek dünün gerek bugünün açıklanmasında son derece önemlidir.”

Bunun yanı sıra, reformist solun daha önceki yerel seçim döneminde düzen partisi SHP ile ittifaka girmeleri de bağımsız bir politik yaklaşım geliştirmelerini engellemektedir. Geçen seçimlerde Karayalçın’ı başkan adayı gösterenlerin, bugün Gökçek’in karşısında en güçlü aday görünen Karayalçın’a karşı çıkabilmeleri pek olanak kazanamamaktadır.

Yine 1989-2004 döneminde SHP’li belediyeler sürecinde sağlanan birtakım maddi olanakların da bu yönde cezbedici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki bu maddi olanakların yozlaştırıcı etkileriyle -Emrah Cilasun’un, Devrimci Demokrasi’nin 19-31 Ekim 2008 tarihli 141.sayısında yayınlanan makalesinde dikkatimizi çektiği biçimde- yarattığı “tehlike” gözden kaçırılmaktadır.

Yerel seçimlere yönelik “Biz Varız” adıyla girilen birliktelik çerçevesinde “buyrukçu” ve “kuyrukçu” tavır, başka bir biçimde, DTP’yle ilişkili olarak ortaya çıktı. DTP, bu birliktelik içerisinde yer alırken bölgede kendi adaylarıyla seçimlere gireceğini, batı’da ise ortak adaylarla seçime girilmesinden yana olduğunu açıkladı. Bir başka deyişle, bölgedeki politik gücüyle elde ettiği yerel “iktidar”ları Türkiye devrimci ve demokratik yapılanmalarla paylaşmaya(!) gerek duymadı, ama “ezilen Kürt ulusunun” politik temsilcisi olarak ezen Türk ulusunun devrimci ve demokratlarından destek istedi… Bununla birlikte, gelişen süreç içerisinde batı’da da birçok yerelde “buyrukçu” bir anlayışla –özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bazı yerlerde- partisini ve adaylarını dayatmaktan kaçınmadı. Öyle ki bazı partilerin (ÖDP, EMEP, TKP) “Biz Varız” platformundan ayrılmasıyla birlikte DTP bir anlamda “çatı parti” durumuna getirildi. Düşün ki ulusalcı ve bölgesel bir nitelik taşıyan “2009 Yerel Seçimler Beyannamesi” ile İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı’na Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal aday gösterildi; “Biz Varız” platformu da DTP adayını destekleme kararı aldı. Dersim’deki durumu daha fazla tartışma gerektiriyor; ama kısaca diyebilirim ki DTP Ovacık’ta DDHD ile ortak aday göstermek yoluna giderken, merkezde kendi adayını dayattı ve DDHD’nin önerilerine kulak tıkayarak geri adım atmaktan kaçındı.

DTP’nin Dersim’deki buyrukçu tutumunu “mevziiyi korumak” adına destekleyen devrimci ve sosyalist güçler, ülke genelinde de çok farklı bir durumda değiller.  Başka bir deyişle, 2009 Yerel Seçimlerinde Türkiye “Sosyalist” Hareketi bağımsız bir yönelim ortaya koyamamış, deyim yerindeyse bir kesmiyle CHP’nin, diğer bir kesmiyle de DTP’nin “destekçisi” konumunda kalmışlardır (bazı “sosyalist” çevreler ise tüm süreçlerin dışında kalmayı yeğlemiş, ama kendi dar-çevrelerinin ötesine çıkamamışlardır.)

Bana göre tüm sosyalist, devrimci, demokrat ve yurtsever güçlerin yerel seçim sürecinde etkin bir birlikteliğin gerçekleştirilememiş olmasını, öncelikle kendilerinden başlayarak sorgulamaları gerekmektedir. Özellikle yerel seçimlerin öngünlerinde “çatı parti” önerisinde bulunan DTP, Türkiye devrimci ve demokratik güçleriyle ilişkilenme tarzını gözden geçirmek zorundadır (“çatı parti” girişimi de birçok bakımdan tartışmalıdır, ama buna şimdilik girmeyeyim.)

Yaşamımızda öyle değişimler geçiriyoruz ki bazen hiç ayrımına varamıyoruz. Örneğin geçen yılbaşıydı sanırım, merkezi bir postahanenin önünden geçiyorduk; önceden bayram ve yılbaşı öncesi burada kartpostal tezgâhları kurulurdu; insanlar özenle sevdiklerine, dostlarına, arkadaşlarına gönderecekleri kartpostalları seçerlerdi. Ben bazen seçtiklerimi göndermeye kıyamazdım, bunlardan bazıları hala durur. Artık bayram ve yılbaşı kutlamaları için e-posta ve SMS iletilerini kullanıyoruz, hele ki mektup yazmayı tümden bıraktık.

Ama bundan böyle sana yazmayı sürdürmek istiyorum. Seninle söyleşilerimizi, tartışmalarımızı çok özlüyorum. Ne yazık ki eski mektuplarından hiç biri elimizde değil; ama cezaevinden gönderdiğin bir kartpostal buldum, sıcacık gülümseyişini taşıyan…

Sevgiyle…

Önceki İçerikGazi Halk Cephesi imzalı talihsiz açıklamaya yanıt -I-
Sonraki İçerikCan dost – 2