Yüksel Cihan
Can dost merhaba,
Yine günler geçip gitti yokluğunda, ama yalnız kaldığımda, söyleşilerim seninle… Ancak, bu söyleşileri yazıya aktarmak için olanak yaratmakta zorlanıyorum. Onbeş gün, hadi bilemedin ayda bir yazmayı istiyorum; oysa Nazım’ın dizelerde dediği gibi, “Ne bir demet mor menekşe getirebildim sana” , ne de baharı anlatabildim… Gerçi bu yıl, bahar da pek nazlı, günlerdir güneş kendisini sakınıyor; bizim Satılmış’ın bildiği bütün fırtınalar geçti gitti –O toprak adamıdır; kocakarı fırtınası, kırlangıç fırtınası, kuğu fırtınası, vd… hepsinin zamanını bilir-, ama yine de havalar yağışlı ve soğuk gidiyor. Son yılların en yağışlı mevsimini yaşıyoruz diyebilirim.
Hani, kapalı havalar insanın da içini karartır, karamsarlaştırır denir; gerçekten de iyimser olmak için, bazen pek fazla neden de bulamıyor insan. Toplumsal gelişmelere bakınca, geleceğe güvenle bakmakta zorlanmamak elde değil. “Karamsarlık ve umutsuzluk bize yakışmaz!” dediğini duyar gibiyim, ama…
“Umut” üzerine Albert Camus’nün “Pandora’nın Kutusu” yorumu, bana hep ilginç gelmiştir. Yunan mitolojisinde; Zeus, Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesi üzerine, insanlığa bir ceza olarak Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip olduğu söylenen Pandora’yı eş olarak göndermiş. Pandora, sözcük olarak “tanrılar armağanı” anlamına geliyormuş ve Yunan mitolojisinde ilk kadın olduğu söyleniyor (öykünün taşıdığı erkek-egemen içerik, ayrı bir boyutu). Epimetheus, kardeşinin tüm uyarılarına karşın Pandora ile evleniyor. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (“kutu” denilmesinin bir çeviri yanılgısı olduğu belirtiliyor) verir, ama ‘bu kavanozun asla açılmamalıdır’. Merakına yenilen Pandora’nın kavanozu açmasıyla, içinde bulunan kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Pandora’nın kutusu ya da kavanozunun dibinden en son ‘umut’un çıkmasını, Camus “Umut, kötülüklerin en büyüğüdür.” olarak yorumlar. Camus’nün bu yorumunu cezaevindeyken okumuş ve o sıralar yazdığım bir mektupta tam tersine bir yorum yapmıştım; diyalektik olarak “kutunun dibindeki umudun, kötülüklerden süzüldüğü” yolunda. Belki de, ben de “umutsuzluk bize yakışmaz.” diye böyle bir yoruma yönelmiştim. Ama artık, uzun zamandır “umudun ipiyle kuyuya inmek” bana yanlış geliyor ve ayrıca ‘umut’ olmasa da, yaşamı güzelleyebilmek mücadelesi verilebilir diyorum. Bu bakımdan, Camus’nün düşüncesine yakınlaşmış gibi oldum belki.
Yılmaz Güney’in Umut filmi de, Camus’nün yorumuyla aynı yöndedir. 1970 yılında yapılan ve Güney’in senarist, yönetmen, yapımcı ve başrol oyuncusu olduğu film, Türk sinemasında bir dönüm olarak nitelendiriliyor. Anımsarsak, Tuncel Kurtiz’le Osman Alyanak’ın da oynadığı ve siyah-beyaz çekilen filmde faytonculuk yaparak yaşamını kazanmaya çalışan Cabbar’ın ve ailesinin içine düştüğü çıkmazlardan kurtulmaya çalışması anlatılır. Atı bir arabanın çarpması sonucu ölen Cabbar, ailesini geçindirmek için emeğiyle çalışarak para kazanamayacağını düşünerek, kestirme bir yol aramaya başlar. Aldığı Milli Piyango biletine de ikramiye çıkmayınca, bu kez defidyeci olmaya karar verir… Aslında, Yılmaz’ın bu filmde anlattığı, ekmek kavgası veren babasının umarsızlığı, daha da ötesi umutsuzluğudur…
Ben aynı umarsızlığı babamın, o kocaman ellerinde gördüm; 12 Mart’ın emek karşıtı politikalarına karşı direndiği için, kırk beş yaşında işsiz bırakıldığında. Biz daha küçüktük, ben henüz ilkokula yeni başlamıştım; yoksulluk çöken soframızdan, kimi dostlar(!) arkalarına bakmadan, bir daha dönmemek üzere uzaklaşırlarken, Aşık Mahsuni’nin türküsünde olduğu gibi:
Benim ile lokma yiyip içenler
Gölgemin altında konup göçenler
Sizi zalim dar günümde kaçanlar
Ben kendi kendime çatar ağlarım…
Emekçilerin başından zaten hiç eksik olmayan işsizlik belası, aylardır ‘küresel’ krizin etkisiyle hızla artış gösteriyor; TUİK’in açıklamalarına göre, Ocak 2009 döneminde resmi işsizlik oranı %15,5’e ulaşarak yine rekor kırdı. Üstelik bu oran tarım dışı kesimde %19’da, bir yıl öncesine göre %5,3 puan artmış bulunuyor.
Bu resmi göstergelerin gerçeğin pek az bir kısmını yansıttığı da biliniyor. Örneğin, Araştırmacı-İktisatçı Mustafa Sönmez TUİK’in Kasım 2009 dönemi için açıkladığı %12,3 olarak açıkladığı işsizlik oranının gerçekte %26’ya ulaştığını hesaplarken, TUİK’in Ocak 2009 dönemi için açıkladığı 3 milyon 650 bin işsiz sayısı da DİSK’in saptamalarında 6 milyon 334 bine ulaştığı belirtiliyor.
TUİK’in açıklamaları, kuşkusuz hükümetin ekonomik krizin boyutlarını gözlerden gizleme çabasına hizmet ediyor. Hani merak ediyorum, hükümet ekonomik kriz karşısında kendisi mi kafayı kuma gömüyor, yoksa bizim gözümüzü mü kumla kapatmak istiyor(?) Oysa yine TUİK’in verilerinin gösterdiği çizgi bile, bu tırmanışı ortaya koyuyor: Temmuz’da %9,4’e çıkan işsizlik oranı ağustosta %9,8’e yükseliyor ve giderek %10,3 ulaşırken 2 milyon 548 bin kişiyi buluyor. Kasımda 2 milyon 995 bin kişi işsiz olarak açıklanırken, Aralıkta 3 milyon 274 bin kişiye ve %13,6 oranında gerçekleşiyor.
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun verileri de, bu yönde: 2008 yılında 15.258.608 olan aktif sigortalı sayısının, Şubat 2009’da 14.987.481’e düştüğü bildiriliyor.
İçerisinde bulunduğumuz Büyük “Küresel” Kriz, 1929-32 Dünya Ekonomik Bunalımıyla kıyaslanıyor, ama karşılaştırabilmek için henüz süreç tamamlanmış değil. Ancak, örneğin ülkemizde çok ağır bedellerle yaşanan 1994 ve 2001 krizlerinin boyutlarını çoktan aşmış bulunuyor. Bu kez, kriz kapitalizmin beyni ve kalbinde patlayarak tüm kapitalist bünyeyi felce uğrattı, demek abartı sayılmaz… ABD’de başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan finansal-mali kriz, o çok güçlü görünen banka ve finans kurumlarını bir bir batırarak, reel sektöre de sıçrayıp sıçramayacağı tartışılırken, şirketler birbiri ardına kitlesel işçi çıkartmalarına giriştiler.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), yaptığı açıklamada ekonomik kriz nedeniyle 2009 sonuna kadar işsiz sayısının 20 milyon, yoksul sayısının da 140 milyon artabileceğini; bunun da toplumsal eşitsizliği büyüteceği, enformel emek ve güvencesiz çalışmayı arttırarak emeklilik ödemeleri, çocuk desteği, sağlık hizmetleri gibi toplumsal koruma düzenleriyle emek haklarına ilişkin kaygıların yoğunlaştığı bildiriyor.
Yine, Türkiye İstatistik Kurumu 2008’de büyümenin %0,5’te kaldığını açıklarken; tarımda %2,2’lik büyümeye karşın imalat sanayindeki %1,1 oranındaki daralma inşaatta %4,3 olarak gerçekleşirken, ticarette %1,8 olduğu belirtiliyor. Yeni açıklanan kapasite kullanım oranları, Ocak ayında, geçen yılın aynı ayına göre %16,5 ‘lik bir azalmayı gösteriyor. Eksik kapasite gerekçesi olarak %49,8’lik payla iç-pazar talep yetersizliği, %28,5 oranında da dış-pazar talep yetersizliği etkili sayılıyor. TUİK verileri, 2008 yılı içerisinde yeni kurulan şirket ve kooperatif sayılarının bir önceki yıla göre %11,5 azaldığını gösterirken; kapanan işyerlerinin bu dönemde %58,3 oranında arttığını gösteriyor.
Diğer yandan, ekonomik gelişmelerin yönüne ilişkin belirsizlik de sürüyor. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, IMF bahar dönemi toplantılarından önce yaptığı açıklamada, “Hala önümüzde sıkıntılı uzun aylar var” derken, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick de aynı yönde açıklama yaparak krizin sona ermekten uzak olduğunu belirtiyorlar.
Buna karşın, burjuvazi ekonomik krizi işçi sınıfının haklarını geriletmek için “bir fırsata dönüştürebiliyor”. Örneğin, basında yer alan haberlere göre kriz gerekçesiyle 1.200 işçiyi işten çıkaran AKBANK patronu Suzan Sabancı, İstanbul boğazına nazır Ahmet Afif Paşa Yalısı’na 58 milyon liralık en yüksek teklifi vererek satın alıyor.
Başka bir örnekte Ford Otosan; kriz gerekçesiyle 6400 işçinin çalıştığı Kocaeli Fabrikasında üretimi durdurur, İnönü Fabrikasında çalışan 300 kişiyi işten çıkarırken; 2008 yılında 436 milyon 278 TL kar elde ettiği ve %14,7 oranındaki payıyla pazar liderliğini koruyabildiğini açıklamaktadır.
Yine Koç Grubu, Tuzla Çayırova’da kurulu Arçelik tesislerinden de 175 kişiyi, kriz gerekçesiyle işten çıkarmış bulunuyor ki Arçelik kendi sektöründe dünyanın en karlı şirketi konumunda ve geçen yılın ilk altı aylık mali tablolarında net karının %25,5 oranında artırdığı aktarılan bilgiler arasında.
Şirketler, şimdi de yeni bir ödün koparmak peşinde; 2008 yılı sonunda 146,3 milyar dolarlık nakdi kredi, 14,7 milyar dolarlık ta ithalat borcu bulunduğu, döviz pozisyon açıklarının da 78,6 milyar dolara ulaştığı açıklandı. Böylece 161 milyar dolarlık borç yüküne karşılık varlıklarının değerinin 82,3 milyar dolarda kaldığı belirtilen şirketler, dış borçları için devlet garantisi verilmesini isteklerini seslendirmeye başladılar ve bu konuda en güçlü destekçileri de IMF. Yani bir bakıma, yeni bir hortumlama olayı ile karşı karşıyayız.
Kriz gerekçesiyle hükümetten peş peşe gelen paket paket “önlemler”, yalnızca sermayenin çıkarlarını korumaya amaçlıyor. Özellikle İşsizlik Sigortası Fonu’na göz dikmiş durumdalar; yasasında yer alan ‘amacı dışından kullanılamayacağı” yolundaki açık hükme karşın, Fona açgözlülükle saldırmaya hazırlanıyorlar. 31.12.2008 günüyle İşsizlik Sigortası Fonu gelirleri toplamının 41 milyar 848 milyon YTL iken; 3 milyar 486 milyon işsizlik sigortası, 9 milyon 650 bin YTL ücret garanti fonu giderlerinin düşülmesinden sonra 38 milyar 352 milyon YTL olduğu hesaplanıyor. Yasada öngörülen koşullardan dolayı, işsiz kalanların İşsizlik Sigortasından yararlanmasının çok sınırlı kalması, Fon’da böyle büyük bir birikimin oluşmasını sağlamaktadır. Bu koşulların düzeltilerek, özellikle kriz gerekçesiyle işten çıkartılan işçilere, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sağlanacak desteğin arttırılması gerekirken; Fon, ücret garanti fonu, kısa çalışma ödeneği adları altında amacı dışında ve burjuvazinin yükümlülüğüne katkı biçiminde kullanılmaktadır. Şimdi de, yine aynı yönde, İşsizlik Sigortası Fonu, GAP yatırımlarında kaynak olarak kullanılması için düzenlemeler yapılmaktadır.
Buna karşın, işten çıkartılan bir milyondan fazla işçi de, umarsızlık içerisinde görünüyorlar. Bu işçilerden pek azı yazgılarına karşı çıkabildiler. Örneğin, Gebze’deki Philips fabrikasında çalışan 160 işçi, 31 Aralık 2008 itibariyle faaliyetlerine son vereceğinin açıklanmasının ardından, kısa bir süre de olsa, kendilerini fabrikaya kilitleyerek işgal eylemine girdiler. Ama bu tarz karşı çıkışlar, ne yazık ki pek yaygın değil.
Öyle ki, işten çıkarmalara karşı yasal haklarını savunmak yoluna gidebilen işçi sayısı bile pek fazla değil. Oysa yargı sürecinde, bir işverenin “ekonomik kriz” gerekçesi yerinde bulunmayarak işçinin işe iadesine karar verilebiliyor; Tuzla tersanelerinde Numarine Denizcilik A.Ş. tarafından “işverenin ekonomik ve finansal koşulları ile işletmenin zarar gördüğü” gerekçesi ile işten çıkarılan Limter-İşli işçilerin açtığı işe iade davasında mahkeme “Davanın kabulü ile iş akdinin feshinin iptaline ve işçinin işe iadesine, davacı işçinin başvuruna rağmen bir ay içinde işe başlatmama halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının 12 ay olarak belirlenmesine ve boşta geçen süreler için 4 aylık ücreti ve sosyal haklarının davacıya ödenmesine’ şeklinde” karar verdiği bildiriliyor.
İşçi sınıfının bu umarsızlığında, en başta gelen etmen, kuşkusuz örgütsüzlük. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak ayı istatistiklerinde göre toplam 5.349.828 işçinin %58,65’nin sendikalı olarak görünüyor; ama Can Şafak’ın sendika. org’ta yayınlanan hesaplamalarına göre, gerçekte sendikalaşma oranı %6,51’de kalmaktadır. Türk-İş’in hazırladığı bir raporda, sendikalaşmanın önüne çıkartılan engeller, başta sendikalaşan işçilerin işten çıkartılması ile yasaların yeterince uygulanmaması, eksik uygulanması ya da uygulamanın ağır işlemesi olarak belirtiliyor.
Türkiye’de artık burjuvazinin sendikaya, hiçbir biçimde tahammülü kalmadığı ortaya çıkıyor; özellikle 1988-89 bahar eylemlerinden sonra 1991’de Büyük Zonguldak Greviyle doruğa ulaşan sınıf hareketindeki yükseliş, sınıfın içerisinde sokulduğu deli gömleği olarak adlandırılan sendikal yasalar ve yapılanmaları da aşabildiğini gösterdi. Burjuvazi bu süreçten gerekli dersi çıkardı ve 90’larda kısmi ücret iyileştirmeleriyle sönümlendirmeyi başardığı sınıf hareketinde sendikal gücü kırmaya ve sendikalaşmayı engellemeye yöneldi. Tek başına, yasalardaki sendikal hak ve güvenceler de göstermelik olmaktan öte gidemiyor, yasal hakları kullanabilmek için de örgütlü mücadele etmek gerekiyor. Ama sendikaların, yakınmanın ötesine geçebildiklerinde, çoğunlukla mücadeleyi hukuksal sürece indirgediklerini görüyoruz.
Aslında, sendikal yapıların, örgütlenmeyi genişletmeyi ve geliştirmeyi amaçladıkları da, bence kuşkuludur. Türkiye Sendikal Hareketinin yapısal özellikleri, daha derinden incelendiğinde, sınıf örgütü oldukları tartışma götürür.
Örneğin Türk Metal Sendikası’na biraz yakından bakalım. “Sanayi proleteryası”nın ana damarı olarak adlandırılan metal işkolunda, 1963 Yılında kurulan sendika, kendi tanımıyla “iş çevrelerine verdiği güven ve itimadın katkısıyla”, yetkili en büyük sendika konumuna gelebiliyor. Amacını “üretmek, kazanmak, kazandırmak” olarak özetleyen sendika, işkolundaki işveren kuruluşu MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) ile birlikte gerçekleştirdiği ortak eğitim projesiyle üyesi binlerce işçiyi “Atatürkçülük, uzlaşma teknikleri, küresel gelişmeler, Türkiye ve Avrasya gerçeği, insan ilişkileri, iş hukuku ve toplam kalite yönetimi” konularında eğitmiş(!).
Ezeli ve ebedi başkanı Ergenekon davasından tutuklanan, bu kuruluşu bir sınıf örgütü olarak nitelendirebilmek olanaklı mı? 12 Eylül öncesinde, burjuvazi tarafından (kendi deyimleriyle “partneri MESS” tarafından) DİSK/ Maden-İş’in karşısına çıkarılan ve paramiliter yöntemleri yaygın biçimde kullanmaktan kaçınmayan Türk Metal, bugünkü gücüne 12 Eylül Cuntasının koruması ve burjuvazinin desteğiyle ulaşabildiğini söylemek, “malumu ilan” olur.
Türk Metal, nasıl bir “sınıf örgütü” olduğunu bugün de gösteriyor. Örneğin yetkili olduğu Ereğli Demir Çelik Fabrikalarında, patronların ekonomik kriz gerekçesiyle “1.500 işçiyi kapı önüne koymak ya da ücretleri %20 azaltmak” dayatması karşısında, ücretlerin düşürülmesine onaylamak yoluna gitti. Bu sendika, Componenta Dökümcülükte de, 425 işçinin işten çıkartılması için işverenle anlaşabiliyor. Yine aynı sendika, Federal Mogul işvereninin İzmit fabrikasından 158, Sapanca’dan da 80 işçinin iş akitlerinin feshedilmesi kararına imza koyabiliyor.
Türk Metal Sendikası’nı, herhalde münferit bir örnek olarak göremeyiz; ki bu sendikanın uzun bir dönem (1983-1993) Genel Sekreteri olan Salih Kılıç, Türk-İş’in de Genel Sekreterliğini, sonra da Genel Başkanlığını yapmıştır. Türkiye sendikal hareketinin kapsamlı bir yapısal analizine, en azından şimdilik burada giremeyiz. Ama sosyalist harekette yaygın olan sendikalizme karşı, “Şafak revizyonizmi” özelinde Kaypakkaya’nın yıllar önce yaptığı eleştiriyi anımsayalım.
“… Aydınlık ve İşçi-Köylü sayılarında hep övgü ile bahsedilen DİSK ve TÜTÜS cinsinden reformist kitle teşkilatlarına mı? Eğer, kastedilen bu cinsten kitle örgütleri ise, hemen belirtelim, bu teşkilatlar ancak “hükümete ve patronlara” karşı, “iktisadi mücadele” aracı olarak işe yarayabilirler ama, bir sosyal devrime önderlik aracı asla olamazlar. Bu, Leninizm’in alfabesidir. ‘İşçilerin ve köylülerin önderliği’ (!) için değil ama işçilerin önderliği için bir tek teşkilata, Komünist Partisine ihtiyaç vardır.”
“…revizyonist-reformist TİP’in kontrol ettiği DİSK yöneticilerinin, işçi sınıfımızın devrimci mücadelesini reformizme batırdıkları da kısaca teşhir edilmeliydi. DİSK’le barış politikası, yani işçi sınıfı saflarındaki reformizmle barış politikası, öteden beri sürüp gelen bu politika, Program Taslağı’na da bulaşmış.”
“Bu revizyonist klik, DİSK gibi, TÜTÜS gibi, reformist burjuva sendikalarıyla tamamen uzlaştı ve yayın organlarında, bunların üç-beş kuruş zam uğruna zaman zaman giriştikleri mücadeleleri göklere çıkararak, fakat onları bir kere bile eleştirmeyerek, işçi sınıfımızı ve yoksul köylülerimizi reformizmin kucağına itti.”
“Bu burjuva kliği, gerici saldırılar karşısında başı sıkıştıkça “devrimci güç birliği” çığlıkları atıyordu. CHP ile, doğal senatörlerle, TİP ile, DİSK ile ve diğer reformcu burjuva örgütleriyle güç birliği kurmayı “cephe” politikasının temeli yaparak, Mihrici Dev-Güç maskaralığını diriltmeye çalışıyordu. “Silahımız devrimci güç birliğimizdir”(*) diye manşet atarak, halkın üç silahından ikisi, parti ve halk ordusu bir kenara itiliyordu ve üstelik, halkın birleşik cephesi yerine, “güç birliği” adında ne olduğu belirsiz bir şey geçiriliyordu.”
“İşçiler arasındaki çalışmanın esasını da gazete satışı ve dağıtımı teşkil ediyordu. Reformist DİSK ve ona bağlı sendikalar, kayıtsız şartsız destekleniyordu. Bu politikaya karşı çıkanlar, sekterlikle itham ediliyordu. İşçi sınıfının kendiliğinden gelme mücadelesi yine gerisinden izleniyordu.”
Şimdi bu satırları yeniden okuduğumda, o günün “Şafak revizyonizmi”ne özgü bu eleştirileri günümüzde, sosyalist hareketin ve yapılanmaların daha geniş bir kesimine yöneltmek, ne yazık ki hiç de yanlış görünmüyor. Bu bakımdan, 18 Mayısın yıldönümüne doğru yaklaştığımız bu günlerde, Kaypakkaya’yı yeniden ve yeniden okumak, çözümlemek ve özümlemek gerekli görülüyor. Bu yönde geçtiğimiz günlerde İstanbul’da Teori ve Politika Dergisi tarafından yapılan Kaypakkaya Sempozyumu, bazı olumsuzluklarına karşın çok yerinde olmasına karşın; çok sınırlı bir kesim tarafından izlenmesi, sosyalist harekette İbo’yu görmezden gelme tutumunun süregittiğini ortaya koydu.
Çok uzun ve karamsar bir mektup oldu, sanırım. Aslında, “karamsarlık” söz konusu olduğunda, aklıma hep Hasan Hüseyin’in dizeleri geliyor:
Benim karamsarlığım belki de bir demet gül- sevdiğim
İçimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karamsarlığım
Özlemle…