Can dost – 6

Yüksel Cihan

Can dost,

Bu sabah bir türküyle “merhaba” diyeyim sana:

“Sevdadır bu yürek ister/ Ne bilsin ki yüreksizler/ Olanı bölüşmek yetmez/ Üretip üleşmek ister/ Zor günlerde vefa ister…

Uslan artık uslan gönül/ Bütün aşklar yalan gönül/ Yürekte yara açanlar/ Hepsi de ırakta gönül/ Yürekte yara açanlar/ Bırak gittiler gönül”

Sevgiyi ne güzel tanımlamış, değil mi? “Olanı bölüşmek”, tüketim kültürünün bir başka boyutu içerisinde kalmaktadır; sevgide asl’olan birlikte “üretmek ve üleşmek”tir. Oysa, toplumsal yabancılaşma içerisinde “aşklar yalan” olmaktadır; yine de “uslan”mayan gönül sevdayı aramaktan vazgeçmemektedir.

Aslında, türkü mü demeli şarkı mı, bilmiyorum; genelde bu tarza “özgün müzik” deniliyor; ama her sanatsal yaratının “özgün” olduğunu düşünürsek, ayrıcı bir tanımlama oluşturamıyor. Bazı halk müziği ustaları, bir esere “türkü” denilmesi için, bir bakıma toplumsallaşması ya da başka bir deyişle toplumsal bakımdan ortak bir değer niteliği kazanması gereğini ileri sürüyorlar, bu da zamanla gerçekleşebilir elbette. Tunay Bozyiğit’in Seyduna Türküleri, söz ve besteleriyle, “çağdaş halk müziği” demeyi yeğlediğim türün içerisinde yaratıcılığıyla özgün ve nitelikli bir edinmeyi başardı.

Nazım Hikmet 1921 yılında yazdığı “Orkestra” adlı bir şiirinde, feodal kapalı toplum kültürünün ürünü olarak gördüğü, tarihsel ömrünü doldurduğunu düşündüğü “tek-sesli” halk müziğinin tarihsel ömrünü doldurduğunu, yerine yeni gelişen kentsel toplum kültürünün “çok-sesli” müziğinin alacağını ileri sürüyordu.

“Bana bak!
Hey!
Avanak!
Elinden o zırıltıyı bıraksana!
Sana,
üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
yaramaz!

Bana bak!
Hey!
Avanak!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
dağlarla dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz!

Üç telli saz
yatağını değiştirmek isteyen
nehirlerden:-
köylerden, şehirlerden
aldığı hızla,
milyonlarla ağzı
bir tek
ağızla
güldüremez!
Ağlatamaz!
hey!
hey!
üç telli sazın
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından.
Onu attım
köşeye!
hey!
hey!
üç telli sazın
ağacından
deli tiryakilere
içi afyon lüleli
bir çubuk
yaptılar!

Hey!
Hey!
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram!
Hey!
Hey!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
Hay-kır-dı!.
Sabanlar güleşiyor tarlalarla,
tarlalarla!
Coştu çalgıcı başı,
esiyor orkestram
dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi
dağ-lar-la.”

Geçenlerde, bir TV programında Muharrem Temiz’in elinde, her üç telinden üç ayrı zenginlik tınlayan, üç telli curayı görünce, Nazım’ın bu şiiri anımsadım. Her ne kadar, Nazım politik ve sanatsal yaşam sürecinde, halk kitleleriyle –özellikle cezaevlerinde- kaynaşıp, halk kültürünü ve şiirini kavradıkça, bu düşüncesini aşmış ve yapıtlarına bu kültürü içselleştirmeyi başarmıştır. Örneğin, 20 Eylül 1960 tarihini taşıyan bir şiirinde, “Bu dünyada yiyip içtiklerimin/ gezip tozduklarımın/ görüp işittiklerimin/ dokunduklarımın, anladıklarımın/ hiçbiri, hiçbiri/ beni bahtiyar etmedi türküler kadar” diyebilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluş döneminde de, benzer bir anlayış “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak” adına egemen kılınarak, “ilkel” olarak nitelendirilen halk müziğimiz ve kültürel değerlerimiz çiğnendi. Dönemin bu yaklaşımını bir eleştirisini Sinan Çetin bir kısa filmde güzel yapmıştı (Nihat Behram anılarında, Yılmaz Güney’’in Sinan Çetin’in sanatsal yeteneğine işaret ettiğini aktarıyordu; ama ne yazık ki, bildiğin gibi, S.Çetin bu yeteneğini halkımıza değil, kişisel çıkarları için burjuvaziye sunuyor): Fim, bir evde toplanan halkın bağlama eşliğinde eğlenmesiyle başlıyor. Ardından tahta kapı kırılırcasına gürültüyle açılıyor ve içeri jandarmalar giriyorlar. Komutan “yassahh kardeşim, yassaah..” diyor, “bağlama çalmayacaksınız, bu müziği dinlemeyeceksiniz…” diyor. “Peki ne çalacağız, ne dinleyeceğiz?” sorusunu, “Mozart dinleyin, Beethoven dinleyin” diye yanıtlıyor. “Tamam” diyor müzisyeni canlandıran Ahmet Koç ve komutanın söylediği bütün senfonik eserleri, siyah tekneli bağlamasıyla seslendiriyor…

Bir süre sonra, bu yaklaşımda değişik yoluna gidildiğini görüyoruz. Kemalist diktatörlük kitle temelini güçlendirmek, halk içerisinde iktidarına meşruiyet sağlamak için geliştirdiği –Yalçın Küçük’ün deyimiyle- “köycülük” politikaları çerçevesinde Halk Müziğine de önem verilmeye başlanmıştı. Aşık Veysel’e Köy Enstitülerinde ders verdirilmesi bu dönemdedir. Yine, “muassır medeniyet”in simgesi sayılan senfonik müzikte, halk müziği ezgilerinin kullanıldığı eserler, sipariş edilmişti (Örneğin Türk Beşlileri olarak adlandırılan devletin resmi müzisyenlerinden Ulvi Cemal Erkin’in ‘Köçekçe’si, vb.). Öte yandan Muzaffer Sarısözen ve ekibi Anadolu köylerini dolaşarak türkü derlemeleri yapar ve TRT bünyesinde kapsamlı bir arşiv oluşturulur. TRT’nin halk müziği arşivi oylumuna karşın, genelde “suya-sabuna dokunmayan” denilen, resmi ideolojiyle çelişmeyecek türden eserlerin seçilmesi yoluna gidildiği ileri sürülmektedir. Örneğin, TRT arşivine alınan Pir Sultan türkülerinde “şah” sözcüğünün yerine “dost” sözü geçirilerek, türkülerin içeriği boşaltılmıştır.

Gerçekten de halk müziği, feodal dönemde bir üst-yapı kurumu olarak egemenlerin hizmetinde saraya çekilmiş “san’at”ın dışında sayılır. Muzaffer Oruçoğlu, halk şiiri üzerine bir yazısında şöyle diyordu: “Halk şiirine daldığımızda bıktırıcı bir tekrarla, kuru bir gevezelikler silsilesiyle karşılaşırız ilk anda. Bu onun çöl toprağıdır. Ama işte o çarpıcı, ışıltılı, ilginç zenginlikler, yeşimler, yakutlar, inciler, zümrütler, bu toprağın altında gizlidir.” O halkın yaşamının içindedir; derdi tasası, işi gücü müzik yapmak değildir; acılarını ağıtlaştırır, özlemlerini ezgileştirir, sevinciyle coşkulanır, doğayla söyleşir, vd., özcesi yaşadıklarını, duygularını, düşüncelerini paylaşır; acıları paylaştıkça azalır, sevinçleri çoğalır, zorlukları azalır… Halk ozanı abdallarda bile amaç, müzik yapmak değil, müzik aracılığıyla topluma bir inancı, düşünceyi aktarmaktır. Özellikle Aleviler, üzerindeki baskılar nedeniyle yazılı belge sakıncalı bulunduğu için, sözlü edebiyatı/ şiiri etkin olarak kullanmak yoluna gitmişlerdir. Ruhi Su’nun deyişiyle, Halk müziğinde ezgi, sözü taşıyan, güçlendiren, destekleyen bir işleve sahiptir. Halk müziğinin bu yanı, 70’li yıllarda devrimci mücadelede de, etkili bir araç kullanılması açısından bir olanak olarak görülmüştür. Aşık İhsanî, Nesimi Çimen, Abuzer Karakoç, Zamanî, Mehmet Koç, Ozan Emekçi, vb. sanatçılar bu yönde, devrimci halk müziğinin özgün örneklerini oluşturdular.

80’li yıllar, 12 Eylül darbesi sonucu salt politik bakımdan değil, yanı sıra ekonomik ve toplumsal bakımdan ve bunlarla ilişkili olarak kültürel bakımdan da, çok köklü değişikliklere başlangıç oluşturdu. Özellikle, kırdan kente göçün yoğunlaşması, kentlerin varoşlarında “yedek sanayi ordusu” olarak işsizliğin yığınlaşması, vb. kültürel değişikliklerde önemli bir etmen görülebilir. Diğer yandan, Özalizm olarak adlandırılan, bireyciliğin baş tacı edildiği, pragmatizmin, köşe dönücülüğün erdem sayıldığı bir yaşam görüşü olarak somutlanan emperyalist kültür alabildiğine boca edilerek, toplumsal yozlaşma desteklendi. Diğer yandan, halk düşmanı askeri faşist cunta devrimci, demokrat, halktan yana birçok sanatçı baskıya uğratılırken, birçokları sürgüne gitmek zorunda bırakıldı.

Bu yıllarda, halk müziği alanında yozlaşmanın önünde önemli bir engel olarak, “Muhabbet” çalışmalarını örnek gösterebiliriz. Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu ve daha birçok sanatçı uzun erimli bir çaba içerisine girerek, günümüze kadar ulaşan bir çıkış gerçekleştirdiler. Burada “Alevilik”, yine kendi değerlerini sürdürmek çabası içerisinde, halk müziğinde tarihsel olduğu gibi güncel bakımdan da belirleyici bir etmen olmuştur.

Öte yandan, halk müziğinde de belirli bir değişim gereksinimi kendisini farklı arayışlar biçiminde gösterdi. Bu arayışların bir yönünü, halk müziğinde çok-seslilik oluşturdu. Gerçi, çok-seslilik adına yapılan bazı çalışmalar, arabesk müzikte yapıldığı gibi, bağlamaya birkaç ayrı çalgının eşlik etmesi olmaktan öte gidemedi. Ama, bir yandan halk müziğinin özgün biçemi, çalgıları ve teknikleri üzerinden halk müziğinde çok-seslilik geliştirilirken; diğer yandan yine bu yönde “Batı” müziğiyle kaynaştırma yolu uygulandı. Elbette, bu arayış ve çalışmaların ürünlerinin her zaman “güzel” olduğu söylenemez ama bütün bu sürecin sonunda ortaya, halk müziğinde görkemli bir zenginlik çıktı ve bir yandan kentsel yaşam içerisinde de kendisini yenileyerek üretmeyi, öte yandan da “yerelden evrensele” ulaşmayı başardı. Bu kapsamda Arif Sağ’dan Yavuz Top’a, Ruhi Su’dan Sadık Gürbüz’e, Sebahat Akkiraz’dan Musa Eroğlu’na, Hasret Gültekin’den Erdal Erzincan’a, Çetin Akdeniz’den Erol Parlak’a, Erkan Oğur’dan Mazlum Çimen’e daha birçok isim sayabiliriz.

70’li yıllardaki devrimci mücadele sürecinde yaygın örnekleriyle ortaya çıkan “politik müzik” te, bu süreçten belirli ölçülerde payını aldı. Özellikle Grup Yorum, uğradıkları tüm baskı ve yasaklamalara, karşılaştıkları sorunlara karşın, önemli bir düzeye ulaşmayı başarabildi ve ‘80 sonrası devrimci politik müzikte tartışmasız katkılar sağladı. Bünyesinde yetişen birçok sanatçıdan başka, benzer grupların kurulmasına da örnek oluşturdular. Birkaç ay önce, İstanbul’da yaptıkları stadyum konserinde 55 bin kişinin izleyici olarak katılımı, bu başarının da bir göstergesi sayılmalıdır.

Buna karşın, devrimci politik müziğin, halk müziğimizin ulaştığı zenginlik ve birikimden, pek fazla yararlanamadığı düşüncesindeyim. Örneğin Grup Yorum’un eserlerinin büyük bir çoğunluğunda biçem, yer yer Anadolu halk müziğinden çok, Latin Amerika müziğini, “türkü”den çok “şarkı”yı çağrıştırıyor. Bu durum, benzer grupların çalışmalarında da görülüyor. Ayrıksı bir örnek olarak, Grup Munzur’un bazı eserlerini söyleyebiliriz; O da, Dersim ezgilerinde bunu başarabiliyor. Öte yandan, öncekiler kadar olmasa da, yine “söz” ağırlıklı bir müzik yapıyorlar – müziğe gerekli özeni göstermekle birlikte; ancak “sözler”de, şiirsel bakımdan aynı sanatsal düzeyi yakalayamadıklarını düşünüyorum.

Öte yandan politik müzikte, “örgütlü sanatçı” yerine sanatçının bireyselliğinin, neredeyse kutsallaştırılmasının da, “aydın” çevredeki genel eğilimle örtüştüğünü de söyleyebiliriz. Yalçın Küçük Aydın Üzerine Tezler’de, 1951’Tevkiatından sonra, TKP çevresindeki unsurlardan sanat alanına yönelimlerin arttığını –örnekleriyle- gösteriyor ve bu eğilimin aslında politik alanın terk edilmesi anlamına geldiğini belirtiyordu. Benzer bir durumun, 12 Eylül sonrasında da ortaya çıktığından ve günümüzde de sürdüğünden kuşku duyulamaz. Devrimci örgütlülüklerin ve kurumların uğradığı şiddetli saldırılardan bu çevrelerdeki sanatçıların da payına düşeni almış olması, bu yöndeki eğilimleri güçlendirmiştir.

Çeşitli politik çevreler tarafından birçok kültür ve sanat merkezi kurulmuş olsa da, örgütlülüklerin sanat alanına yönelim ve beklentilerinin, sanatçıların amaçları ve yaklaşımlarını kapsayıcı olmakta yeterli olduğu söylenemez. Bu nedenle, kültür merkezlerinde yapılan etkinliklerin, devrimci sanatın gelişimine katkısı, çok sınırlı ve dar kapsamlı kalmıştır. Örneğin, bildiğim hemen hiçbir kültür merkezinde, Muzaffer Oruçoğlu’nun belirttiği (ve ben de katılıyorum) gibi bir resim- heykel atölyesi oluşturulması gereği duyulmamıştır. Böylece sanatsal kaygı ve gereksinmeleri karşılayabilecek yapılanmaların yetersiz kalması da, sanatçıların politik örgütlülükten uzaklaşmalarında etmen olmuştur.

Yine bu dönemde ortaya çıkan Ahmet Kaya’nın da, politik müzik türünde kendisine özgü bir yer edindiğini ve görmezden gelinemeyecek bir etki alanı yarattığını belirtmek gerekiyor, beğenelim ya da beğenmeyelim… Ahmet Kaya’ya yöneltilen arabesk müzik yaptığı, devrimci mücadelede yaratılan değerleri faydacı bir biçimde kullandığı, vb. gibi eleştiriler haklı da olsa, Ahmet Kaya “sol” kültürümüzün bir parçası ve olumsuzlukları da, “sol” kültürün eksiklikleri olarak görülmek durumundadır.

Bu dönemde, Kürt halk müziği de, benzer bir süreç yaşadı; hatta, bu süreci Türk ve Kürt halk müziğinin karşılıklı bir etkileşim içerisinde geçirdiklerini de söyleyebiliriz (elbette “Kuzey” bölgesi için geçerli olmak üzere). Bir yandan geleneksel özelliklerini korurken, diğer yandan 70’lerde Şiwan Perwer öncülüğünde başlayan “çağdaşlaşma” yönelimiyle ileri düzeylere gelebildi. Ulusal özgürlük hareketinin kazandırdığı direnç ve güçle tüm yasakçı, baskıcı ve asimilasyoncu politikaların etkisini sınırlamayı başarabildi. Kürt politik müziğinde de, hem geleneksel, hem de “batılı” tarzda müzikler yapılabildiğini görüyoruz, öyle ki “rap” serhıldan şarkıları söyleniyor.

Günlerdir, yazmaya ara vermek durumunda kaldım. Ülkemiz tarımında emperyalizmin etkileri üzerine yaptığım incelemedeki çıkardığım notları aktarmak ve kimi bulguları tartışmayı sürdürmek istemindeydim. Seni merakta(!) bırakmak istemezdim; ama, bu dileğimi bir sonraki mektubuma bırakmak durumundayım.

Ama, yine de önümüzdeki referanduma ilişkin düşüncelerimi kısaca aktarabilirim. Anayasa değişikliği referandumu, egemen sınıfların farklı “klikleri” arasında giderek şiddetlenen çatışmanın yeni bir boyutu olarak görünüyor. AKP’nin Anayasa değişikliklerinin özünü, “yüksek yargı organlarının seçimi” oluşturuyor. “Ergenekon” hesaplaşmasında, hükümetin kadrolaşması ve bazı hükümet uygulanmaları karşısında yargı organlarının verdiği kimi kararlar, hükümet tarafından atanmışların, seçilmişler üzerinde egemenliği olarak gösterilmekte ve anti-demokratik bulunmaktaydı. Anlaşılan, burjuva demokrasisinin formalist ilkeleri bile “klikler” arası egemenlik savaşımında bir engel olarak görülebiliyor. Aslında, bu kapsamda, Anayasa’daki “Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devletidir.” hükmü de geçersizleşeceğinden kaldırılabilirdi. “Güçlerin ayrılığı” ilkesi yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirleri karşısında bağımsızlığını öngörür ve demokrasinin temel unsurları arasında sayılır. Oysa biliyoruz ki, ülkemizde bu anlamda demokratik bir işleyiş hiçbir dönem olmamış; parlamento gibi, sözde “demokratik” kimi kurumlar, faşizmin bir maskesi olmaktan öte bir işlev taşımamışlardır. “Demokratik ilkeler” uğruna, Anayasa değişikliğine “Hayır” diyen “sosyalist” kesimlerin, o savundukları yargı organlarının geçmişten bu yana verdikleri kararları, yeniden incelemeleri, egemenlik sistemi içerisindeki yerlerini kavramaları bakımından daha iyi olurdu.

Reformist kesmin AKP karşıtlığıyla, yine CHP’nin kuyruğuna takılırken “12 Eylül’de Darbe Anayasasına da, AKP Anayasasına da Hayır” sloganını kullanması, izlediği taktiği -bir bakıma- kendine yediremediğinin de itirafı olsa gerektir. Gerçekten de, düşünüyorum da, Kürt ulusunun özgür iradesinin somutlaştığı siyasi partileri kapatan Anayasa Mahkemesi üyelerinin ya da TMK uyarınca “taş atan çocuklar”ın uğratıldıkları ağır cezaları onaylayan Yargıtay üyelerinin cüppelerinin “haki yeşil” ya da “türbe yeşili” olmasıyla ne fark eder?

Öte yandan, AKP’nin referanduma götürdüğü Anayasa değişikliği paketindeki kimi “demokratik” hükümlerden dolayı, EDP ve kimi sol-liberal yazar-çizer kesimi -eskiden “aydın” sayılırlardı(!)- “Evet” oyu kullanılmasını savunmaktadırlar. Gerçekten de, AB uyum politikaları çerçevesinde, Anayasa değişikliğinde kimi demokratik(!) düzenlemeler de getiriliyor. Örneğin, AKP’nin seçim afişlerinde de yer verdiği “Birden fazla sendikaya üye olma hakkı”, sendikal özgürlükler bakımından anlamsız değildir. Ancak, Anayasa değişikliğiyle işçilere tanınacak bu hakkın, bir kandırmacadan öte gidemeyeceği o kadar açıktır ki. İşçiler, bırakalım Anayasa değişikliğiyle getirilecek “birden fazla sendikaya üye hakkını”, yürürlükteki Anayasa ve yasalardaki “bir sendikaya üye olma hakkı”nı bile kullanamamaktadır. Kuşkusuz, hükümeti bu “sendikasızlaştırma” politikalarının dışında tutmak, aptallık ya da alçaklıkla olanaklıdır. Yine aynı biçimde, sendikalaştıkları için işten çıkartılan işçiler için iş yasasındaki “sendikal tazminat” uygulamaktan kaçınan yargı organlarının da, “bir sınıfın egemenlik aracının” bir parçası olarak bağımsız olamayacağı görülecektir.

Böyle bir durumda “Boykot” taktiğinin, tek devrimci politika olabileceği, hatta tutarlı bir demokratik tavrın da, bunu gerektirdiği görüşünü paylaşıyorum. Bu seçimlerde, Kürt yurtsever hareketinin de, kendi ulusal varlığını yadsıyan bir Anayasa seçimine girmemesi de, boykot taktiğinin gerçekleştirilebilir bir politika olmasına olanak sağlayacaktır. Seçimlerden “evet” ya da “hayır” çıkması durumunda kazanan, her koşulda sistem olacaktır: “Evet” sonucuyla, AKP’nin seçeneksiz hükümranlığının sürmesine yol açabilecek bir erken seçime gidilebilecektir. “Hayır” sonucuyla, ilkin 12 Eylül gericiliği hukuksal konumunu sağlamlaştırılmış olacak; ikincisi “milletten güvenoyu” alamamış AKP’yi hükümetten uzaklaştırmanın, yerine şimdiye çok kez denendiği üzere, başka düzen partileri getirilecektir. Eski tas, eski hamam… Ancak, güçlü bir boykot sonucu, “yönetenlerin, eskisi gibi yönetebilmelerini” zorlaştıracak, emekçi sınıflar ve ezilenlerden yana daha demokratik ve eşitlikçi bir anayasa istemi ve gereğini ortaya koyacaktır.

Türküyle başladığım mektubumu türküyle bitiriyorum, Özlem Özdil’den. Daha gencecikken Almanya’dan Türkiye’ye geldiği, halk ozanı babasıyla katıldığı bir TV programını anımsıyorum; halk müziğine gönül verdiğini, bu yolda ilerlemeyi istediğini anlatıyordu. O kararlılığını yitirmeden, hiçbir böbürlenme göstermeden, ilk günlerdeki heves ve özenini koruyarak kendisini geliştirmeyi başardı. Özdil ve benzeri genç sanatçılar, ustalarından devraldıkları birikimi sürdürerek, Onların izinden yürüyerek, halk müziğine taze kan taşıyarak, yozlaşmaya karşı daha nice yıllar direnebilmesi için güç sağlıyorlar.

“Ne zaman yağmur yağsa bu şehre/ Toprağın kokusu işler içime./ Seni ben canımın içine saklarım./ O yasak adını yüreğe saplarım./ Gözümün bebeğisin bedenim, yüreğimsin/ Sevmeler emek ister, sen benim emeğimsin…”

Özlemle,

Önceki İçerikDevrim Hareketi Engellenemez
Sonraki İçerikCan dost-7