Can dost-7

Yüksel Cihan

 

Can dost,

Narçiçeğimin bu sabahki “günaydın”ının sevincini, senin de duyumsamanı isterdim. Narçiçeğim nazlı; yerini sevmez, toprağını beğenmez, hoyrat davranmaya gelmez, yaprağını- çiçeğini döker, kuruyacak diye içimiz titrer. Sonra bakarsın, yaprakları yine filizlenir, yeniden tomurcuklanır, bir gülüşünde bin sevinçler taşıyarak çiçeklenir, umuda bezenir.

Gün başladığı gibi gitmiyor her zaman; kül rengi bir yağmura adım attık kapıdan, kasvet basmaması olası mı? Ezginin Günlüğü’nün bir şarkısını çağrıştırıyor:

“(…)Nar ağacında bir kucak zakkum/ Hangi yazdan kalma/Canımı al benim al ışığımı/ Hüznüme dokunma/ Denize bandım ekmeğimi sana getirdim yar/ Suya karıştım şarkılarla gelmiyor bahar/ Kimse bilmiyor derdimi/ Ateşe attım kendimi/ Geçti zamanı ateşin aşkın/
Şimdi kül vakti (…)”

Ama, daha kederli bir ezgi sarıyor benliğimi; Djivan Gasparyan’ın “Küller ve Kar”ı kıvamında,  acıya çalan bir hüzün…  Kanayan bir tarih akıyor belleğimden; ağıtlar yükseliyor Anadolu’nun vadilerinden, dağlarından kül rengi gökyüzüne.  Sesler birbirine karışıyor; çağlardan beri birikmiş sevdaları, acıları, özlemleri, korkuları, sevinçleri,  öfkeleri taşıyan sesler, her dilden ve renkten sesler…  Yemen çöllerine sürülen çığlıklar,  dengbejlerin yüzyıllık ağıtlarıyla Zilan’da koygunlaşır, Koçgiri yüreklerinin yangısı Munzur koyaklarına uzanır; zeytin çiçeklerinin sütbeyazı düşleri, Ege’nin öte yakasında gurbet sızısına dönüşür; aleve sürülmenin bin yıllık tarihçesi, Sivas’ta bir kez daha harlanır; Kafkasların kartal keskinliğinde bakışlarına aldatılmışlığın kahredici karanlığı çöker; Karadeniz’de dalgalanan ölümsüzlük şarkısı, Kürecik dağlarının gündoğumlarında yeni bir yürüyüşe başlar; Orta Anadolu’nun ıssız gecelerinin ayazını taşıyan bozlaklar; Botan’da newroz ateşinin çevresinde coşkuyla govend tutar; Dedesultan’a “aşk ile” bağlanan canlar, Gazi barikatlarında yeni bir ortakça yaşam için kavgalara girişir; Mezopotamya’nın kabarmış topraklarının kokusunu yüklenen rüzgarlar; Mercan doruklarında, zümrüd-ü anka kuşlarının küllerini savurur…  Türkülere vurgun bir başka şair, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu dizelerini belki sen de okumuşsundur:

“Ah bu türküler,/ Köy türküleri/ Dilimizin tuzu biberi/ Memleket ahvalini onlardan sor/ Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen´i/ Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…/ Ben türkülerden aldım haberi.”

Önceki mektubumda dile getirdiğim Anadolu halk müziğinin sosyo-politik gelişimine genel bir bakış sayılabilecek düşüncelerimin tartışmalı ve eksik yanları olduğu görüşünü yadsıyamam. Örneğin, yaptığım genellemenin Anadolu halk müziğinde bölgesel, yöresel, ulusal, kültürel, vb. ayrımları yeterince içermediği eleştirisi yersiz sayılmaz; ama bu ayrımları yok saymak gibi bir anlayışım bulunmadığını biliyorsun. Yine de belirteyim, Anadolu halk müziğindeki gelişmeleri, sosyo-politik bağlamı üzerinden değerlendirmeye çalıştım. Oysa, gelişmelerin tümünün bu kapsama sığmayacağı ortadadır.  Öte yandan, halk müziğindeki gelişmelere katkısı olan sanatçıların, yalnızca yazıda adı geçenlerle sınırlı olmadığı; ayrıca bu değerlendirmelerimin kişisel birikimimin yetersizliği ölçüsünde, yanılsama olasılığının yüksek olduğunu da reddedemem.

Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk dönemlerinde “batılılaşmak” adına halk müziğinin yadsındığına ilişkin yazdığım görüşlerimin de tartışma gerektirdiğinin ayrımındayım. Batılılaşmak, çağdaşlaşmak, aydınlanmacılık yönünde düşüncelerle dönemin politikalarının, “sosyalist” çevremizde “ilerici” olarak değerlendirilmesi yaygınlık ve egemenliğini koruyor. Oysa, Kemalizm’de keramet arayan bu yaklaşım -deyim kaba kaçacak belki, ama halkımızın bir sözünü anmak yerinde olacak-, “… b.kunda inci aramak” kadar beyhude bir çabadan başka anlam taşımıyor.

Aydınlanmacılık, ortaçağ karanlığıyla bilimsel ve kültürel bir hesaplaşma olarak ortaya çıkmış, burjuva demokrat devrimlerinin bir boyutunu oluşturmuştu. Burjuvazinin Batı Avrupa’da feodal egemenliğe karşı verdiği politik mücadele, feodal iktidarın ortağı ve en büyük feodal güç konumundaki kiliseye de yönelmiş ve ideolojik bakımdan da mücadelenin asıl hedefi durumuna gelmişti.

Resmi tarih artık birçok açıdan sorgulanıyor ve hiçbir bilimsel temele dayanmayan iddiaları birer birer çürütülüyor. Bu konuda büyük katkıları bulunan Prof.Fikret Başkaya ,  “Cumhuriyet aydınlanması “ söylemini bir yakıştırma olarak nitelendiriyor ve Tanzimat döneminden başlayarak, Cumhuriyete varan süreçte yapılan ‘yeniliklerin’ (reform, inkılâp, vb.),  amacının ‘Eski Rejimi’ tasfiye etmek değil, onu ‘ihya etmek’ olduğunu belirtiyor (Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite, 2007).

Osman Tiftikçi ise, Osmanlı’dan Cumhuriyete Burjuvazinin Evrimi (El Yayınları, 2003) kitabında “reform” sürecinin Genç Osman’ın padişahlığına kadar uzandığını ileri sürüyor; Genç Osman döneminde de süren halk ayaklanmaları karşısında orduyu güçlendirmek gereği duyulduğunu ve bu yönde düzenlemeler yapılmak istendiğini belirtiyor. Başka bir deyişle, sınıfsal nitelik taşıyan iç çelişkilerin belirleyici olduğu ortaya konuluyor. Ancak, bu girişimlerden sonuç alınamıyor ve II.Mahmut’un yeniçeri ordusunu kanlı bir biçimde yok etmesiyle sürecin önü açılabiliyor.  Öncelikle, modern bir ordunun kurulması için adım atılır, arkasından yeni bürokratik kurumların oluşturulmasına girişilerek, bu yönde gerekli kadroların yetiştirilmesi için eğitim kurumları açılır. Yine bu dönemde ekonomik ve toplumsal alanda da değişimlere yol açacak düzenlemelere gidilir. Batılılaşma biçimindeki bu sürecin bir ürünü olarak, II.Mahmut döneminde, Müzika-i Hümayun Mektebinin kurulur ve bu mektebin başına da Avrupa’dan müzik öğretmenleri getirilir. Yeniçerilikle birlikte mehter müziği de tarihe karışır ve yerini Batı müziği alır.  Kubbelerinde “hoş bir seda”yla fars müziği yankılanan Sarayların, yeni Avrupai salonlarında senfoniler yükselmeye başlar. Halk müziği ise Türk Milliyetçiliğinin egemen olduğu İttihat ve Terakki döneminde bile Sarayın çok uzağında kalır.

Tiftikçi, Osmanlı döneminde başlayan “Batılılaşma”nın, bir yanıyla egemen düzenin kendisini yeniden biçimlendirmesi gereğinden kaynaklandığını belirtirken, diğer yandan emperyalist güçlerin Osmanlı Devletini denetim altına alma ve buna bağlı olarak yarı-sömürgeleşme sürecine dayandığını ortaya koyuyor ve bu doğrultuda, 1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı ile 1856 yılındaki Islahat Fermanını örnek veriyor. Fikret Başkaya da,  “Batı’dan kurum, kural, yasa, tarz-üslup, giyim-kuşam modeli, vb. ithal” edilmesinin “yenileşme değil, yarı sömürgeleşme” olduğunu belirtiyor.

Osman Tiftikçi, dönemin muhalifleri sayılan Genç Osmanlıların“…devlet ve bürokrasiden bağımsız bir biçimde kendi gelişmeleriyle ortaya çıkan aydın kadrolar değil…”, “Tersine reformcu padişahların, onların sadrazamlarının özenle üzerinde durdukları, seçerek yetiştirdikleri, kalburüstü, ayrıcalıklı hale getirilmiş kişiler” olduklarını belirtirken, devletin Genç Osmanlılar üzerindeki baskılarının hiçbir zaman “ezici ve yok edici olmadığını” vurguluyor. Örneğin, o dönemde sürgüne gönderilenlere ya bir devlet görevi verilmekte ya da başka bir biçimde maaş bağlandığı bile görülmektedir. Devlet-i Alî’yi koruma ve güçlendirmeyi önüne hedef olarak koyan ve bu nedenle de kendi dönemlerinin devrimci fikir akımlarını tehlikeli bularak uzak durmayı yeğleyen Genç Osmanlıları çağdaş anlamda “aydın” saymak; böyle bir süreci, “çağdaşlaşma” ya da “aydınlanma” ile ilişkilendirebilmek, elbette ki olası değil.

Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildikten sonra, hilafetin kaldırılması ve “laiklik” ilkesini kabul edilmesini, “aydınlanmacılık”la açıklamanın da yanıltıcı olduğu görülüyor. Osmanlı’da dinsel aristokrasi olarak ulema zümresi, ayrı bir egemen güç olmaktan çok, en büyük feodal güç olan hanedanlığın destekçisi konumundan öteye gidememişti. Halifeliği de ele geçiren hanedanlık ise dini politik bir araç olarak kullanmış, gerektiğinde geri plana atmaktan kaçınmamıştı. Daha Cumhuriyet’ten önce, 18.yüzyıl sonlarında kurulmaya başlanan subay okullarıyla, dinsel içerikli medrese eğitiminden uzaklaşma başladığı, II.Mahmut döneminde ilk ve ortaokulların (rüştiye) kurulmasıyla sürdüğü aktarılıyor. Hukuk alanında yapılan düzenlemelerde “şer’iye” mahkemelerinin yanı sıra “nizamiye” mahkemeleri kurulurken; Tanzimat döneminde de azınlıkların anlaşmazlıklarına bakmak üzere cemaat mahkemeleri ile karma ticaret ve asliye mahkemeleri buna ekleniyor. Ayrıca, mevcut şeriat hukukun yanı sıra bir ceza yasası çıkarılıyor ve yine o dönemde ticaret kanunu ve Arazi kanunnamesi de yürürlüğe sokuluyor. Başkaya da, aynı yönde İttihatçıların “Şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’ne, evkaf mekteplerinin de Maarif Nezaretine devrini gündeme getirerek laiklik alanında önemli bir hamle” yaptıklarını belirtiyor.

Kemalizmin laiklik çıkışının arkasında politik nedenler bulunduğu görülüyor. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulurken “programına dini inançlara saygılı olunması maddesi konulması” ile Kürtlerin “dini içeriğe sahip bir ayaklanma” (Şeyh Sait İsyanı) başlatması, din alanında önlemler alınmasını gerektiriyor. Günümüze değin süren uygulamada, laiklik adına “diyanet”in kurulmasıyla, din devletin denetim ve güdümüne alınıyor. Tiftikçi; “dini sahiplenen bir laiklik” anlayışıyla, Halifeliğin kaldırılmasının bile “dinde böyle bir kurumun olmadığı gerekçesine dayanılmış, bu konuda din adamlarından fetvalar” alınarak şeriata uydurulmaya çalışılmış olduğunu belirtiyor.

Bu noktada, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulmasının bir “devrim” gibi sunulmasını tartışmak gerekiyor. Resmi tarihin, son padişah Vahdettin’i ihanetle suçlamaya kadar vardırmasına karşın; Anadolu’da gelişen milli mücadelenin hedefinin, işgale son vererek, saltanat ve hilafetin kurtarılması olarak konulduğu biliniyor. Seyfi Öngider,  yaklaşık bir yıl süren Damat Ferit Paşa hükümeti dönemi dışında, Padişahın ve İstanbul hükümetlerinin Anadolu’daki mücadeleyi desteklediğini ortaya koymaktadır (Kuruluş ve Kurucu, Aykırı Y., 2003). Öngider, Şubat 1922’de Ankara hükümetinin Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in İstanbul’da Sultan Vahdettin’e gidip TBMM’yi ve Ankara Hükümetini tanımasını istediği; 29 Ekim 1922’de de Refet Bele’nin son kez aynı isteği ilettiği, en azından bir süre için gönüllü sürgüne gitmeye ikna etmeye çalıştığı bilgisini veriyor. Yine bu yönde, 1922 Eylülünde dile getirilen bir öneride, Mustafa Kemal’in “hilafet ve saltanat naibi” yapılmak istendiği ve bu yönde Veliaht Abdülmecit’in iki kez Ankara’ya davet edildiğini belirtiyor. Diğer yandan, Başkaya da, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e” yönetim tarzının hemen hiç değişmediğini, Osmanlı’nın son dönemlerinde “Anayasal Monarşi” düzeni içerisinde zaten padişahın yetkilerinin çok sınırlı kaldığını ileri sürüyor. Dönemin muhaliflerinin “Saltanat-ı meşrutadan Cumhuriyet-i mutlakaya geçiş” sözlerini aktararak, Cumhuriyetin ilanıyla Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal’e verilen yetkilerin Sultan da bile olmadığını vurgulayan Öngider: “Bu bağlamda, Cumhuriyet Osmanlı’dan bir kopuş değil, o tarihsel koşullarda ortaya çıkan yeni bir ‘devam formatı’ idi.” diyor. Lozan Anlaşması ile Osmanlı’nın borçlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından üstlenilmesi, Osmanlı döneminde çıkarılan bazı yasaların (Tatil-i Eşgal Kanunu ile Memurin Muhakematı Kanunu gibi) Cumhuriyet döneminde de yürürlükte bırakılması gibi uygulamalar da, bu sürekliliğin göstergeleri sayılabilir. Yarı-sömürgeleşen Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyetinin de emperyalizme bağımlılığının sürdüğü (daha milli mücadele süreci içerisinde emperyalist güçlerle uzlaşma çabalarına girildiği); bir başka deyişle üst-yapıdaki bu sürekliliğin, nesnel altyapıyı da kapsadığını belirtmek gerekiyor; gelişmeler, sosyo-ekonomik ve sınıfsal bakımdan da temellendirilebilir.

Bu bakımdan, Cumhuriyet döneminde de sürdürülen Batılılaşmanın çağdaşlaşma, aydınlanma, vb. ilerici özellikler taşımadığı, Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın ileri sürdüğü gibi, “batılılaşmanın, kapitalistleşme” (Fuat Ercan, “Sınıftan Kaçış…”, İktisat Üzerine Yazılar- I, İletişim Y., 2003) değil, emperyalizme kültürel bağımlılığın yolunu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Müzik alanındaki girişimlerin de, bu doğrultuda ortaya çıktığını, “evrenselleşme” anlamında yorumlanmasının yanıltıcı olduğunu belirtebiliriz. Seyfi Öngider, Kemalist “Müzik İnkılâbı”yla topluma dayatılan Batı Müziğine karşı halkın duyduğu tepkiyi ilginç bir öyküyle ortaya koyuyor: “O sıralarda Ankara’da büyük bir mağaza açan Vehbi Koç’a gelen köylüler, ‘Bize bir radyo ver ama içinde Necip Aşkın olmasın’ demeye başlamışlardır. Necip Aşkın, o dönemde Ankara radyosunda Batı müziği çalan bir sanatçıdır”. Yine Öngider, Alaturka müziği makamlarını ayırt edebilecek kadar düşkün olduğu söylediği Mustafa Kemal’in (ki, herhalde burada sözü geçen “alaturka” müzik, halk müziği değildir; “San’at Müziği” olarak adlandırılan Osmanlı Saray müziğidir),  Falif Rıfkı’ya  “…kendi koyduğu kanunun sonuçlarıyla karşılaşmak lazım gelince, ‘Bize göre değil ha çocuklar…” dediğini aktarıyor.

Tarihe gömüldüm kaldım, “memleket ahvali”nden söz etmeye pek fırsat kalmadı. Bu konu üzerine yarım kalan tartışmayı sonraki mektuplarda sürdürmek üzere, bugünlük de bu kadar diyeyim, sözü daha çok uzatmadan; yine hoşgörüne ve gülüşüne sığınıyorum. Seni hep o gülüşünle, gülüşüne sinmiş sevginin sıcaklığıyla canlandırıyoruz; umutsuzluğa ve karamsarlığı karşı, en zor dönemlerde bile yitirmediğin o aydınlık gülüşünle…

Yeni bir yıl, belki de yeni olanın taşıdığı bir iyimserlikle geliyor, Filistinli şair Fatva Tukan’ın “Yeni Yıla İkinci Dua” şiirindeki gibi:

Avuçlarımızda senin için yeni amaçlar taşıyoruz
Gözbebeklerimizde dualar sunuyoruz tanrıya
Ezgiler sunuyoruz, su katılmamış.
Ya sen, gül kokusunun umuduyla donanmış,
istekle, verilmiş sözlerle dopdolu
sen, yeni yıl, bize ne getirirsin
senin bağrında neler var?
 
Aşk ver bize, aşk ver.
Aşkın içinde patlar bizim büyük cevherimiz
Aşkın içinde ışıldar
Aşk ile yeşerir türkülerimiz bizim
Aşk ile yeşerip dökülür kalbimiz
Dökülüp yayılır
Ve zenginleşir toprağımız
aşk ile.
 
Aşk ver bize, aşk ver
Aşk ver ki, kuralım yeniden
Yıkılan dünyamızı
Aşk ver ki
Serpelim tekrar tekrar
Bereketli kıvancı
Kısır dünyamıza
 
Kanat ver bize, kanat ver
Açalım dört bir yandan kuşatılmış bu zindanı
Bu demirden, çelikten duvarları yıkalım
Uçurtalım özgürlüğü ta yukarılara, doruklara
Işık ver bize, aydınlık ver
Zifir karanlıkları yarıp geçecek bir ışık ver
Parlak soluğuyla hepimizi
Yücelere fırlatacak bir aydınlık.
 
Özgürlük getir bize
Var olmanın tek olanağını
Tek amacı yaşamanın…
Önceki İçerikCan dost – 6
Sonraki İçerikErdoğan ve AKP’nin dini para, tanrısı ABD emperyalizmidir!