Din, canlı türleri arasında evrimleşmesi insanlaşmaya doğru tamamlanan Homo Sapiens’in, hayata -cevabı da zihninde karmaşık duran- ilk büyük soru soruşudur.
Din, nesnel dünyayı, doğayı ve gökyüzünü anlama arayışındaki insanın felsefeye ilk girişi; canlı türleri arasındaki özgünlüğünü korkakça fark edişidir. İnsanın bu ilk büyük sorusunun cevabını arama sürecinde öğrenme, anlama ve bilmeye koşut olarak “yaşayan” bilinmez’e güzelleme düzerken farkında olmadan tamamladığı şey ise, aklının diyalektiğidir.
Ama din, kendisinin arayışı sonucu bulunmuş bir şey değil, insanın zorunluluk zincirlerinden kurtulmak arayışından çıkan, kurtulmaya yetemediği tarafın adı ve prangası, nesnel dünyada kendini arayışının ilk sonucu olarak bilinmeze ve gemlenmeze duyduğu korkunun karşılığıdır. Dolayısıyla din, insanın kendini fark edişinin başlangıcı, kendisiyle diğer her şeyin kıyaslanması, nesnel dünya ile öznel dünyanın çarpışmasında uyanırken, bulduğu sihirli bir zekâ oyunudur.
Dinsel felsefe, insanın yaratımı olarak hem kendi zekâsının farkına varışı ve giderek bu zekânın efendisi, hem de kölesi olmakla nesnel dünyanın yasalarına yabancılaşmanın da ilk üretimidir. Korkuları karşılığında aradığı kendi dışındaki bir “yaratıcı”yken, büyük etkilenme ve esinlenme yolunda bulduğu şey ise farkında olmasa da, her zaman hep kendisidir. İçinde kendi insan kimliğini bulduğu nesnel dünyaya ilk sorusunu sorduktan itibaren korkuttuğu şeyi; canlıyı, olayı, olguyu uzaktan gözlemlemiş, öykündüğü şeye yakınlaşıp incelemiş olan bu insan, vardığı her sonucu kendi yeteneklerinin de buluşu olarak biriktirmiştir. Hafızanın bu birikiminden yararlandıktan itibaren de, hem korkuttuğu hem de öykündüğü şeyin kendisi de olabileceğini far kedince de, “tarih” denen sahaya giriş yapmıştır. Düşünce yetisindeki sıçramayı da veren tarihe bu giriş, saflıkla kurnazlığın diyalektik zıtlaşması olarak “insan tanrıların” devrine kapı açmıştır. Bu aşamayla aynı süreçte çıkış amacına yabancılaşan felsefe de diyalektik tamamlanışını bulmuştur. Köle ve efendi denkleminde kurulan ve bin yıllar süren ilk sınıflı toplumun üst yapısal ideolojisini oluşturan tanrı insan; tanrısallık ve dokunulmazlık, yani tabu idealizmi; arayışta ısrar edenler; bilgeler, üretenler, filozoflar ve keşifler de maddeciliği temsil etmiştir. Şimdi olduğu gibi o gün de sosyal ve bilimsel ilerleyişin temsilcileri olan zamanın maddecileri, felsefenin diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak iki ayağı üzerine dikleşeceği zamana söz, kavram ve çıkarsama biriktirmiş, yol döşemiştir.
Bilmediğine tapmak ve ondan korkmakla başlayan doğayı ve evreni anlama arayışı, yasalarını ve davranış kurallarını anladığı şeye gem vurmakla yaratıcı yeteneğini fark eden insan, beş bin yıldır sadece dışındaki canlı ve cansız varlığa ket vurmak, bent koymak ve gem vurmakla yetinmedi, en büyük buluşunu, kendi türünde olanları köleleştirmekle gerçekleştirdi.
Din, sınıflı toplum nüvelerinin ortaya çıkmasına paralel olarak tüm sınıflı toplum kurumları gibi egemen sınıf ve sistemlerin mülkü olarak kitlelerin aldatılmasında ve uyuşturulmasında göreve koşulmuş, sadece satanların kazandığı, alanların ise sosyal acılarını unutacak uyuşturucu işlevini görmeye devam ediyor. Satanların sabır ve “şükür” olarak ezilenlere telkin ettiği din, şimdide bu metadan almak istemediğini söylemekle uyanışını haber verenlerin üzerine ölüm olarak çökmüştür. Tek tanrılı dinlerin çıktığı aynı coğrafyada üretilen, insansal tüm değerlere yabancılaşmakta niteliğini bulan ve DİN denen şeyin bütün özünü temsilen, bilimin ve insan biriktirdiği her şeyi imhaya programlanmış IŞİD de, sadece İslam’ın değil, İslam’ın olduğu gibi o da tüm tek tanrılı dinlerin özü, onun insana dair tasavvur ettiklerinin sentezi, doğal olan her şeyin antitezi olarak insanlık nazarında kendi nihai çırpınışını ortaya koymuştur.
Dolayısıyla her kurum ve metanın kendine özgü kimliği gibi kurumsallaşmış ve metalaşmış dinin de kimliği kendine özgüdür; din, nesnel değil özneldir, somut değil soyuttur! Zamanda ya da tarihte her şeyin bir çıkış zamanı ve mekânı varken, din, çıkışını da mekânını da insan zihninin soyut tünellerinde inşa etmiş bir şey olarak tarihsel miadını da aynı tünellerde doldurup sönecektir. Çıkışı nasıl ki insanın bilinmezliğine karşılık bir türetim olmuşsa, insanlık hayatından çıkıp gitmesi onun yerleştiği insan zihninin doğanın ve evrenin bilinmiş sonuçlarını ihtiva eden bilginin yerleşmesiyle kovulup gidecektir.
Dolayısıyla dine karşı mücadelenin araç ve argümanları, mücadele edilen sosyal zorunlulukların araç ve argümanlarıyla benzeşmez. Din, onun anlamsızlığını anlamış insanlığın onu karşısına alarak hakkında geleceği bir şey değil, birey insanın zihninde işgal ettiği alana bilimin sonuçlarını yığmakla kurtulacağı bir zihinsel kelepçedir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemini uygulayanlar tek tek bireyleri ve/veya ezilenleri onun uyuşturucu atmosferinden kurtarmaya çalışırken, dikkat edecekleri şey acıtacak argümanlardan kaçınmak olmalıdır. Dinin uyuşturduğu kitlelerden kaçmak da devrimci bir tutum değildir. Kitleler devrimin temel özenesi ve sosyal dönüşümün kavurucu enerjisini üretenler olarak, üstten tutuşturulduğu gibi, alttan da tutuşturulacak bir özelliğe sahiptir. Alttan tutuşturma kitlelerin ideolojisini, yani inanma tarzını değiştirmekle aynı anlamda bir çaba olarak sadece devrimcilerin sorumluluk alanını işaret eder. İnanç aşağılanacak bir şey değildir, din ise küfredilerek ortadan kaldırılacak bir şey değildir. Dini, insanlık türünün yaşam öyküsünde ihtiyaç haline getirmiş her ne var ise, bunları biliminin sonuçlarıyla düşünce dünyasında yer değiştirmektir. Bu nasıl olur denirse yol gösterici olarak başvuracağımız kişi burada da Marks’tır:
“Acil görev, insan yabancılaşmasının, kutsal yönden yapılmış olması yanı sıra, dünyevi (cismani) yönden de maskesini indirmektir. Böylece göğün eleştirisi kendiliğinden yerin eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin (ilahiyatın) eleştirisi, siyasetin eleştirisine dönüşür.”
Bilimin ağırlığını yüklenmeyen, dinin ağırlığından kurtulamaz!