Sivas yangınının yıl dönümlerinde samimi müslümanlar, “bu insanları nasıl yaktılar böyle, dinimizden hiç mi nasibini almamış bunlar,” diye homurdanır durur. Halbuki yakma olayı, semavi dinlerin dışında bir olay değil, aksine, bu dinlerin ceza hukukunda olan temel bir olaydır. Ateş, cezanın özüdür. Kuranda ateşle ilgili 125 ayet var.
Tanrıyı yaratan insan, onu mükafat ve cezayla, cennet ve cehennemle zaten donatmıştır. Tanrıya iman etmeyen inkarcıyı Tanrı, imana çağırır, çağrıya uymayanı “yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşe,”(kuran) yani cehenneme atar. İnsan ateşinde yanacak olan bu bedbahlar gayri “ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.” (Kuran)
Öte dünyada durum budur. Kutsal kitaplar esas alınırsa, bu dünyada da dinin ceza hukuku farklı değildir. Tanrıya iman etmeyen inkarcıyı, iyi kul imana çağırır, çağrıya uymayanı öldürür veya yakar. Yakan cennete gider.
Yakma deyince aklıma Hurufi şeyhi Fazıl Tebrizi gelir hep. Adamı sapkınlıkla suçladılar Fatih döneminde. Edirne camisinin avlusunda odun yığıp, yaktılar. Dönemin şeyhülislamı molla Fahreddin Acemi, sevaba girmek için ateşi üfleyip harlandırırken sakalı tutuştu. Yakma olayı İslamda seyrek, Hıristiyanlıkta ise çok yaygındır. Muhalif mezhep taraftarlarını yakmak, Bruno gibi muhalif aydınları yakmak, on binlerce üfürükçüyü, cadıyı yakmak… Nietzche’nin Hiristiyanlığa amansız saldırısı boşuna değildir.
Dinin cezalandırma hukukunu sadece yakmayla sınırlandıramayız tabi. İslamda cezalandırmanın en yaygın biçimi, kılıç, balta, urgan ve taşlamadır (recmetme). Kafirler, iman etmeyenler istisnasız öldürülür. Malları namusları helaldır. Kuranda, Tevbe 5 ayetinde şöyle deniliyor:
” (Dört) yasak ayı çıkınca o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, onları kuşatın, onlar için her gözetleme yerinde oturun. Ama tevbe ederler, namaz kılarlar, zekât verirlerse yollarını açın, Allah’ın bağışlaması çok, ikramı boldur.”
Tarihe baktığımızda devletlerin dini, bir uyuşturma, bende yaratma ve egemenlik aracı olarak kullandığını, muhaliflerini çoğunlukla bu araçla vurduklarını ve baskı altına aldıklarını görüyoruz. Kendi tarihimizde, Alevi, Ermeni, Rum, Kürt, Süryani kırımlarında dinin devlet tarafından nasıl kullanıldığını çok daha bariz bir şekilde görebiliyoruz. Din, devletin terbiyeli maymunudur. Bu maymun, olağanüstü durumlarda Kuyucu Murat’a dönüşür; yakın tarihimizde, kanlı pazarda, Maraş’ta, Çorum ve Sivas’ta olduğu gibi. Egemen sınıflar dini sadece halka karşı kullanmaz, iktidar dalaşında birbirlerine karşı da kullanır. 9 Mart (1909) olayı bunun en tipik örneğidir. AKP başta olmak üzere mevcut egemen sınıf partilerinin (bazı muhalif halk güçleri de dahil), dini iktidar savaşında nasıl kullandıklarına hep beraber tanık oluyoruz. Tepişme arenasında yükselen dinin, değer ve deyimlerini aydınlarımız bile artık kolayca kullanıyor. “Etik” ve “ortak akıl” gibi deyimler ağızlara pelesenk olmuş. Bu akilleşme ortamında, “bir Allahın kulu” çıkıp, etiğin, özgürlüğü tepeleyen bir nesne olduğunu; ortak aklın bir sürü aklı, ümmet veya bende aklı olduğunu söylemeye cesaret edemiyor. Herkes İŞİD’e saldırıyor ama kendi içindeki İŞİD’i göremiyor. Mustafa Kemal’in devletin bağrında diyaneti kurarak Sünniliği himaye edip, Tekke ve Zaviyeler Kanunu’yla da tüm diğer mezhep ve inançları yasaklamasının, yarattığı vahim sonuçlar itibarıyla bir IŞİD hareketi olduğunu bile göremiyor.
Tüm eksikliklerine, tek yönlülüklerine, bilimsel ve felsefi derinlikten önemli ölçüde yoksunluklarına karşın bu ülkenin Nadajlı Sarı Abdurrahman, Turan Dursun ve İlhan Arsel gibi aydınlara ihtiyacı vardır. Bilimin ve felsefenin aşk ateşiyle, kah incir çekirdeğine girerek, kah sonsuzluk ve hiçlik alemine çekilerek, organik ve inorganik kaosu önyargısız irdelemek; varlığı, boşluğu ve anlamı, özellikle de insanlıktan çıkmanın, kurtulmanın anlamını irdelemek…
İnsanlığın en büyük problemi insanlıktır. Aklı başında olan tüm ileri çıkışların hareket noktasıdır bu.