Sözü tükete tükete eskitip parçalama pahasına yinelemekte fayda görünüyor; burjuvazi yalnızca ceza ve korku aygıtlarıyla bekasını sürekli hale getirmiyor. Salt üretim ilişkilerini olduğu gibi sürdürme gayretiyle de muktedir direklerini sağlamlaştırmıyor. İnsanlar yalnızca maddi üretimde bulunmazlar. Zira üretim dışında, yerler, içerler, düşünürler, sevişirler, eğlenirler, seyahatlere çıkarlar. Bu ilişkiler toplamı; düşünce formasyonunu, yaşam formunu, kültürü, estetik algıyı, alışkanlıklar silsilesini vb. oluşturur. Burjuvazi tam da bu alana nüfuz ederek kendisini yeniden ve yeniden üretir. Devlet ideolojik aygıtlarını işlevsel kılıp, ihtiyaç bağlamında gerek reorganize ederek gerekse de yeni bir nitelik kazandırarak eğitimden medyaya, kültürden sanata, spordan eğlenceye kadar “dört başı mamur” yapılanmasıyla, ideolojik kodlarını ve bunun yaşamsal alanlara yansıyışını yeniden üreterek bilinçlere yön verir. Böylelikle toplumu kendi yarattıkları önünde diz çöktürürken, ne olduğunuza ve ne olmak istediğinize, neye inanıp neye inanmayacağınıza, kime ve nasıl aşık olacağınıza, kültürünüze, sanatınıza karar verirken, toplumu da bu düşüncelerin kendilerine ait olduğunu kabul ettirir. Bu empoze etme fabrikasını öyle incelikle işlevlendirir ki, ön kabullerinizin/bilincinizin, yansımalarınızın, güncenizin süzgecinden geçirdiğiniz sarih deneyimlerin, okuma ve sorgulama sürecinin ürünü olduğuna kani olursunuz. Bilince zerk edilen ideolojik kodlar öyle bir yerleşir ki, nizam haresinin dışına çıkan farklı yöneliminizi aforoz ve günah kırbacıyla şaklatıp bastırır. Tam da burada eskilerin ifadesiyle Marks’ın darbımeselini devreye koyalım: “Fikirlerin bu egemenliğine isyan edelim”
Eski fikirlerin egemenliğine isyan, devrimci hareketle bütünleşir. Devrimci hareket; günlük akışta eskinin karşısında analiz-sentez, sorgulama ve yenilenme, yıkma ve diyalektik yaratıcılıkla sınanırken, toplumsal dinamikleri demokratik/sosyalist kültürel dönüşümüne yönlendirme görevini bugünden başlayan kültür devrimi politikasının sürdürücüleri alır.
Darlaştırılmış, can damarları köreltilmiş politikanın hegemonyasıyla yürüyoruz. Felsefe prizmasından koparılmış politika bir dönem sonra totolojiye evriliyor. Politika asli dayanağı olan sosyolojiden, felsefeden, sanat-edebiyattan, psikolojiden beslendikçe zenginleşip derinleşir. Dönemin Kemalizm’den yana mürekkep yalayan sosyalistleri hangi burjuva klikle teşrik-i mesai yapacağını düşüne dururken İstanbul’da fakirhanesinde Yaşar Kemal “İnce Memed”i yaratıp “O dağa çıkmaya ben de yazar olmaya mecburdum” diyerek hurucu, şarab-i eşkıyalığın yolunu gösteriyordu. Velut ve serbaz bir yazarın kaleminde boyut kazanan İnce Memed, Abdi Ağalar’ın düzenine karşı Anavarzalarda tüfek çatıyordu. Edebiyat; labirentte sıkışan patikaya, dönüp bakacağı yeri işaret ediyordu.
Devrimci cenah, sanat edebiyata birkaç kol boyu mesafeli durdu ve teşbihte hata olmaz, yaklaşımı Fuentes’in roman karakteri Diana ile özdeşti. Romanda Diana sevgilisi Fuaentes’e; “Seni gerçek bir devrimci sanıyordum. Yazıyorsun ama bir şey yapmıyorsun. Amerikalı liberallerden bir farkın yok” eleştirisini yaptığında Fuentes kelimelerini göreve çağırır; “Yaratmak yapmaktır, tek gerçek eylemdir. Ölümü hayal etmem için ölmem gerekmez” der.
Devrim politik öznelerin ve aksiyonun mazharıdır. Sanat ve edebiyatın böylesi bir görevi yok; kaliteli ve derinleşen sanat edebiyat antikacı titizliğiyle dünün örtüsünü kaldırıp ne yaşadığınızı, gündelik ilişkilerin hengâmesinde kaybolan özü, hayatı ve insanı anlamanızı, sınırları zorlayıp hayal kurmanızı sağlar. Ütopik sosyalist Çernişevski “Nasıl Yapmalı” da resmettiği karakterler ve yaşamla 19. yüzyılın Rusya’sında yeni hayatın hayalini kurduruyor, onları değişime çekiyordu. Çernişevski Akhilleus’un seçimini yapmıştı; gelecek için bugüne aldırmamıştı. Yılmaz Güney de, Sürü filmiyle ’80’den sonrasının parametrelerini, feodalizmin çözülüşünü, atını Rojava’ya dörtnala süren Kürdün tozu dumana katarak geleceğini muştulamıştı.
Kültür sanat politikası deyince arife tarif gerekmese de, mantalitemiz; kültür merkezi, müzik grubu, dergi ve takvimsel festivallerle bu işi kurtarmak. Araçların önemli olmadığına ve çabaya ne şüphe. Doğru yönelim yoksa araçlar işlevini görmez, çaba istenilen sonucu yaratmaz. Dramaturjide de genel kuraldır; hikâye tıkanmışsa, akmıyorsa başa dönüp hikâyenin omurgasını gözden geçirmek gerekir. Olgunun kerterizini aldığımızda, bu kurumları içkinlendirip işlevlendirirken dar siyasete hapsoluyoruz. Son dönemde aldığımız kararlar, bu bağlamdaki perspektifi, değerlendirmeleri ve dar siyaseti aşma yönünde ön açıcı nitelikte olmakla birlikte pratiğe taşıyıp konumlanışta eksiktir. Yönelim; bu kurumları oluşturup varlıklarını devam ettirerek bir düzine sanat öznesini yetiştirmekle sınırlandırılmamalıdır. Sorunumuz da aslında tam da bu: İçe kapanıp siyaset paradigmamız doğrultusunda görece etkinliklerde bulunmak ve sanat-edebiyat öznelerine kulvar açmak. Bunu ne kadar başarıyoruz, tartışma konusu. Hemen hemen bütün devrimci cenahın darlığı bu. Oysa siyaset prizmamız dağınık ve parçalı olguları birleştirerek; toplumsal ve kültürel dönüşüm kulvarını açarak; dinamik sinerji yaratabilmektir. Demokrasi-devrim cephesinde demokrat, devrimci, sosyalist entelektüel, aydın, yazar, müzisyen, karikatürist, ressam, şair, heykeltıraş… bolluğu mevcut. Sadece bir dönem saflarımızda yer almış hallice sanat öznesi bunuyor. Çeperimizi çizip bu kesimleri dışta bıraktığımızda, onlarda diyalektik bir ilişki, proje ve üretim içinde bulunmadığımızda, karşılıklı etkileşimi ve dönüşümü yaratamadığımız yılların deneyimiyle tescillidir. Aksi bağlamda henüz taze olan seçim sürecinde HDP ile yaptığımız ittifakta olumlu sinerjinin dönüştürücü etkisini an be an yaşayarak gözlemliyoruz.
“Yüz Çiçek” esprisiyle demokrasi cephesinde yer alan sanat özneleriyle, farklılıklarını ve bağımsızlıklarını koruyarak ortak müştereklerde, aynı kurumlarda, projelerde, üretimlerde bulunarak diyalektik dönüşüm sağlanabilir. Yılmaz Güney’in pratiği bu bağlamda oldukça öğreticidir. Yılmaz Güney demokratik nitelikteki sanat özneleriyle birlikte yaptığı projeler ve üretimlerle, gerek onların dönüşümüne gerekse de kitlelerin dönüşümüne büyük katkılar sundu. Bu kuşak Güney’den sonra da önemli projeler geliştirdi. Kültür sanat alanı da bu bağlamda önemlidir. Yakın dönemde mahpuslar eş nitelikte projeler, üretimler gerçekleştirdiler. Mahpuslardaki potansiyeli yeniden açığa çıkarırken, bu diyalektik etkileşimle birbirlerinden öğrenerek, yakın ilişkiler kurarak belli bir dönüşüm yaratarak yeni bir alan açtılar.
İkincisi ve en önemlisi de, kültürel dönüşümü kitlelere yayıp sanat-edebiyatı gökyüzünden yeryüzüne indirerek, kitlelerdeki yaratım potansiyelini açığa çıkarıp onlarla birlikte öğrenip, üretim dönüşümü sağlamanın yöntemlerini, araçlarını yaratmak gerektiğinin kanısındayız. Görkemli, kaliteli, estetik ve işlevsel kültür mekânlarına ihtiyacımız bulunduğunu yadsımadan bu dönüşüm çekim merkezi olup; etrafında onlarca, yüzlerce öbek yaratamazsa, kitlelerin kültürel dönüşümünün dinamosu olmazsa sınırlılıklara hapsolup döngüsel tekrardan kurtulamaz.