Yüzlerce yıl önce İtalya’nın ünlü ticaret kenti Pompei yanardağ lavlarına teslim oldu. Hazırlıksız ve savunmasız binlerce insan bu olay sonucu öldü, kentin neredeyse tamamı yok oldu. Yıllar sonra yapılan kazılarda erkeklerin külle kaplanmış bedenlerinin koşar vaziyette ya da hareket halinde; kadınların ise oturur vaziyette ya da cenin pozisyonunda oldukları tespit edildi.

Dönemin esas ticaret merkezlerinden biri haline gelmiş Pompei şehrinin zenginleri ve tüccarları kenti terk etmek yerine evlerinin duvarlarına zincirledikleri köleleri ve diğer özel mülkleriyle kentte kalmayı tercih etmiş, muhtemeldir ki lavlar yakınlaştığında ancak harekete geçmeyi akıllarına getirmişlerdi. Zira arkalarında zincire vurdukları kölelerin yanı sıra maddi ve manevi olarak evlere zincirledikleri kadınları da bırakarak.

Özellikle bu örnek bağlamında cins çelişkisinin ezen kısmı ile değil, ezilen cephesinden neleri etki altına aldığını ve sonuçlarını konuşmak yararlı olacaktır. Dahası kadının özgüven sorununun tarihsel olarak ne kadar eskilere dayandığını görmek te öğreticidir. Nitekim kadınları Pompei’de kader birliğine iten toplumsal gerçeğin, adı doğa felaketi de olsa kadına evin eşiğini aştırmayacak derecede ortaklaşmasının nedenlerine bakmamız gerekir. Her ne kadar tüm hatlarıyla tartışılması gereken, geniş bir sorun olmasına rağmen biz konu bağlamında “özgüven sonuna” değinmekle yetineceğiz.

Platon’un “kadınlar yarım erkektir” belirlemesi mevcut sisteminin kurulumunun tarihsel-ideolojik arka planının önemli bir ifadesi olageldi. Şüphesiz Platon antik çağ filozofu olarak bu sözüyle kadınların erkeği tamamlayan bir cins olduğundan söz etmiyordu. Tam aksine kendi ideolojisine göre kadının güçsüzlüğünü, yetersizliğini, eksikliğini anlatarak, erkek gibi üstün bir cinsin varlığı ile ancak kadının tamamlanabileceğini iddia ediyordu. Yani kadının “eksik etek”liğinin işleyen bir mekanizmaya dönüşmesi için kendi dışında özgür hareket edebilen, birey olmayı cins olarak sağlamış kudretli, dönemin antik Yunan’ında soylu- köle olmayan-  erkekten fiziksel ve zihinsel yardım alması koşuluyla kadın ancak var olabilirdi. Aksi taktirde kadın yeterlilik sahibi değildi ve bu da tanrıların kusursuz dokunuşlarıyla yarattığı dünyanın esaslı kusurlarından, kara lekelerinden biriydi.

Elbette ki bu bakış açısı erkek egemenliğinin kadını hapsettiği düşünce dünyasının çok özel bir yansımasıdır. Dile gelen mevcut yaklaşımın toplumsal kurgusu her süreçte varlığını koruyarak, ayrı ayrı tutumlardan ve maddi yaşamdan destek alarak günümüze kadar geldi. Cins çelişkisinin doğrudan bir girdisi olarak kadın “eksik” ya da “yetersiz” olarak tarif edilerek zor yoluyla kendi olma serüveninden koparıldı. Gücüne olan güveni, yeteneklerine olan ilgisi erkek egemenliğinin saldırısı altında zayıfladı ve ilkel komünal toplumun sonlarından beri, Engels’in deyimiyle kadınların tarihsel yenilgilerine neden olan süreç ideolojik ve maddi dayanaklarla tarumar edildi. 

Kadın kendi olmayı, kendi gözüyle yaşamı yorumlamayı, toplumsallaşmayı kendini ezen sistemin şekillendirdiği erkeğin bilinç dünyasından tanıdı. Keza erkek egemen sistemin bir parçası olan öğretilmişlikler içinde kendi gerçeğine yabancılaştı.

Gücünü, kuvvetini, iradesini, zekasını başka bir cinsin hakimiyeti altında yaşadı. Mevcut erkek egemen sistemin sınırlarına zorla dahil edildi. Ve hala daha kadınlar erkek egemen ideolojinin hegemonyası altında kendilerine olan güveni tesis etmekte genel olarak ciddi sorunlar yaşıyor. Kendi varoluş halinin eksiklikler yüklenerek tanımlanması, kadının düşün dünyasında yer etmeye devam ediyor. Bu durum doğallaştırılıyor, kanıksanıyor ve gerçeğin üstünü örten bir perde işlevi görüyor. Dolayısıyla da Pompei şehrinin evlerinde ölüme sessizce kucak açan taşlaşmış kadın bedenlerinin anlattıklarına yabancı olmak bugün açısından da pek mümkün değil.

Devamla erkek egemen sistemin tüm olanakları ile saldırdığı kadın bedeni, aklı ve iradesi kapıların eşiklerini geçmekte dahi ikilem arasında bırakıldı. Çünkü kamusal alana açılma, toplumsallaşma gerçek dünyayı keşfetmede önemli bir aşamaydı ve erkek egemenliği ona da müdahale ederek dışarıya açılan kapıları denetim altına aldı. Mesela kadının gideceği yerin sınırlarını, görüşeceği kişileri, çalışabileceği işleri belirledi. Antik dönemde kadınların penceresi sokağa bakan odalarda kalmaları yasaklandı, bugün ise giyimden tutalım da, dışarıda sergileyeceği tavra kadar erkek egemen sistemin ve kendisine eş, baba, kardeş vb. olan erkeklerin belirlediği çerçeve ile sınırlanıyorlar. Zira bu durum asla salt ideolojik bir kurgudan gücünü almıyor, maddi dayanakların koşulsuz desteği ile sürdürülebilirlik kazanıyor. Şu ya da bu biçimde güçlü örgütlü mekanizmalar ile gerçekleşiyor.

Dolayısıyla da kadının kendine olan güveninin zedelenmesi basit bir anlatının sınırlarını epeyce aşmaktadır. Hakkında çok kapsamlı çalışmalar olmakla beraber, köklü ve derin bir sorun olduğunu anımsayarak şunu belirtelim. Özgüven sorunu kadının kendi yapabilirliklerine yabancılaştırılması ile bağlantılı olduğundan daha başka sorunlara da kaynaklık eder, kimisini ise tetikler.

Mesela çoğu zaman kadınlar kendisine yöneltilen fiziksel şiddete karşılık vermek şöyle dursun, kendini korumak için dahi özel bir çaba gösteremeyebiliyorlar. Elbette yaşananlara boyun eğmek şiddeti erkeğe ait doğal bir özellik olarak kanıksamanın sonuçlarından biriyken ya da maddi olarak bir bağımlılık söz konusuyken, kadının kendi fiziksel gücüne olan güvenin olmayışı ya da zedelenmesiyle de doğrudan ilişkilidir.

Benzer bir örnek kadınların savaş alanlarına olan ilgisizlik sorununda esas olarak karşımıza çıkmaktadır. Silah kullanmaya karşı önyargıların tamamen “yapabilir miyim” sorunu üzerinden sorulduğuna tanık olabilmekteyiz. Ve bu soru esas olarak kadına yüklenmiş sınırları belli cinsiyetçi rol ve görev bölüşümünün doğrudan neticesidir.

Silah ve savaş olgusu erkek işi olarak tariflendiği sistemde, silah ve genel olarak “zor”la bağlantılı tüm diğer envanterlerin dahil olduğu olgular kadınlar tarafından sahiplenilmiyor ya da az sahipleniliyor. Dahası bir çeşit kendine güvenin fiziksel anlamda nasıl zayıflatıldığı, mevcut koşullar karşısında “dayanıklılık” temsilinin erkek bireyde tanımlandığı gerçeğinden yola çıktığımızda sorunun aldığı biçim anlaşılıyor. Yoksa diğer türlü toplumda kendine güven duyan kadınlara “erkek gibi kadın” yakıştırması yapılmasının övgüden öte, yergi olduğunu ve cinsiyetçilik barındırdığını anlamak zorlaşabilir.

M.S 79 tarihinde Pompei’deki kadınları odalarda eli kolu bağlı bırakan anlayış ne ise bugünde kendisini döven, öldürmeye çalışan erkeğin karşısında özsavunma yapamayan kadınların durumu da aynı egemen yaklaşımın kadın üzerinde yarattığı tahribatın bir sonucudur.

Erkek şiddeti karşısındaki tavırsızlık ta, herhangi bir olay karşısında-doğal bir felakette olabilir- savunma haline geçememekte veya devrimci zor içinde yer alma korkusu da kadınlar için politik nedenlerden kaynaklanır. Dahası erkek egemenliğinin ezilen cinste yarattığı erozyonun ve kadın ile erkek arasındaki ezme-ezilme ikileminin bir sonucu olarak bu alan için mücadele biçiminin ciddiyetini ve zorunluluğunu vaaz eder. Çelişkinin niteliğini, biçimini gösterir.

Biliyoruz, kadın özgürlük mücadelesinin tarihi yukarıda anlattıklarımızın aksi yönde yığınca örnek ile de hemhaldir. Kendini direniş içinde, mücadele hattında örgütler. Karşı devrim güçlerine karşı büyük savaşlarda, halk ordularında bulur. Bireysel karşı koyuşlarda, erkek şiddetine karşı özsavunmada gerçekleşir. İkisi de kadın tarihinin parçalarıdır. Bireyselde olsa kolektifte olsa yaşam hakkını koruma, cinsiyetçi rolleri- işbölümünü tanımama ve egemen sisteme bir başkaldırı durumu söz konusudur. 

Bu sistemde bir kadın için kendine güveni tesis etmek bile başlı başına erkek egemen sistemin ve erkek egemenliğinin duvarlarını aşındırmaya yardımcı olabilir. Ve bunu kendisine güven duymayan, gücü noktasında eksik olduğu, erkekten aşağı olduğu fikri bilincine yerleştirilen, varsa yapabileceği bir iş ya da yeteneği bunu ancak erkek desteğiyle olacağı zihnine zorla kodlanmış kadınlar gerçekleştirebilir. Çünkü çizilen sınırların dışına çıkmak, sınırın içinde kalmış olanların doğrudan hareketi ile gerçekleşebilir.

Burada bizlere düşen görev kadının kendine olan güveninde politik bir sorun olduğunu tartışarak bu süreci hem kadının kendisini koruma üzerinden örgütlü bir bakış açısıyla geliştirmek, hem de devrimci zor içinde kadınların varlığının ne kadar hayati ve gerekli olduğunu gerçeğini kadınlara anlatarak, onları bu doğruya en azından yakınlaştırarak- önyargılarını yıkarak katkı sağlamak şeklinde geliştirilmelidir. İfade etmek gerekir ki kadın özgürlük mücadelemizin asli görevlerinden biri de budur.

Bu yazı ilk defa Sosyalist Halk Savaşı gazetesinin Ocak 2024/ son sayısında yayımlanmıştır.

Önceki İçerikBurjuva Pragmatizmine Karşı Devrimci Pragmatizm, Halkın Çıkarlarını Gözetmektir
Sonraki İçerikMKP Merkez Komite: Faşizmle Savaş, Erkek Egemenliğine İsyan Et, Devrim İçin Örgütlü Mücadeleyi Büyüt!