Kılıç zoru ile gasp etme, fetihçilik, vergilendirme, talan etme, tarihte, dünyanın önemli bir coğrafyasında hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun temel bir egemenlik çizgisidir. Fethettiği tüm topraklarda, halkları kılıç zoru ile kıyımdan geçirip iktidarını yaygınlaştırmaya çalışan Osmanlı, dağılmaya yüz yüze kaldığı tarihsel bir süreçte, iş başına gelen ve Türk ulus devleti projesinin kurumsal örgütü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından gerçekleştirilen 1915 Ermeni soykırımının 106.; Pontus Rum soykırımının 102. Yılındayız. Yani 24 Nisan 1915’te Ermeniler, 19 Mayıs 1919 ‘da Pontus Rumlar, gerici- barbar bir hakimiyet sistemi tarafından, zorla tehcire tabi tutarak, yaşadıkları topraklarda zorla katliam ve soykırıma maruz kaldılar, kadın-erkek-yaşlı-çocuk, variyetli-yoksul ayrımı yapılmadan, topluca katliamdan geçirildiler.

Osmanlıdan kurumsal bir zihniyet olarak devralınan ve “TC” nin ideolojik niteliği ve siyasal iktidar çizgisinde soykırımlar-katliamlar olarak süre gelen bu kanlı tarih, Türk egemenler sistemi açısından, insanlığa karşı bir suç belgesi iken, ezilen uluslar ve sömürülen halklar açısından, acıların-katliamların-ölümlerin küllerinden dirilişlerinin tarihsel belleğidir.

Burjuva ve türevi gerici egemenler sisteminin gerçekleştirdiği tüm soykırım-katliamlar, dönemsel politik ihtiyaçları ve stratejik hedefleri bağlamında, iktidarlarını sürdürmek veya iktidarlarına tehlike arz eden toplumsal dinamikleri (ulusal/sosyal) tasfiye etmek için gerçekleştirdikleri somut planlar olarak gündeme gelirler. Bir iktidarın ideolojik ve siyasal çizgisi, dönemsel politik ve stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için kullandığı tüm araç ve yöntemlere direk niteliğini verir.

Bu anlamı ile, Osmanlının zihniyetini, daha planlı olarak tekçi-ırkçı hakimiyet çizgisinde merkezileştiren “TC” tarihinde yaşanan kanlı katliamlar ve soykırımlar gibi, kuruluş sürecinin arifesi olan İttihat terakki döneminde gerçekleştirilen Ermeni ve Pontus Rum soykırımı, ideolojik ve siyasal olarak, Türk egemenler sisteminin gerici çizgisinin sistemli politikaları olarak gündeme gelmiştir. Bu egemenlik çizgisinden koparılarak, katliamları, dönemsel hükümet ya da iktidarların hırsları ile açıklamak, hem bu katliamların arka planındaki hedefleri hem de bu soykırım ve kıyımları gerçekleştirenlerin ideolojik-siyasal niteliklerini karartmak olur. Gericiliğin dönemsel politik ihtiyaçlarının, stratejik hedeflerle birleşerek, bir ideolojik kimliğin, bir siyasetin niteliğine uygun aktörler üzerinden kan ve irin kusması açısından, ibret vericidir tarihsel bir belgedir. Kan ve ölüm kusan, çökmeye yüz tutmuş hasta Osmanlı’yı, arı Türk soyunun egemenleri hamlesiyle tedavi etmeye çalışan İttihat Terakki’nin “milli” aktörü, Aka Gündüz kod isimli Enis Avni’nin, yaptığı şiirsel güzellemeler, bir iktidar biçiminin siyasal-ideolojik kimliği ve kuruluş felsefesi açısından çarpıcıdır.

“Bastığım toprakların her tutamında kan fışkıracak…

Uzattığım pençemin altında baharlar hizan, hizanlar zindan olacak…

Taş üstünde taş bırakırsam, arkada kalan ocağım sönsün… Gülistanları kılıcımla kabristan edeceğim…

Tarihe dümdüz bir harabe bırakacağım ki, üstüne, on asır bir medeniyet kuramasın…

Dal üstünde yaprak, burç üstünde bayrak bırakırsam, iman tahtamın ortasına kara damga vurulsun… Nefesimde yangın, silahımda ölüm, adımımda uçurum saçacağım…

Her beyaz renge bir pençe barut lekesi, her barut lekesine bir avuç kan bulayacağım… Merhameti yatağanımın ağzına, mefkûreyi tüfeğimin kapsülüne, medeniyeti atımın arka nalına asacağım…

Dağların kovukları, ormanların gölgeleri, harabelerin buruşuk çehreleri ebediyete kadar ‘buralardan geçen Türk hikâyesini’ söyleyecek” (Aram Andonyan, Balkan Savaşı, Aras yayınları, Temmuz 1999, s.198)

Kanlı tarihi yaratanların hatıratlarında, ezilen ulus, azınlık, inanç, cins ve sınıflara karşı, kan ve öfke kusan, kıyım ve katliam fetvaları veren, geri kitleleri linç seferlerine davet eden yığınlarca açıklama bulmak son derece kolaydır. Sorunumuz, bu hatıratları tekrarlamak değildir. Esas sorun, kuralsız ve dizginsiz kan dökmeye şartlanmış, kendisinden olmayanın canını almayı “ibadet” gördüğü, temsil ettiği gerici sınıfların iktidar olma gücünü “kutsal” sayan aktörlerin temsil ettiği ideolojik ve siyasal gericilikle hesaplaşma sorunudur.

Ermeni ve Pontus Rumları Soykırımı, Tekçi-Irkçı Zihniyetin “Ulus Devlet” Projesi ile İnşa Ettiği ve Sürdürdüğü İnkar ve İmha Siyasetinin Eseridir!

“TC” egemenleri sisteminin, Ermeni, Rum, Süryani, tarihte yaşanmış ve bugün hala aktüel bir biçimde sürdürülen Kürt ulusu özgülünde gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü katliam-soykırım siyaseti, tekçi bir egemenlik zihniyetinin inkâr ve imha siyasetidir. Kuşkusuz, tarihsel ve güncel olarak sürdürülen bu kanlı siyaset, bir egemen anlayışın ideolojik niteliğinden, bu niteliğe uygun sürdürülen siyasetten ileri gelmektedir. Farklı ulus ve azınlıkları, inançları, inkâr edip imha etmek, yaşanan tarihsel gerçekleri inkâr etmek, arka planında yatan asıl hedefleri karartmak, aynı gerici ideolojik tutumun dışa vurumudur ve “TC” egemenler sisteminin tarihi, bu konuda zengin materyallere sahiptir.

Yaşanan katliamların, egemenler sisteminin şu ya da bu kesiminin gerçekleştirmesi, katliamlarda ana rolü şu ya da bu aktörün oynaması, somut suçun muhatabı bakımından bir anlam içerse de bir egemenlik sisteminin, niteliksel ideolojik-siyasal çizgisi ile hesaplaşmada karartıcı bir rol oynayabilir. Yani İttihat Terakki, Hamidiye Alayları, Teşkilat-ı Mahsusa gibi suç şebekeleri, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile harekete geçirdiği “sivil” katliam-yağmalama çeteleri, tarihsel olarak işlenen bu insanlık suçunun, fiili uygulayıcıları ve katliamcılarıdır. İnsanlık bu kurumları, bu kurumlarda ana rol almış aktörleri lanetlemekte, bu lanet gelecek toplumlarında insani tutumu olacaktır. Ama bundan da öte, bu insanlık suçu, gerici eğmenler sisteminin kurumsal gücü olan faşist-ırkçı-tekçi bir devlet anlayışının gelenekselleşmiş icraatları olarak ortaya koymak, sorunun can alıcı boyutudur.

Bu egemenlik çizgisi, kapitalist “medeniyet” çizgisinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalizmin kurumsal bir siyaset olarak benimsediği despotizm, feodal toplumun hâkim sınıflara bıraktığı “mirastan” ayrı tartışılamaz. Köleci ve feodal toplumun “eleştirisi” üzerinden yığınları yedeğine alan burjuvazi, kendi sınıf çıkarına göre üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin “değişimine” eski toplumlar karşısında “ilerici” tutum alırken, iktidar olma süreci ile o bağnaz toplumların yönetsel tüm anlayış ve çizgilerini, özgün ihtiyaçlarına göre güncellemiştir ve dünyayı kan deryasına çevirecek düzeyde kurumsallaşmıştır. Bu anlamıyla, Osmanlı, “TC” tarihinde yaşanmış soykırım ve katliamları, kapitalizmin ilişki ve gelişim sürecinden bağımsız ele alamayız. Aksine tamda bu barbar “uygarlığın” sermaye niteliğinin yapısal sorunlarının, toplumlara ağır faturalar olarak ödettiği sonuçlardır, katliamlar ve soykırımlar…

Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan uluslaşma ve ulus devletlerin, kendisine “vatan” parçası olarak hak gördüğü topraklarda, egemen olan ulusun dışındaki başka ulusları, azınlıkları kıyımdan geçirmelerinin siyasal arka planı budur. Yine sosyalizm-devrim adına, burjuva ideolojik dokuya bulaşık birçok ideolojik sapmanın, yaşanan bu haksız katliamlara, “feodalizmin tasfiyesi” olarak alkış tutmaları, kapitalist uygarlığa biçilen ilerici rolü, kalkınmacı-ilerlemeci çizgi ile “sosyalist” cenaha bir virüs olarak taşımaları, bu tarihsel-toplumsal gelişmelerden referans almaktadır. Bu anlamı ile, tarihte yaşanmış söz konusu katliamlarda, kapitalist “uygarlık” paradigmasının belirleyiciliği görmek, hem katliama maruz kalmış uluslar açısından, hem de tüm ezilenler açısından son derece önemlidir ve tüm katliamları bu temel sorun üzerinden teşhir edip tutum almak gerekir. Tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olan insanlığın, sınıfsal tutumu bunu gerektirir.

İttihat ve Terakki Yönetimi (1. Jön Türk), “TC” nin Kuruluş Süreci-Kemalizm Dönemi (II. Jön Türk) Ve Ermeni, Rum, Kürt Soykırımı -Katliamları!

Fetihçi ve talancı niteliği ile kapitalist gelişme karşısında tutunamayan Osmanlı, 19. Yüzyıldan itibaren sürekli güç ve toprak kaybeden, gerileyen ve son tahlilde dağılmayla yüz yüze kalan bir süreç yaşamıştır.20. yüzyılın başı, Osmanlı’nın çürümüş özelliğiyle dağılmayı tamamladığı tarihtir. Kapitalist gelişim ve onun ürünü olan ulus devlet anlayışına göre Osmanlı’yı kurtarma düşüncesi, “batıcılık-Türkçülük, İslamcılık, yeni Osmanlıcılık” gibi başlıkların sentezleri üzerine şekillenir. Ve son tahlilde baskın hale gelen “kurtuluş” reçetesi, tek etnik(ulusal) ve dini kimliği olan “ulus devlet” projesidir. Bu projenin ana aktörü, İttihat ve Terakki Cemiyeti adındaki burjuva-feodal siyasal örgütlenme olmuştur.

Ulus devletin tek etnik ve dini kimliği, Türk İslam sentezidir. Pantürkizm-Panislamizm bu anlamıyla Türk egemenler sisteminin ideolojik çizgisini temsil etmektedir. Bu ideolojik çizginin rengini verdiği siyaset gereği, tüm coğrafyanın ve sermayenin Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılmasından işe başlandı. 1911 de Trakya’da Rumlara karşı başlatılan sürgün / tehcir, Ermeni ve Rumlarla başlayıp Kürtlerle devam eden soykırım ve katliamların ilk adımıdır.

Ama İttihat Terakki’nin “Anadolu’yu Müslüman ve Türk olmayanlardan temizleme hareketi” sistemli bir politika ile 1915 Ermeni soykırımı ile başlamıştır. İlk hedef olarak Ermeni ve Rumların seçilmesi, tesadüf değil, Türk-İslam sentezli tekçi-ırkçı ulus devlet projesinin dönemsel politik hedefi gereğidir. Balkan savaşları süreci, sadece Osmanlı’nın ciddi bir toprak kaybı yaşadığı süreç değildir, bunda da öte uluslaşma süreciyle birlikte, Osmanlı “tebaasındaki” birçok ulusun bağımsızlıklarını ilan ettiği süreçtir. Ve Balkan ülkeleri olarak bağımsızlığını eline alan uluslardan sonra, ulusal bilinç ve temsil ettiği sermaye gücü, iş kolu-zanaat birikimi ile Ermeniler daha örgütlü bir konumdaydı. Yani dönemsel anlamda, “Türk Ulus Devlet” projesinin, “tek ırk, tek dil, tek din” ideolojik-siyasal hedefinin önünde Ermeniler ve Rumlar “tehlike” olarak duruyordu.

İttihat Terakkinin dönemsel politik ihtiyacı bağlamında Ermeni ve Rumların tasfiye edilmesi ve bu kapsamlı tasfiye hareketinin, diğer farklı ulus ve azınlıklar, inanç kesimleri özgülünde sindirilip teslim alma, fiziki-kültürel asimilasyona uğratma siyaseti ile stratejik bir plana bağlanması hedeflenmiştir. Bununla Türk Ulus devlet projesine engel olarak görülen Ermeniler ve Rumlar katliamlarla tasfiye edilecek, katliamlardan arda kalanlar zorla Türkleştirilecek, kiliselerden çıkarılıp camilerde imana getirilecek, sermayesi ve mal varlıkları Müslümanlaştırılacak, bu zihniyetle “ulus devletin” kuruluş ve var olmanın ideolojik-siyasal kodları kurumsallaştırılacaktır.

1911 de Trakya ve “Küçük Asya’da” yüzbinlerce Rum’un topraklarından baskı-şiddet ve katliamlarla sürülmesi, 1915 yılıyla birlikte bir buçuk milyon Ermeni’nin Tehcir ve soykırımı, 250 bin Asuri-Süryani’nin katledilmesi, 1916 dan 1919 yılına kadar Karadeniz’de 300 binin üzerinde Karadeniz Pontus (bazı kaynaklarda Pontos olarak geçer) Rum’unun katledilip sürgün edilmesi, ve “TC” nin kuruluşu ile birlikte Kemalist diktatörlük tarafından aynı kanlı geleneğin, fiziki-kültürel kapsamda, Ermeniler, Rumlar, Kürtler başta olmak üzere tüm azınlıklar ve inanç kesimleri üzerinde sürdürülmesi, bu tarihsel kodlardan gıdasını almaktadır.

Pantürkizm ve Panislamizm ideolojik zehri ile, katliam ve soykırımlara fetva veren ırkçılığın, bir egemenlik anlayışı olarak fiili icraatlarıyla “TC” nin kuruluş mayası olması, İttihat Terakki sürecinden, “Cumhuriyet” kuruluş sürecine, oradan günümüze kadar devam eden kirli-kanlı gelenek bağlamında, faşist bir anlayışın ibret belgesi olması açısından çarpıcıdır.

Bugün “TC” nin kuruluşu açısından milat olarak görülen, İstanbul Hükümeti ve İngiliz onayı ile M. Kemal’in Samsun’a çıkışının ilk icraat olarak, Pontus Rumlarına karşı başlattığı sürek avı olmuştur. Mustafa Kemal’in yerel çetelerle irtibata geçip, Pontus Rum’larını toptan imhaya tabi tutması, Ermeni soykırımının devam eden ölüm yoludur. Dar ağaçları kurulur, öğrenciler, tiyatrocular, edebiyatçılar idam edilir. Bu zulme karşı dağlara çekilen yetişkinlerin köylerde bıraktığı yaşlı-kadın ve çocuklar, yerleşim alanları ateşe verilerek katledilir. Bu barbarlığa karşı direnenler, mağaralarda, kiliselerde, gemilerde diri diri yakılır. Kurulan İstiklal mahkemeleri, öğretmen, gazeteci ve esnafların ölüm fermanını bir bir imzalar.

Yani Türk egemenlerinin, kapitalist dünya ile entegrasyonu içinde, “ulus devlet” olma zihniyeti, hükmetmeyi planladığı her karış toprak parçasında, kendisinden olmayan farklı ulus-azınlık ve inançlara ölüm kusarak yol almaktadır. Ki bu katliam-soykırımların akabinde emperyalist güçlerle anlaşmalar ekseninde gerçekleştirilen mübadeleler, fiziki olarak bazı ulus mensuplarının hayatını kurtarsa da “Müslümanlaşarak” ya da “Türkleşerek” yurtluklarında kalanlar üzerinde asimilasyon ve ideolojik hegemonya politikaları devam etmiştir.

Asimilasyon, egemen ulus kültürünün dayatması ile toplumsal bir yozlaşma yaratmıştır. Kültür değerleriyle, sanat birikimiyle, okuma ve araştırma arayışlarıyla, dönemin ilerisinde yaşam sürdüren Pontus Rum’larının yerleşkeleri, bugün Karadeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Tıpkı Kürtçe gibi, Romeyika-Pontiyeka Pontus Helencesi olan dil, bu tarihsel baskılarla-yasaklamalarla konuşulamayan dil statüsündedir. Genetik ulusal kimlikleriyle, camide namaz da kılsalar, Türkün andını da okusalar, hala potansiyel olarak suçlu kategorisindeler, vacip kılınan katli için fermanların boyunduruğundalar. “TC” nin bu egemenlik zihniyeti, Kürtler içinde, Ermeniler içinde, Rumlar içinde hala aktüeldir, katliamlara amade siyasal bir çizgidir. Lakin “Türk Ulus Devleti” projesinin sınırları olarak tayin ettiği toprakların, demografik olarak homojenleştirilmesi, Tükleştirilmesi- Müslümanlaştırılması, ittihat ile sistemli hale gelip “TC” nin kuruluş felsefesi olmuştur. Yani “TC” nin kuruluş felsefesi olan faşist Kemalizm, Türk ırkçılığı ve Osmanlı İslamın’ın sentezi bağlamında, Türk-Sünni hilafetinin yeniden üretimidir.

Soykırımı İnkâr Etmek, Gerici Egemenler Tarafından Devam Eden Soykırım ve Katliamlar Siyasetinin Politik Deklarasyonudur!

Faşist Türk egemenler sisteminin savunduğu gibi, bir ayaklanmayı bastırmak, ya da “savaş koşullarında cephe gericini güvence altına almak” gibi gerekçelerin, bu katliamlar ve soykırımlar nazarında, hem tarihsel olarak hem de güncel olarak bir toplumsal karşılığı yoktur. Ki bunlar gerekçe olarak kabul görse bile, bir ulusu soykırıma tabi tutmanın nedenleri olamazlar. Bağnaz zihniyetlerini, bu gerekçeler üzerinden açıklayan faşist gericilik, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasını, Türk ve Müslüman olmayanlardan “temizlemek” için, bu kanlı eylemi planlıyordu. Hedef, Türk ve Müslüman olmayan tüm ulus ve halklardı. Tarihsel süreç babında, uluslaşma bilincine varan Ermeniler ilk hedefti. Hemen devamında, Rum’lar, Süryani’ler, bu kanlı plandan paylarına düşeni almışlardır. Irkçılık, şovenizm, Sünni İslam Cihadizmini, ideolojik egemenlik çizgisi olarak, faşist karakterinde sistematize eden, Türk egemenleri, “TC” nin kuruluşunu bu paradigma üzerinden inşa etmiş ve var olma sürecini yine bu paradigma ekseninde kurumsallaştırarak bu günlere gelmiştir. Bu niteliğinden dolayı her tarihsel kesiti kanlıdır. Mazlum ulusların ve ezilen halkların kanlarını bir şerbet gibi içerek, iktidarlarını kurmuşlardır ve gerici iktidarlarını korumaya çalışmışlardır.

Katledilen Ermenilerin kanlı kemikleri üzerinde kuruluşunu ilan eden “TC”, devamında, Şeyh Said, Ağrı, Zilan, Koçkiri, Dersim katliamlarıyla, Kürt ulusu başta olmak üzere, farklı ulus ve azınlıkları, Aleviler başta olmak üzere” ötekiler” diye, katline vaaz verilen inanç kesimlerini, sistemli baskı ve katliamlardan geçirerek, gerici iktidarlarını günümüze taşımışlardır. Yaşanan her katliam ve soykırımda, amaçları kadar araçları da kirli olmuştur. Hile ve komplolar, kirli amaçlara ulaşmanın vesilesi haline getirilmiş, hedef seçilen sosyal kesimlerin, çocuk, yaşlı, kadın, genç, tüm bileşenleri, sürgün, şiddet, katliam tezgahlarından geçirilerek imha edilmiştir. Bu anlamıyla, Suriye çöllerine sürülüp, örgütlü çeteler tarafından yollarda katledilen Ermenilerle, yaşadıkları alanlarda katliamlardan sağ kurtulup, bilinmez coğrafyalara sürülüp öldürülen, Dersimli, Koçkirili, Zilanlı, Ağrılı Kürtler-Aleviler, aynı zalimin zulmüne uğramış, acıların ortaklaştırdığı mazlumlardır.

Bu kanlı tarihi yaratanlarla hesaplaşmak, bu kanlı tarihi yaratanların amaçlarını, sınıfsal karakterleriyle birlikte ortaya koymak, tabi ki, ilerici insanlığın görevidir. Bugün de faşist “TC”, AKP-Erdoğan diktatörlüğü ile, aynı kanlı süreci, gerici tarihsel hafızasını özgün tarihsel sürecine uyarlayarak sürdürmekte, Ermenilere, Kürtlere ve diğer milliyetlere karşı uygulanan, ırkçı faşist politikalar, aynı barbarlıkla devam etmektedir. Kan gölüne çevrilen Türkiye -Kuzey Kürdistan ve Ortadoğu, bunun en açık örneğidir. Türkiye- Kuzey Kürdistan kentlerinde, “Hamidiye alayları” ve “Teşkilat-ı Mahsusa” nın güncellenmiş eli kanlı devamcıları eliyle gerçekleştirilen katliamlar, yerleşim yerleri talan edilerek göçe zorlanmış halklar, toplu siyasal ve nefret cinayetleri, ırkçı, şovenist hakimiyet çizgisinin, açık faşizm koşullarıyla uygulanmasının sonucudur.

Bugün Kuzey-Batı-Güney her bir Kürt coğrafyasına gerçekleştirilen işgal ve katliam saldırıları, aynı ideolojik-siyasal iktidar çizgisinin güncelde aldığı kanlı saldırganlıktır. Aynı faşist devlet geleneği, aynı zihniyet, aynı selefi imparatorluk hayaline kapılmış gerici iktidar tutkunları, faşist sınıf çıkarları için, mazlum Kürt ulusunu, Alevileri, Ermenileri, ezilen halkları, zulüm ve katliam fermanlarıyla, soykırımcı geleneklerini sürdürmektedirler. “Tek tipleştirme”, bu faşist geleneğin tarihsel mayasıdır. Kendisinden olmayanı katliamlarla, baskılarla “disiplin” altına alma, faşizmin tarihsel yöntemidir. En kirli yöntemlerle, kirli amaçlarına ulaşma, hile ve entrikalarla politik süreçlerini örgütleme, Türk hakim sınıfları ve onun her bir tarihsel kesitteki faşist karakterleri için, tarihsel bir “fetvadır”.

Bağnaz gericiliğin tarihte gerçekleştirdiği Ermeni, Rum, Süryani soykırım ve katliamlarının ölüm yolculuğu Kürtlerle devam etti ve bugün Kürt ulusu bu kanlı girdabın içinde özgürleşme kavgasının kabzasına sarılmış durumdadır. Tarihsel ve güncel, derin toplumsal travmalara neden olmuş acıların birleştirdiği bir halk gerçeği, bu acıların deneyiminden çıkardığı ilerici-bilimsel kurtuluş perspektifi ile ancak ki kendi kurtuluşunu kazanabilir, insanlığın nihai kurtuluşunda dinamik bir güç olabilir. Faşist egemenlerin soykırımı kabul etmesi, tarihsel haksızlıkların bedelini ödemesi tabi ki demokratik bir haktır. Bu demokratik hakkın mücadelesini vermek reddedilemez de. Ama ezilenlerin tarihten çıkaracağı tek sonuç bu değildir. Bir avuç “vatan toprağı” ve “tarihsel haksızlıkları” giderme siyaseti, acıların kardeşleştirdiği halklar gerçeğinin, eli kanlı katil egemenlere kusacağı öfkelerinin stratejik bilincini ortaya koymakta yetersiz kalacaktır.

Kendi bilincini kuşanan ezilenler, burjuva gericiliklerin yarattığı tarihin kanlı yüzünü, insanlığın kurtuluşu için sürdürülen mücadelenin politik iktidar perspektifinde birleştirirler. Bizlere rağmen sınırları çizilen “vatan toprağı”, bizlere rağmen yaşanan tarihsel haksızlıklar, bugün bize rağmen giderilme dinamiğini yitirmiş olabilir. Ki bir ulus açısından bir tarihsel haksızlığı gidermek, güncel olarak başka bir ulus ya da halka yeni bir haksızlığın vesilesi olabilmektedir. Bu anlamıyla ulusal-sosyal tüm ezilenler, emperyalist-kapitalist “uygarlığın” ve onun her bir parçadaki iktidar biçimine karşı, sosyalizm bayrağı ile sürdürdüğü mücadele ve politik iktidar hedefi, tüm bu tarihsel acıların son bulacağı çözümdür.

Bu bilincimizle, Ermeniler, Rumlar ve Kürtler başta olmak üzere, soykırıma, katliama, ırkçı aşağılanma ve uygulamalara maruz kalmış tüm ulus ve halkların acılarını paylaşarak, soykırım ve katliamları lanetliyoruz.

Önceki İçerikUkrayna Üzerinde Yeniden Boyutlanan Emperyalist Dalaş ve “TC” nin Kapmaya Çalıştığı Rol!
Sonraki İçerikMKP dava tutsakları: Deniz’in Hüseyin’in Yusuf’un mücadele mirasını devralıyoruz!