Belki basit dille anlatmak gerektir, en azından denemek gerekir. Edebi sözcüklerin çekiciliği dayanılmazdır. Abartı değil; hayalin ufkunu açarak derinlere sürükler, renk katar, ruh verir…
Usturuplu edebiyatın gücü tartışmasızdır. Ben beceremem ama hayranlık duyarım; sanatın her türü harikadır. Şiir de nüfuzludur; edebiyatın kolu olarak aynı derecede harikadır. Sanatla kesin alakalı olmak gerekir; üretmek, anlamak ve anlatabilmek için. Anlatıma güç katmak ve okuru sıkıp usandırmamak için… Fikrim böyle, zikrim açık ara noksan. Dedim ya, belki basit dille anlatmak gerekir; ve belki noksanlığımın dürtüsüyle kendimi teselli etmek içindir basit dille anlatma vurgum…
Kim bilir doğru söylüyorumdur. Çünkü, çok teorik, alabildiğine felsefik, hayli de entelektüel olan değerli çalışmalar yazım dünyasında okura sunuluyor. Tarihçiler fevkalade emek veriyor; çarpıtmayanları bir deryadır. Farklı perspektiflerden aydınlar, siyasal bilimciler, entellektüel ve akademisyenler büyük emeklerle halkın, sınıfın, toplumun ve devrimci güçlerin (kitlesinin) bilgilendirilmesi için yazıyor, anlatıyor, görselle sunuyor ürün ya da eserlerini… İnkar etmemek gerekir ki, toplumda büyük bir aydınlanma yaşanıyor. Yaşanıyor ama bu, siyasi tutum mecrasına yeterince yansımıyor; cansızlık egemenliğini sürdürüyor, politikleşme ya da politik hareket ya da bilince dönüşmede son derece zayıf kalıyor. İktidarın yoksulluğu satın alma(bu önemli, satın alınmayı sindirenlerden söz ediyoruz!), sermaye ve iktidar gücüyle önemli bir kitle potansiyelini adeta rüşvet ve haraçla kendine bağlama, ideolojik-kültürel bombardımanla yabancılaştırma ve yozlaştırmayı derinleştirme, din simsarlığı ve milliyetçilik zehriyle uyuşturma gibi gibi usul ve yeteneklerle oy deposuna dönüştürdüğü toplumsal kitlenin önemli bölümünü kontrolünde tutma gerçekliği düşünüldüğünde, aydınlanma ile kararma terazisi karartmadan yana ağır basıyor. Anlatmaya çalışıyorlar, deniyorlar, makaleler, dergiler, gazeteler ve kitaplar üstüne kitaplar yazıyorlar, hatta Tv kanalları ve sanal medyayı da kullanıyorlar…
Lakin, ortaya çıkan sonuç; anlatamadığımızdır. Anlamıyorlar diyemeyeceğimize göre, anlatamıyoruz demekten gayrı bir söz kalmıyor geriye… Hem toplumu ve toplumsal sosyolojiyi iyi okumak gerekiyor ve hem de basit dille anlatmayı denemek gerekiyor galiba…
Uzatmadan basit dille anlatmaya başlayayım: Her devrimci güzel insandır. Çünkü, iyilikten yana, kötülüğe karşıdır. Her insanın ve herkesin iyiliğini istiyor; diline, dinine, rengine ve cinsine bakmadan. Kimsenin kötülüğünü istemiyor. Herkesin eşit şartlara sahip olmasını istiyor. Biri zenginlikler içinde yüzerken, ötekinin yoksulluk içinde can çekişmesini kabul etmiyor. Herkesin üretmesini ve ürettiğinden eşit olarak pay almasını istiyor. Baskı, zor, şiddet, işkence, ölüm ve katliam olmasın istiyor. İnsanın insan üzerindeki her türden tahakküm, egemenlik, baskı ve sömürüsüne karşı çıkıyor. İnsanın horlanmasını, onurunun kırılmasını, küçümsenmesini, ezilip yok sayılmasını istemiyor.
Tüm insan ve insanlığın mutlu, huzurlu ve özgür olmasını istiyor. Uzun ya da kısa yaşamını feda ediyor; her türlü bedeli karşılık beklemeden ödüyor, gerektiğinde hapse giriyor, gerektiğinde baskı ve işkenceyi göze alıyor ve gerektiğinde ölüyor. Hem de iki-bir etmeden… Bu insandan daha güzel bir insan olabilir mi? Olmaz! Basit dille diyebileceğim bu… O halde güzel insanın gerçek yaşam hikayesinden bir parça anlatayım…
Anlatmasam olmaz… Onların hikayesi benzerdir. Tüm mazlumlar aynıdır. Acıları bir, sevinçleri ortaktır. Yaşamları gerçek. Bir o kadar onurlu, başları diktir. Hilafsız, su kadar berrak… Yazmaya ve okumaya fazlasıyla değerdir…
***
Güzel insan yine erken çıktı evden. Nereye gideceğine karar veremedi; durdu, düşündü. Belli-belirsiz çizdiği güzergahta ilerlemek üzere, bindiği arabasını sürdü… Geçtiği yolun çevresine öylesine bakışlar attı, ilerledi. Gözüne takılan bir şey olmadı, her şey normaldi… Gözlerini uzak tepelerde gezdirdi, araba şeritten çıktı. Arkadaki kornaya bastı, ani refleksle direksiyonu kırıp dikkatini toparladı… Müziği açtı, Garip Şahin’i dinledi. Andı… Garip bir huzursuzluk çöktü içine. Geçmişe döndü, anılarıyla buluştu.
Duygu dünyası dağılıp tarifsiz dalgalara kapıldı. Son anda kırmızı ışığı fark etti. Trafik ışıklarının sıklığı debriyaja basan ayağının altında ağrı yaptı; ‘‘bisiklet pedalına basmak daha mı iyi‘‘ diye düşündü, geçti… Hayli yol aldıktan sonra havanın çok sıcak olduğunu hissetti. Bilinç altıyla koşullanan seyrin sonunda şehir merkezine vardı. Bunaltıcı havaya eklenen sokakların sessizliğiyle kasvetli iklim esti.
Yorgunluk bastı mayışarak esnedi. Tatile gidenlerin boşattığı şehrin bekçisi gibi yalnız hissetti kendisini. Durup dinlenmeye karar verdi. Molayı hak ettiğini düşündü, bir kahve içerek taçlandırdı. İlk yudumunda hoşluk kapsadı çehresini, rahatlar gibi oldu… Fincanı usulca masaya koydu, eli otomatikman gömlek cebine gitti. Çıkardığı sigarasını yakarak derin içimle yudumladı, paketi masaya indirdi. Dönüşte eli boş gelmesin diye kafe fincanını kulpundan takarak aldı… Yarış yapar gibi sigarayı hızlı, kafeyi büyük yudumlarla devirdi…
‘‘Gereksiz, abartılı ve yorucu düzenlemeler‘‘ diyerek içinde konuştu çevresini izlerken. Boş masrafa yorarak yadırgadı reklama boğulmuş şehir vitrinlerini. Yanında konuşacak kimse yoktu. Sıkıldı…
Kaybettiği bir şeyler arar gibi bakındı… Oturduğu yerin karşısındaki duvara takıldı gözleri… Dışardan bakanca anlaşılmaz biçimde, duvardaki anlam yüklü görüntüden heyecanlandı… Emin olamadı, gözlerini kaşıyıp tekrar baktı. Gördüğü gerçekti… Kalbi hızlı ritimlerle çarptı, kafesinde çırpınıp durdu…
Bir an nefessiz kaldı güzel insan… Sebepsiz değildi eforla koyulaşan kederli, donuk bakışları… Hatırladı, hüzne boğuldu… Tam 17 sene önceydi, gençlik yıllarıydı afişi duvara astığı vakit… 1996 Ölüm Oruçlarında dirhem dirhem eriyerek ölümsüzleşen Aygün, Ali ve Hayati yoldaşların direnç yüklü resimleriydi duvara yapıştırdığı yarı yırtılmış afişte duran; üstte Kaypakkaya!… Üşüme hissiyle kolunda dikenleşen kıllara elini sürdü, eğilmediler… 17 yıl önce astığı afiş yırtılmıştı. Lakin Kaypakkaya yoldaş ile Aygün yoldaşın portresi tarihe tanıklık yapan inatla duruyordu… ‘‘Kim yırttı‘‘ iç sorusuyla öfkelendi… Kavga etmek için muhatap bulamayınca kendisini sakinleştirmeye yöneldi. Bakışlarını ayıramadı Kaypakkaya ve Aygün yoldaşlardan. Baktıkça hüzünlendi… Ağlamaklı oldu, utandı…
Gizlenmek istedi koyu karanlığa, olmadı. İçine sakladı sessiz hıçkırığını. Pakete sarıldı, içindeki depreme dost etti çektiği sigarasını. Yatışmadı duygu depremi. Antlara vurdu sabırsız dalgalarla ölümsüz yoldaşlara koşan düşünceleri… Çaresizlik içinde kıvrandı; sıktı yumruğunu, elini yakan sigaranın ateşini fark etmedi. Yemin ederek dişlerini sıktı, yumruğunu açmadan kaşlarını çattı…
Masaya gelen kafe çalışanı kadına farkına varmadan kayıtsız kaldı… Kadın, masadaki soğuk rüzgara anlam veremese de, havanın kendisiyle alakalı olmadığını anlayarak görülmemesini sorun yapmadı. kibarca tekrar ettiği soruyla kendisini gösterdi. Güzel insan irkilerek girdiği anafordan çıktı. Kadına mahcup gözlerle bakıp iki parmağıyla yaptığı işaretle bir kahve siparişini verdi. Avucunda ezilmiş sigara yere düştü, kafeci kadın manidar edayla sigaraya baktı… Bozuntuya vermemek için gülümsedi… Güzel insan, utangaç mimiklerle belirsizleşen gülümsemeyle emekçi kadına nezaket gösterdi…
Biraz sonra kahvesi geldi… Belli ki, kadın sezdiği havadan dolayı muhtemel gördüğü azarı işitmemek için kafeyi geciktirmedi. Masaya koyulan kahveye eğilip şuursuzca içti, içtiğinden tat almadı… Fincanı itti, ağzına aldığı kürdan çöpüyle gözlerini kısıp geriye yaslandı. Ölüm Orucu direnişi ve irade savaşını kazanarak ölümsüzleşen yoldaşları resmeden astığı afişin yarattığı anaforun kurtulamadı. 96’ya gitti, yoldaşları teker teker andı. Bir an coşkuya kapıldı, direnişin sloganını atmak istedi. Başı döndü, muazzam bir gürültü uğuldadı beyninde. Tedavi gördüğü kalbi davul tokmağı gibi vurdu… İrade dışı kontrolsüz hareketle kalbinin üstüne büzüldü. Nefes almak istedi, zorlandı, öylece durdu. Dakikayı bulan zaman sonra boşalırcasına gevşedi. Su bardağına uzandı, cebinden çıkardığı hapını bir yudum suyla içti… Gözlerini kapayıp arkasına yaslandı. Nerede olduğunu bir an unuttu, panikledi, gözlerini açıp hatırlamaya çalıştı. Duvarı ve afişi gördü, hatırladı…
Bir taraftan Ölüm Orucu direnişinde ölümsüzleşen yoldaşlarını gördüğü duvara çarparak sarsıldı, diğer taraftan gençlik yıllarını hatırlayarak içlendi. Mırıldandı; ‘‘duvar… afiş… yoldaşlar… ve gençliğim…‘‘ Bir kez daha içi doldu, kalkmak istedi. Son kez baktı duvardaki afişe. Sandalyeyi iterek kalktı, cüzdanını çıkarıp ağır adımlarla kasaya yürüdü. Paranın üstünü almadan kapıya yöneldi. Kadın bir kez daha gülümseyerek arkasından seslendi. Döndü, kadının uzattığı paraya baktı, isteksizce elini uzatıp aldı, cebine koymadan elinde ezdi. Boşluğa atılan adımlarla arabasına doğru yürüdü. Açmaya çalıştığı kapı arabasına ait değildi, açılmadı… Kumandaya bir kez daha basınca kenarda duran doğru arabayı buldu. Bindi, gaza basarak uzaklaştı. Duvardaki afişten uzaklaşamadı. Gözleri afiş aradı, derin hayallere daldı… Kaypakkaya, yanında Aygün… Ali ve Hayati de ordaydı… Ve diğerleri; Cüneytler, Caferler, Aydınlar ve Yılmazlar… Aklına Yılmaz Kes yoldaş, Mahir Özgül ve Sevda Serinyel yoldaşların ölümsüzlük yıl dönümü geldi… ‘‘Ölümsüzleşen yoldaşlarını unutanlar devrimci olamaz, Onları unutmak bir ihanettir‘‘ dedi içinden. İçi öfke doldu, devrimci intikam şarttır tartışması yaptı kendisiyle… Gitmek istedi.. ‘‘ferdi kahramanlıkla olmaz, örgütlü hareketle organize olmalı‘‘ dedi…
İçinden çıkamadı. Paylaşacak birilerini düşündü, telefona ilişti gözü. Bir eliyle direksiyonu tutarken, diğer eliyle telefonu çıkardı… Aradı. Aradığı numara çaldı… Karşıdaki telefonu açıp kulağına dayadı. ‘‘Merhaba‘‘ diyerek güzel insanı dinlemeye başladı… ‘‘Sevgili dostum nasılsın‘‘ sorusuna ‘‘iyiyim, sen nasılsın‘‘ rutiniyle yanıt verdi… Konuşmaya devam etti güzel insan… Coşku ve neşe dolu tanıdık sesi bu kez hüzünlüydü. Acıyla içlenmiş, alışılmışın dışında sesi titrekti, saklayamayacağı kadar duygulanmıştı… Gırtlağından zorlanarak çıkan sözcüklerinden kederlenip efkarlandığı anlaşılmıştı… Nedeni henüz belirsizdi bu halin, mutlaka ciddi bir olay olmuş diye düşündü hattın diğer ucundaki… Tedirginliğini saklasa da merakını gizleyemedi… Sordu… Güzel insan anlattı…
Anlatamadı, sözcükler boğazında düğümlendi. Kelimelerin arasına zaman sığdı, kah durdu, kah kesik kesik konuştu… Uzun tutmadı, ahvalini anlattığını düşünerek, ‘‘görüşürüz‘‘ diyerek telefonu kapattı… Paylaşınca bir nebze rahatladı…
Afişle efsunlanmış, rüya ile gerçek arasında gelip gidiyordu… İlikleri boşalmış, vurgundan kurtulamamıştı… Sarsılmıştı.. eklemleri takatsiz, sesi fersiz düşmüştü… Aygün yoldaşın; ‘‘Bu yoldaşlık sıcaklığı bizde olduktan sonra, bizi kimse yenemez!‘‘ sözü, güzel insanın yaşadığı duygular için söylenmiş adeta… Güzel insanlar kazanacak, dünyayı güzel kılacak!…