Sizden önce gelir, daha anlamlandıramadığınız geçmişiniz. Siz tam tanımlayamazsanız da sistem küçük gözlerle baktığımız dünyada sık sık önünüze serer gerçekleri. Gece yarısı basılan evinizin alt üst oluşunu, bağırarak sorulan “nerede”, “geldi mi buraya”, “geberteceğiz onu” naraları, dövülen, hakarete uğrayan aile bireyleriniz… Bunlar resmi kanıtlardır.

Küçükken şöyle demeyi öğrenirsiniz. “Dünya iki şeyden ibarettir. Biri biz, biri düşmanlarımız.”

Gel zaman git zaman ‘ortak kader’den sizde nasiplenirsiniz. Dilini anlamadığınız kalabalıklar, arı kovanı gibi uğuldayan sokaklarla buluşmak zorunda kalırsınız. Şimdi sırada çalışmak, unutmak ve yine çalışmak, unutmak ve her ne olursa olsun asla geriye dönmemek kalır.

Böylesi zorunlu göçler bir tarafı gerilla olana daha da zor gelir. Kürdistan dağlarından uzaklaştıkça geride bırakılanlar düşünülür. Bir ev, bir toprak parçası değildir sadece geride bırakılan. Aynı anneden doğan diğer bir yarıdır da. Düşündükçe onu, özlem ağrısı altında kıvranır küçük yüreği. Hayali gönlünden taşar, taştıkça sakinleşir. Olgunlaşır, yatağı olan bir suya dönüşür…

İnsan her neyden uzaklaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın uzaklığı yakın eden duygular vardır. Bu duygular pratiğe döndüğünde uzaklaşılan mesafelerin aslında büyük pratiklerin başlangıcı olduğu görülür… 

Bu zorunlu göçler aynı coğrafyanın farklı şehirlerinde gerçekleşir. Büyük kalabalıklarda gelir birbirini bulur. Bir tarafı dağlı olan iki yürek Sevda SERİNYEL (Mercan) ve Ali ÇELİK (Yılmaz) yoldaşlar aynı geçmişe sahip iki yoldaş olarak yan yana gelirler.

Mercan yoldaşla ilk tanıştığımızda üniversiteye gidiyordu. Zaten mücadeleye de üniversite de başlamış, Partiyi üniversite öğrenci iken tanımıştı. Bizi tanıştıran Yılmaz yoldaştı. Yılmaz yoldaş ve Mercan yoldaşın yaşadıkları ortak şeylerdi. Onlar yaşadıkları şeylerin karamsarlığına hiç düşmemişlerdi. Tam tersi bu onlarda bir karşı eyleme dönüşmüştü. Güzel bir yoldaşlığın parçası olmaktan bende nasiplenmiştim. Bazen hiç konuşmadan anlaşabilmek, bazen de uzun tartışmalara rağmen anlaşamamak meselesini onlarla beraber çok yaşadım.

Zamanların birinde ara tatile gelmişti Mercan yoldaş. Ucuz bir çay ocağında oturmuştuk. Böyle yerleri severdi Mercan yoldaş. Hem çayı güzel oluyor hem de bütçemizi çok sarsmıyor derdi.

Biz takılarak kendisine notlarını sormuştuk. Zayıf olup olmadığını, sınıfı geçip geçmediğini.

O ise ısrarla “siz anlatın ne var ne yok” diye soruyordu. Örgütün durumunu, ihtiyaçlarını merak ediyordu. 

Biraz konuştuktan sonra Yılmaz (Ali Çelik) yarın memlekete gideceğini söyledi. Mercan yoldaş bir şeyleri hissetmiş gibi “saat kaçta” diye sordu sadece. Saati öğrendikten sonra sohbetimize devam ettik. Ve belli bir zaman sonra her birimiz bir yerlere dağıldık.

Ben ve Yılmaz yoldaş ertesi gün buluşup, otogarın yolunu tuttuk. Otobüsten inip perona doğru gittiğimizde peronun önünde gördük Mercan yoldaşı. Şaşırmıştık ama hiçbir şey sormadık.

Otobüsün kalkmasına vardı daha. Çay ocağına oturup birer çay söyledik. Sıradan bir yolculuk havasındaydık. Biz hala ondan/Mercan yoldaştan bir şeyler sakladığımızı zannediyorduk. Bir memleket gezisiydi oysa yapılacak olan! O ise o kadar iyi tanıyordu ki artık bizi, Yılmaz yoldaşa dönüp “kendine dikkat et” diyerek başladı söze.

Ayağında ki beyaz spor ayakkabıya bakıp “yol için güzel bir ayakkabı ama sonrası için değil” dedi.

Biz Yılmaz yoldaş ile birbirimize baktık ve kısa süreli birbirimizden şüphelendik kim söylemiş olabilir diye. Oysa ikimizde bir şey söylememiştik. Anlamıştı Yılmaz yoldaşın gideceğini. Söylese kabul görmez diye de söylemeden çıkıp gelmişti uğurlamaya.

Otobüs muavini yolcular kalmasın dedikten sonra hızlıca ayağa kalkmıştık. Otogarlarda uzunca vedalaşmalara hep izin vardır. Kimse yadırgamaz ya da bindirmek için sürekli uyarılarda bulunmaz. Bizde bu seçenekten fazlasıyla yararlandık. Sarıldık, birazda uzatarak vedalaştık.

Otobüse el sallarken dönüp Mercan yoldaşın yüzüne baktım. Bir daha dönmeyecek birinin ardından bakmak duygusunu kim bilir kaç defa tatmıştı. Hiçbir iz belirmiyordu yüzünde. Sadece gözlerinde gurur ve hüznün tuhaf bir alaşımı vardı. Ve o ilk defa bir yoldaşını uğurluyordu dağlara…

O gün Yılmaz yoldaş gittiğinde, dönüş yolunda derin bir sessizlik vardı ikimizde de. Bu sessizliğin onlarca halini yaşıyorduk içimizde. Gelecek planlamalarımız daha da belirginleşiyordu. Daha da ileri çıkmak gerekiyordu ve zaman dediğimiz şey de bir kasırganın sırtında hızlıca gelip geçiyordu.

Yılmaz yoldaşın bu pratiği Mercan yoldaş için de bir dönüm noktasıydı. Kısa zaman sonra illegal faaliyete geçmiş ve çok çabukta adapte olmuştu. Pratiği seven kişiliği ile hep önde olmak onun doğasındaydı. Öncü kişiliği kendisini o alanda da gösteriyordu. Çok çabuk öğreniyor ve bunu pratikte sergiliyordu. Disiplinli çalışması ilk göze çarpandı, bir şey olmaz onun çalışma sisteminde yoktu. Güvenlik sorunu dışında hiçbir randevusunu yedeğe bırakmazdı. Öğreniyor öğretiyor, kavrıyor kavratıyordu…

Uzun zaman sonra Gezi eylemlerinde rastlamıştım Mercan yoldaşa. “Ali Çelik Ölümsüzdür” diye slogan atıyordu. Sesi olmasa tanıyamazdım belki de.

Üç dört yoldaşla beraber yanındaki yoldaşlara molotof atmayı öğretiyordu. Gelen zırhlı aracı gösterip elinde ki molotofu sallayarak gidiyordu araca doğru. Yanındakiler hayran hayran bakıyorlardı ona. Tam isabetle tutuşurdu zırhlı araçlar. Bir anda her yer gaz bulutuna dönüşüyordu. Nefessiz kalıyordu genç militanlar. Ama tam isabetin verdiği coşku ile Parti sloganları yankılanıyordu sokak aralarında.

Sakinleşince ortalık tekrardan Mercan yoldaş işe koyuluyordu. Ara mesafeyi, atma mesafesini, tutma şeklini tek tek tekrarlıyordu yoldaşlara. Adı bilinmeyen, yüzü görülmeyen sadece sesine alışılmış, verdiği komutlara göre hareket edilen bir yoldaş olmuştu Gezi de. “Eli taş tutan”, “eli molotof tutan”, “eli silah tutan” bir kadın yoldaş!

Kadın olması daha bir tuhaf geliyordu yoldaşlara. Eylem bittikten sonra adı ve sanı bilenmeyen bu yoldaşa övgüler diziliyordu. Militan ve cesur olmasının yanı sıra, birde böyle özelliklere sahip bir kadın olması ayrı bir övgü kaynağına dönüşüyordu.

Mercan yoldaş hiçbir şekilde bunu bir övgü kaynağı olarak görmedi, aksine erkek egemen bir bakış açısı olarak değerlendirdi. Cinsinden kaynaklı kendisine yöneltilen hiçbir övgüye tenezzül etmedi. Her kadının yaptığı- yapabildiği bir pratiği genelde erkeklerin şimdi ise tek bir kadının meziyetiymiş gibi ele almalara karşı çıktı. Bunu yapan yoldaşlarını uyardı- eleştirdi. 

Emekçi yanı güçlü olan Mercan yoldaş parti faaliyeti yürütürken birçok işte çalıştı. Neredeyse hiç boş zamanı olmadı. Garsonluktan, ücretli öğretmenliğe kadar çok sayıda işte çalıştı. O işinden artan zamanı değil faaliyetinden artan zamanını çalışarak geçiriyordu. Önceliklerinin farkındaydı, boş geçireceği her dakikayı devrime ihanet olarak saydı. Çok okur ve derinlikli incelerdi. Bu nedenle teorik olarak ta hızla gelişti. Onu bir gördüğün ile diğer gördüğün arasındaki fark gözle görülür biçimde değişirdi. Yorgunluk nedir bilmeyen, enerjisi hiç tükenmeyen değerli bir yoldaştı.

O artık şehirlere sığmayan mücadelesini farklı boyutlara taşıma düşüncelerine girmişti. Zorunlu göçlerden istekli ve kararlı dönüşlere… Ali Çelik (Yılmaz) yoldaşın patikalarda bıraktığı izlere bir yenisini ekleyecek ve nice yitirdiğimiz yoldaşın o patikalarda ki hikâyelerini-anılarına ortak olacaktı.

Bazıları vardır. Azla yetinemezler. Fazlasını yapmak için ya da fazlalaştırabilmek için tüm güzellikleri ölesiye yaşamayı doğuştan bir meziyetmiş gibi, boyunlarında sümbülteber’lerden bir kolyeymiş gibi taşırlar. Serüvencinin de serüvencisidirler onlar. Nefes alabilmek için dağ doruklarına, yüzme bilmek için okyanuslara ihtiyaç duyarlar… Ve onlar ancak ölesiye dövüşebilirlerse yaşayabilirler.

Aynı peronda şimdi kendi otobüs saatini bekliyordu. Garsondan iki çay istedikten sonra taburelere bakarak şöyle dedi.

“Kim bilir yıllardan bu yana bu taburelerde gitmek için bekleyen kaçıncı kişiyizdir”

Sonra kafasını eğip ayağındaki beyaz spor ayakkabılara baktı. Yıllar önce Yılmaz yoldaşa söylediği söz aklına gelmişti. Güzel bir tebessüm belirmişti yüzünde.

Sıcak çayı yudumlarken sessizce şunları mırıldandı:

“Evet, yolculuk için güzel bir seçim ama sonrası için değil…”

Elimize elektronik posta aracılığıyla ulaşan aşağıdaki anı-makale, “HKO (Halk Kurtuluş Ordusu) Kamile Öztürk 2.Askeri Konferans Belgeleri”nin devrimci kamuoyuyla paylaşıldığı Maoist Komünist Parti – Merkezi Kitle Yayın Organı olan Sosyalist Halk Savaşı gazetesi’nin Haziran 2022 – Özel Sayısında yayınlanmıştır.

Önceki İçerikHalkın Günlüğü 21. sayı çıktı
Sonraki İçerikDoğru ile Yanlışın Harmanından Doğru Birlik Anlayışı Çıkmaz!