Sevda Işıl Akbayır

Nefes nefese kaldığı patikanın üzerinde vücudunu kaplayan ter hafif bir esintiyle beraber gövdesini soğutmaya başlamıştı. Koca dağların gölgesi altında kalmış bu güzelim mekânda, yaz ortası şu ılık rüzgarlar ne de kuvvet oluyordu onlara. Geçtikleri yerden uzakta köylülerin tarlalarından yükselen sesleri duyuluyordu. Arada uzunca bir mesafe olmasına rağmen bağırarak konuşmaya alışmıştı buradaki köylüler. Tanımayan, bilmeyen kavga ettiklerini sanırdı ya, öyle değildi işte. Bağırmak iletişim haliydi onlar için. Bu nedenle sesleri birçok yerden rahatlıkla duyulabilirdi.

O da öğrenmişti genel olarak buradaki kültürel yapıyı. Hatta “nasılsın iyi misin”den öte az biraz zazacası da olmuştu bu bir kaç sene içinde.

Gelen seslere kulak kabartırken, patikanın biraz üstünde yaşlıca bir meşe ağacın gölgesine oturuvermişti. Biraz dürbünle etrafa bakmak gerekti. Arkadan gelen yoldaşı da yetişmiş, oturduğu yere o da hızlıca çömelmişti. Ovaya yayılmış sarı denizden katar katar buğday kokusu uzanıyordu çömeldikleri yere.

Yüzündeki terleri silip eline dürbünü alınca şaşakalmıştı. Öyle bir görüntünün karşısına geçmişlerdi ki sanırsın uçsuz bucaksız bir mavi gökyüzüne asılmış, alev sarısı bir okyanus yer yüzene çakılmıştı. Her mevsimine şaşırırdı buranın. Her mevsimi bambaşka güzellikler taşırdı. Sonbaharı, kışı, baharı. Şimdi de yazı. Şu çekilmez sıcağın altında bile karşısında duran görüntü ufkunu kuşatmıştı yine. Uzun yolun yorgunluğunu alıp götürmüştü üstünden. Biraz daha çevreye baktıktan sonra dürbünü bırakmış, yanındaki yoldaşına dönerek su istemişti.

Anlını ıslattıktan sonra, bir yudum alıp tekrar geri vermişti suyu. Aslında kana kana içmek istiyordu ya uzun yolda bela oluyordu başa. Soğuk su olsa değerdi ya, ama sıcak su için değmiyordu da.

Dersim’in kavurcu yaz sıcağında en sevdiği şeylerden biri vardıkları noktalara yakın buz gibi kaynak sularından içmekti. Bereket versin gidecekleri yerde böyle bir su kaynağı da vardı. Ulaştıklarında gece olacaktı ama buna rağmen o buz gibi suyu kana kana içme hayaliyle ayaklanmışlardı şimdi.

Birazdan eğri büğrü yoldan kendilerini dik bir tepeye vurmuşlardı bile. Ay ışığı varken, gece yarısına kalmadan ulaşmaları gerekti yerlerine. Karanlıkta yürümek zordu onun için. Genelde yoldaşları gözleri alışıncaya dek elinden tutarak yürütürlerdi onu. İlk zamanlar zahmet verdiğini düşünür, çekinerek yürüyebileceği söylerdi. Birkaç düşmeden ve kısa süreli bir kaybolmadan sonra gereksiz inattan kurtulmuştu o da. Genelde her yeni gerillada ilk olma hastalıkları vardı. Bunların en belirgini ise ‘dağa adette olmanın kanıtlanması’ hastalığı. Buna dair dağda güzel, çoğunlukla komik birçok olay yaşanırdı. Çukurlara düşenler mi, birliği alıp yanlış tarafa gidenler mi, yüklerin altında devrilenler mi, atların alıp götürdükleri mi…

O da öğrenmişti bunu. Artık oda kendinden sonra katılım yapanlara bu noktada güler olmuştu. Sonrası gece de yürümek onun için iki kişilik eyleme dönüşmüştü. Yoldaşlarının ellerine koca bir şeyi kavrar gibi sımsıkı kenetlenirdi. Dedik ya eylem iki kişilik olunca düşme kaygısı da bir o kadar çoğalmıştı onun benliğinde. Bunu söylemezdi ama onu zifiri karanlıklarda yürüten yoldaşları o tutuştan ve taşlara tüy gibi basıştan bunu anlardı.

***

Öyle yerler görmüştü ki, öyle yerlerden geçmişti ki bir tarif etmeye kalksa yetememezliğinden korkardı. Halbuki en güzel ve en ayrıntısına kadar anlatan da yazan da oydu. Geçtiği ve o çok beğendiği yerlerden çeşit çeşit çiçekler koparıp kuruturdu. Olur da bir daha göremez, olur da bir daha dönemez diye saklardı onları. “Gerillanın sanırım en güzel ayrıcalığı budur” derdi, “böylesi güzelliklere tanık olabilme gerçeği”…

Gerillanın doğaya yaslanması realitesi onun birçok bitki tanımasına da kaynaklık etmişti. Her gördüğü bitkiyi sorar kullanılıp kullanılmayacağına dair bilgi toplardı. Her bahar bunların tekrarını yaptığı içindir ki artık bu alanda bayağı hakimiyet sahibi de olmuştu. Şimdi geçerken yanlarından eğilip almak istiyordu ya birazını, dedik ya vakitleri azdı. Zaten bazı küçük hazırlıklar yapılmıştı kış için. Papatyalar, yaban çayları, kekikler toplanmıştı. Severek yaptığı işler arasındaydı. Doğanın bağrında ondan bir şeyleri talan etmeden, lazım olan kadar almak. Bazen tek başına yapmak isterdi toplayıcılık işini. Hoşuna gider, huzur verirdi ona bu iş. Doğanın bağrında, doğa ile geçirilen zaman kime huzur vermez ki diye düşünürdü. Zaman zaman oturur karşı kayalarda yuvarlanan taşların yönüne bakar, dağ geyiklerin sürü halinde otlayışları izlerdi. Şimdilerde o kadar çoktular ki, çok yaklaşmasalar da bazılarını biraz tuza alıştırmışlardı. Günün bazı bölümlerinde gelip noktalarına, giderlerdi. Bir el mesafesi kadarlardı, ama dokundurtmazlardı kendilerini. Yabandılar, ama yabandan çok asi gelirdi bu hayvanlar ona. Hem dokunmak, sarılmak isterdi hem de dokunsa asi bir canlıya evcil damgası vurulsun istemezdi…

Kış aylarında hiç görülmezdi bu canlılar. Yükseklere çekilirlerdi. İçlerinden sadece sürüden atılmış yaşlı ak geyiği bir defa görebilme şansına erişmişti. Rengi kar gibi bembeyaz, boynuzları sırtına dökülmüş, sadece boynunda ve ayak bileklerinde kahverengi halkalar olan bu canlı o kadar kusursuz, o kadar bilge ve o kadar yalnız gözüküyordu ki. Karları yara yara dik yamaçlara doğru ilerlerken, yoldaşların “intihara gidiyor” dediklerini duymuştu. Kârı o kadar inatla yarıyordu ki, ayaklarındaki derman tükenirken her nereye ulaşacaksa acele ediyordu. Meraktan kapının önüne birikmiş yoldaşlar topluluğu içinde, öylece yorumsuz kalmıştı. Özgür olma ile inanma arasındaki derin bağı doğrular gibi bakmıştı bu ana. Deli gibi yağan kârın altında, birazdan belkide dedikleri gibi ölüme uğrayacak olan bu hayvan ne kadar da kararlı gözüküyordu. Sanki son kalan kuvvetini amaç edindiği şey için harcıyordu. Önündeki dağa rağmen başı dik, arkasında kardan derin bir yarık bırakarak yürüyordu. Ve dışındaki curcunaya rağmen, kopup gelen çığlara rağmen duymamazlığa vererek ilerliyordu..

***

Yorucu bir yürüyüş sonrası ulaşmışlardı yerlerine. Saat gece yarısını bulduğu için de noktaya gitmemişlerdi. Daha aşağısında bir yerde kıvrılıp yatmışlardı. Yatacakları bir iki saatlik bir zamandı. Bunu da hızlıca değerlendirmişlerdi. Saatinin çalmasına bile gerek olmadan ormanı basan kuş seslerinden uyanmıştılar bu sefer. Kuşlar rojbaşın habercisiydi o mekanda. Sanki gerillaya yuva kurmuş bu yer sabah günaydın dedirtiyordu bu güzelim kuşları. Hepsi bir ağızdan, bazısı çığlık çığlığa.

Uzandığı yerden yavaş yavaş doğrulurken, bu kuytu ormanda gerillacılığının ilk zamanlarını anımsadı. Acemilik deyip gülüp geçtiği o günlere özlem de duyuyordu hani. Deli gibi yağan yağmurların altında her şeyi merak eden kendini görüyordu. Teker teker köy isimlerini, yolları aklında tutmak için toprağa sürekli çizdiği haritaları, sisli havalarda attıkları devriyeleri ve daha birçok yeni ve güzel olanı burada yaşamıştı. Maneviyatı oluşmuştu buraya karşı. Noktaya gittikten sonra bir yoldaşı alıp baştan başa gezmeliydi burayı.

Bunları planlarken yanındaki yoldaşı da yavaş yavaş hareketlenmişti.

– “Rojbaş” demişti o da.

– “Rojbaş Deniz Maki” diye karşılık vermişti yoldaşı da…

Artık ikinci ismi olmuştu gerilla da; “Maki”. Aslında şakayla karışık söylenmişti bu isim ona. Akdenizli olmasına bir gönderme olarak. O ise benimsemiş sevmişti ismini. Her ne kadar Akdeniz’in bitki örtüsü de olsa makiler, onun için Fransız sömürgeciliğine başkaldırmış Cezayirli Makizar kadınlarının mücadele ismiydi. Tüm kuşatılmışlıklara rağmen, yıllar yılı canla başla direnen o isyancı kadınların tarihiydi ona yakıştırılan. Bu nedenledir ki bir aidiyet de oluşmuştu isme karşı. Sadece bu da değil aslında bir mekâna özlemin de adı olmuştu. Elbette bir gün dağlarında savaşacağına inandığı bir mekânın özlemi…

Böyle zamanlar gözlerini kapatır Toroslardan esen çam kokusunu duyumsar, baharın kervan misali yüklenmiş Yörük katarlarına eşlik eder, narenciye bahçelerinde mevsimlik işçilerin yardımına koşar ve sonrasında bir yudum dinlenme adına babasının balık ekmek sofrasına konuk olurdu… Bağlamanın tellerine dokundukça babası, o içinde biriktirdiği her şeyi yarınların özgür günlerine ısmarlardı. Hiç bitsin istemezdi o an. Hep çocukluktan beri duyduğu o tınıya, müziğin devrim düşleriyle bütünleştiği o anlamlı sözleri çekerdi teker teker benliğine…

***

Hazırlıklarını yapmış, havanın aydınlanmasını beklemeye koyulmuşlardı. Dürbüncüler gelmeden noktaya gitmeyeceklerdi. Zaten işaretle beraber ateş yakılır onlar da ateşin başına doluşurlardı. Yaz da olsa sabahları şu yükseltiler soğuktu. Şimdi ise sessizce beklemek en iyisiydi.

Böyle vakitler sabahın karanlığında uyanan işçileri anımsardı. Bir keresinde sabahın karanlığında bildiri dağıtmak için işçilerin otobüs durağına gitmişti. Çok kimseyi beklemiyordu ya, sokaklardan tek tük yükselen ayak seslerinden de cesaret alarak acaba erken mi geldik diye düşünmüştü.

Halbuki aşağıda birikmiş, sel olmuş o katarca kalabalığı görünce şaşakalmıştı. Yüzlerce işçinin kalabalıklar içinde kuyruk beklemesine, karanlığın içinde aydınlanan yüzlerine tanık olmuştu. Hepsi ne kadar ilgiyle karşılamışlardı onları. Belki de devrimcilerin uykularını bölüp onları anımsamalarına mutlu olmuşlardı. O ise işçilerin ilgileri, alçakgönüllülükleri karşısında ne yapacağını bilememiş, hiçbir şey söylemeden elindeki bildirileri dağıttıktan sonra, uzakça bir yere çekilmişti. Tuhaf bir hüzüne bulanmış gibi hissetmişti. Ellerindekini bitirmiş, çağrılarını yapmış olmalarına rağmen huzursuzluk kaplamıştı içini. Şu tıklım tıkış otobüslere doluşan kalabalıkta kendine uzak gelen yeni şeyler fark etmişti. Karanlığın içinde alev topu gibi kabaran ve ancak hava aydınlandığında azalmaya başlayan insan katarını saatler boyu izlemiş, içindeki yıkılmışlığın izini ancak o anda fark edebilmişti. Aslında her şey sırandan ve olağandı. O ise sıradanlığı anlamayışına, olağan durumun içinde olmayışına kızmıştı. Yabancılaşmıştı. Mücadele yürüttüklerine yabancılaşmıştı.

O gün şimdi durduğu yerin kararını verdirmişti ona. İçinde yıllardır kıpırtısız bekleyen o barajın kapaklarını açan, onu bu ateşin kutsallığına atan işte o gündü.

İlk defa hayatında hiç bir kaygı taşımadan bir yolculuğa çıkmış, yolun sonunda bekleyenler ilk defa heyecanlandırmıştı onu…

Geç kalmıştı elbette ama ömrünü adayacağı şey geç kalınsa da onu kucaklamaya hazırdı. Gerisin geri tüm kaygılardan uzak yeni bir mekâna yürümek kalmıştı artık. İçinde sevinç ve hüzün taşıyacak çok şey görecekte olsa, asla bir daha ardına bakmayacaktı. Bundan kendi gibi emindi…

***

En meşakkatli yanı budur yazmaların. Ne yazsan az gelir ne söylesen eksik… Her yeni gün sabaha uzandığında senin işçilerin gövdesinden doğruluşunu izlerim. Baharda kabuğunu çatlatan filiz tanesi gibi toprağa kök salışını. Sağanakların atlındaki sözlerini hatırlarım. “Yağmurlar geçicidir, toprağa kök salmak ise baki.”

Senin gibi baba seven tüm yüreği güzel savaşçılara gelsin…

Yok olmadan kök salanlara binlerce kez özlemle…

(*) 16 Kasım 2017 yılında Dersim-Ovacık/Karagöl bölgesinde Eylem Zeytin, Fırat Taşgın ve Eren Tali ile birlikte komünizm mücadelesinde ölümsüzleşen Cemile KOCAKAYA(Deniz) anısına

Önceki İçerikMKP dava tutsaklarından Gezi Direnişi açıklaması: “O güne” olan umut ve inancımızla kavgamıza daha güçlü sarılalım
Sonraki İçerikMKP Temsilcisi Eylem Hasret: Birleşik devrim mücadelesi yaygınlaştırılmalı ve güçlendirilmeli