Bütün toplumlarda, yaşanan toplumsal gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, birlikte var oldukları maddi üretim ilişkileri ile ya da bunların hukuki olan mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşer ve zamanla bu çelişkiler, “üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler” İşte tamda bu gelişmelerden sonra toplumda bir dönüşüm, bir sosyal devrim süreci başlar. Ekonomik alt yapıdaki değişimlerle birlikte, yıkılmaz sanılan üst yapı da yavaş yavaş veya hızlı bir şekilde yıkılıp altüst olur.

Kuşkusuz, insanın müdahalesi olmaksızın kendiliğinden bir altüst oluştan söz etmiyoruz. Söylemek istediğimiz şey, İnsanın müdahalesine kaynaklık eden şeyin, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki var olan mevcut çelişkilerin kaynaklık ettiğidir. Esas olan budur. Başka bir deyimle, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkileri çatışmaların, çelişkilerin kaynağını oluştururlar. Üretim araçlarını ellerinde toplayan küçük bir azınlığın, büyük bir emekçi kalabalığının üzerinde kurduğu hegemonya sonucudur ki, çelişkiler antagonist çelişkiler biçiminde ilerler ve bir sosyal devrimle sonuçlanırlar. Biz istesek de istemesek de var olan bu gerçek durumla, insanların bu çelişkilerin ve çatışmaların bilincine varmaları ve kendi sınıf çıkarları adına bir sonuca varana kadar yürüttükleri ideoloji siyasi mücadeleleri birbirinden ayırt etmek gerek. Yani biri, irademiz dışında somut toplumsal formasyonların yarattığı bir durum; diğeri, bu somut duruma insanların bilinçli ve iradi olarak yaptıkları müdahaledir.

Yaklaşık iki yüz yıllık kapitalist-emperyalist toplum formasyonu tarihinde, ezenler ile ezilenler arasında kıyasıya bir mücadele yürümüş ve bu mücadeleler sonucu başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenler lehine büyük kazanımlar yaşandığı gibi, kayıplar, ilerlemeler ve gerilemeler olmuştur. Diğer toplumlarla kıyaslandığında, kapitalizm henüz emekleme döneminde iken işçi sınıfı ve ezilen dünya halklarının şamarını yemekten kurtulamamış, çelişkiler ve çatışmalar çok hızlı bir biçimde boy vermiştir. Peki neden?

Serbest rekabetin yerini yoğunlaşmış bir sermaye ve bu sermayeyi elinde tutan tekeller dünya pazarlarını bölüşmeye başladılar da ondan. Daha çok sömürmek için, daha çok üretim, yani aşırı- üretim hastasıdır da ondan. Ezilen, sömürülen, sömürgeleştirilen dünya halkları ve uluslarına, kendi menfaatleri uğruna dünyayı dar ettiler de ondan. Daha pek çok neden sıralanabilir. Sadece kapitalist-emperyalist toplumun gerçek yüzünü açığa çıkartan ekonomik ve siyasi krizleri ve bunların sonuçlarını belirtmek bile yeter. Ki bu sonuçlar her zaman ve her koşul altında emekçilerin aleyhine olan sonuçlardır. Doğal olarak, sistemin kendi yapısal krizleri, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiler, mülkiyet ilişkileri, sömürü çarklarının acımasızca işleyişi, doğanın talanı gibi pek çok sorun toplumsal değişimin kolonlarını oluştururlar.

Emperyalizmin gelişim seyri ve sosyalizmin zaferinin kaçınılmazlığı

Bir önceki sınıflı toplumlarda sömürü çarkı bu denli yaygın ve hızlı işleme olanaklarına sahip değildi. Köleci veya feodal üretim ilişkilerinden kaynaklı ve kapalı pazarın sonuçları olarak bir topluluğun, bir başka topluluğu sömürgeleştirme olanaklarının bulunmadığı veya çok sınırlı olduğu toplumsal süreçlerde, ezenlerle, ezilenler arasındaki çelişkinin şiddeti, kapitalist toplumda olduğu kadar çabuk, sistem henüz emekleme döneminde iken ortaya çıkmamıştır. Bilimsel araştırmalara göre köleci toplumun sekiz yüz yıl, feodal toplumun ise altı yüz yıl sürdükleri belirtilmektedir. Oysa kapitalizm henüz yüzüncü yılının eşiğinde iken, proletaryanın ve ezilen dünya halklarının sınıfsal ve ulusal mücadeleleri karşısında bir çıkmaz içerisine girmiş; Sovyet, Çin, Vietnam vb. ülkelerde sınıf mücadeleleri, ulusal kurtuluş hareketleriyle karşı karşıya kalmış, proletarya diktatörlükleri ve halk iktidarlarıyla yüzleşmiştir.

Gelinen aşamada, ileri kapitalist ve emperyalist ülkelerde her yönüyle çürüyen emperyalizm karşısında devrimci bunalımın hızla arttığını, sömürge ve yarı sömürgelerde emperyalizme karşı halkların öfkesinin bilendiğini, emperyalistler arası çelişkilerin şiddetlendiği, pazar paylaşımları için vekalet ve bölgesel savaşlar yolunu şimdilik seçtiklerini, dünyayı kan gölüne çevirdiklerini görmekteyiz. Bu, emperyalizmin asalak ve çürüyen kapitalizm olduğu olgusunu daha net bir biçimde anlatmaktadır. Doğal olarak bütün bu gelişmelerin sonucunda, sosyalizmin zaferi ve kaçınılmazlığı da tartışmasızdır.

Sermaye geliştiği ölçüde, buna paralel olarak işçi sınıfı da o ölçüde gelişmektedir. Bu anlamıyla, burjuvazi sadece kendisine ölümü getirecek olan silahları yaratmakla kalmamış, aynı zamanda bu silahları kullanacak insanları, sınıfı yani işçi sınıfını da yaratmıştır. Ne var ki, tüm ticaret malları gibi, işçiler de burjuvazi için birer meta konumundadırlar. Bundan dolayı tıpkı diğer metalar gibi işçiler de rekabetin bütün değişkenliklerine ve pazardaki bütün dalgalanmalara olumsuz bir şekilde maruz kalmaktadırlar. Talep olunan işin zamanında bitirilmesi için ya iş saatleri uzatılır ya makinaların çalışmaları hızlandırılır. Makineleşme ve iş bölümü arttıkça, emek bölümü de o ölçüde arttırılır. İşler artmasına rağmen, ücretler düşük tutulur veya işçiler işsizlikle karşı karşıya kalırlar. İşsizler ordusu, burjuvazinin çalışanlar üzerinde yarattığı bir tehdit unsuru olur. Burjuvazi bunu, daha büyük karlar için bilinçli bir şekilde kullanır. İşsizlik, burjuvazinin elinde, çalışanlara yöneltilmiş bir silah görevini görür. Öte yandan, sanayi ve teknoloji geliştikçe, ucuz iş gücü olarak kullanılan kadın ve çocuk emeği de burjuvazi için vazgeçilmez bir toplumsal kütle olur. Cinsiyet ve yaş farklılıkları için, farklı masrafları olan iş aletleri, makinalar devreye konulur. Bu, özellikle kadın ve çocuk emeği üzerinden sömürünün katlanarak sürdürülmesi anlamını taşımaktadır.

İleri kapitalist- emperyalist ülkelerde, sermayenin hakimiyeti, tahvil emisyonu, hammadde kaynaklarına yapılan sermaye ihracı, bunların sonucu olarak, “mali oligarşinin mutlak egemenliği”ni yaratır. Yani emperyalist dünyanın zorba-asalak karakterini su yüzüne çıkartır. Bütün bunlar, işçi sınıfının mücadelesini geliştirir ve tüm ezilen, horlanan emekçileri tek kurtuluş yolu olarak bilinen sosyalist devrime götürür.

Esas olarak sermaye ihracı vasıtasıyla “nüfuz alanları”nı ve emperyalizmin en belirgin karakterlerinden biri olan sömürgeciliği bütün dünyayı kapsayacak şekilde yayma ve dünya halklarını sömürge zulmü altında köleleştirme girişimlerinin sonucu olarak, “sömürge ülkelerde devrimci bunalımın şiddetlenmesi, sömürgelerde emperyalizme karşı öfke unsurlarının artması” dün olduğu gibi, bugün de proletarya devriminin bir unsuru ve bağlantısı olarak devam etmektedir. Bunun altını çizerken şu vurguyu da yapmak gerekir. Kan ve barut üzerine kurulu bu sisteme baş kaldırmak, isyan etmek için, nesnel koşullardan bağımsız olarak, ezilenlerin adalet, özgürlük, bağımsızlık gibi duyguları onları arzulanan iktidara, sosyalizme götürmez. İktidar olmak veya bu uğurda mücadele etmek, tek başına arzu etmekle, istemekle olabilecek bir şey değildir.

Nesnel koşulların olgunluğu, kitlelerin bir komünist partisi etrafında örgütlü bir güç olmaları gerekir. Emperyalizmin geldiği aşama ve dünya halklarına yaşattıklarına bakıldığında, devrim için nesnel koşulların oluştuğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Bunu Lenin, en güzel bir şekilde, “emperyalizm can çekişen kapitalizmdir” deyimi ile formüle etmiştir. Ve şunu eklemiştir, “kapitalizmden doğan tekel, daha o andan itibaren kapitalizmin can çekişmesidir, sosyalizme geçişin başlangıcıdır.” O halde, nesnel koşullar, bir başka deyimle devrimci durumun objektif koşulları esas olarak mevcuttur. Çünkü, emperyalizm, artık serbest rekabetçi kapitalizm değildir. Dünya genelinde üretici güçleri çok yüksek düzeyde geliştirmiş, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun diğer ezilen kesimlerinin sosyalist örgütlenmesi için gerekli olan ön koşulları yaratmıştır. Ancak, devrim için subjektif koşullar tek tek ülkeler bazında tartışmalıdır. Bu doğrudan doğruya kitlelerin devrim talebi ve komünist partisinin örgütlülüğü ile ilintili bir durumdur. Yani, yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin de yönetilemez bir durumda olmaları ve yönetilemeyenlerin en azından önemli bir kısmı yönetenlere karşı örgütlenmiş olmaları gerekir. Bunu yaratmak, yani subjektif şartların olgunlaştırılması hiç kuşku yok ki öncelikle komünist partisinin sınıf mücadelesinde izleyeceği mücadele hattına bağlıdır.

Sınıf bilinçli proletarya, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek için tarihi rolünü oynamak durumundadır

İşçi sınıfının devrimci rolünü oynayabilmesi için, yapılması gereken şey onu kendi konumuna ilişkin olarak aydınlatmaktır. Çünkü, fabrikalarda kolektif üretim içine giren işçiler için zaten gerekli ön koşullar burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Burjuvazinin kendi mezar kazıcısını yarattığı esprisinin altında yatan gerçek buradan kaynaklanmaktadır. Dağınık küçük küçük işletmelerde çalışan üç- beş kişiden oluşan işçilerin veya yaygın bireysel işletmelerin sahiplerinin hem büyük fabrikalarda çalışan işçiler gibi bir araya gelmeleri kolay değildir hem de bu veya şu oranda sistemle olan bağları devam etmektedir. Oysa büyük işletmelerde, fabrikalarda kolektif üretim içinde bulunan kalabalık işçiler için durum böyle değildir. “Büyük ölçekli kapitalizm kaçınılmaz olarak, işçinin eski toplumla, belirli bir yerle veya belirli bir sömürücüyle her türlü bağını koparır; onları birleştirir, düşünmeye zorlar ve örgütlü bir mücadeleye başlamalarını olanaklı kılan koşullar içine sokar.”

Sözünü ettiğimiz işçi sınıfı, komünist parti önderliğinde örgütlenirken, kendisini fabrika duvarları arasına hapsetmez, toplumun diğer emekçi kesimlerine önderlik ederek onları da örgütler, sınıf mücadelesi cephesine dahil eder. Bunu yapmayıp, sistem içi kısmi “iyileşme”lerle yetinmeye kalkarsa, insanlığı emperyalist sermayenin boyunduruğundan kurtaramaz ve sınıf savaşımındaki tarihsel rolünü oynayamaz. Sınıf bilinçli proletarya ancak, bütün ezilen emekçilerin öncüsü olarak, sömürü sistemi üzerine kurulu hakim sınıfların iktidarını devirmek ve proletarya iktidarını kurmak için yürüttüğü mücadelede, ezilen, sömürülen geniş kitlelerin önderi olarak mücadele sahasında yerini aldığı taktirde gerçekten devrimci rolünü oynayan bir sınıf olabilir.

Proletaryanın bu rolünü oynamasının önünde engel olarak sadece onun sınıf düşmanı burjuvazi ve gerici hakim sınıflar yoktur. Eğer böyle olsaydı, mücadele çok daha kolay olurdu. Sınıf bilinçli proletaryanın ciddi ciddi mücadele etmesi gereken ve sosyalizmin “gizli” düşmanları olan, “sosyalizm hainleri, küçük – burjuva şovenleri, burjuvazinin işçi hareketi içindeki ajanları olan ‘işçi aristokrasisi’” gibi MLM düşmanı gruplar, kesimler vardır. Ve yine sosyalist maskeli oportünist, revizyonist, reformist akımlar vardır. Doğal olarak sınıf bilinçli proletarya bunlara karşı mücadele etmeksizin iktidar yürüyüşünü tamamlayamaz. Proletarya ve onun öncüsü tarihi rolünü oynayacaksa eğer, sömürü çarklarının dişlileri arasında inim inim inleyen tüm ezilenleri gerçekten uyandırmaya, harekete geçirmeye, aydınlatmaya ve örgütlemeye gereğinden fazla özen göstermek durumundadır. Bunun için, kendiliğinden kitle hareketleri, fabrika grevleri vb. özveriyle desteklenmeli, eylemci kitleye güven aşılanmalıdır. Unutmamak gerekir ki, ancak nicel birikimler, nitel dönüşümlere yol açabilir. Bunlar olmadan, iktidar olmak sadece bir hayal olur.

 Tam da burada kendi özgülümüze ilişkin eleştirel bir parantez açmakta fayda var. İşçi sınıfı içerisinde örgütlenememiş olmanın belki de en büyük nedenlerinden birisi de budur. Türkiye-K. Kürdistan işçi sınıfı irili ufaklı pek çok eylem, direniş ve grevler gerçekleştirirken, sınıfın öncüsü ve onun aktivistlerinin pankartlarıyla, bayraklarıyla, sloganları ve ihtilalci eylem çizgisiyle onlarla omuz omuza olmayışı veya buna gereken özenin gösterilmeyişinin sonucu olarak elbette güven yaratamayacak, onlara umut olamayacaktır. Günlerce uzun yürüyüşler yapan, geceyi karın yağmurun altında asfalt üstünde geçiren, haftalarca, aylarca fabrika önlerinde polis ve jandarma baskısı altında aç susuz direnen o kahraman işçilerimizin yanında değilsek, iktidar söylemlerimiz hayalden öte geçemez.

Devrimciliği, keskin “sol” slogancılık sananların aksine, Marksistler ekonomik, demokratik haklar ve yerine göre reformlar için de mücadele etmek gerektiğini bilirler, bilmek durumundalar. “Bazıları, Leninizm’in genelde reformlara karşı, uzlaşmalara ve anlaşmalara karşı olduğunu sanıyorlar. Bu tamamen yanlıştır. Belirli bir anlamda “her ne koparırsan kar” olduğunu, belirli koşullar altında genelde reformların, özelde ise uzlaşma ve anlaşmaların zorunlu ve yararlı olduğunu Bolşevikler de herkes kadar bilir.” der Stalin.

Çok açık bir biçimde anlaşılıyor ki, önemli olan reform ve anlaşmaların kendileri değil, bunlardan nasıl yararlanıldığıdır. Yani, Marksistler için esas olan reform değil, devrimci çalışmadır. Reform, devrimci çalışma için sadece bir yan üründür ve devrimci hareketin geliştirilmesi için bir üs noktası olarak görülmelidir. Ya da legal ve illegal çalışmalar arasında bir köprü görevi görmesi, iki çalışmayı birleştiren bir dayanak noktası olarak ele alınmalıdır. Demokratik hak taleplerine, reformlara böyle yaklaşmayıp, bu türden açık alan çalışmalarını devrimci çalışmanın merkezine koyulduğunda işte o zaman, devrimi geliştirmenin değil, çökertmenin biçimine dönüşür. Sınıf bilinçli proletarya iktidarı kazanabilmesi için bu iki ayrımı doğru kavramak ve uygulamak durumundadır.

Sonuç olarak, gelinen aşamada emperyalizm, dünya kapitalizminin üretici güçlerini çok ciddi bir biçimde geliştirmiş, tüm dünyayı kendi sömürü ve talan amacına göre biçimlendirmiş, dünya halklarını mali sermayenin sömürü cenderesinin içine sokmuş, bundan dolayı emek ile sermaye arasındaki çelişki şiddetlenmiş bundan kaynaklı toplumun sosyalist örgütlenmesi için gerekli olan bütün maddi önkoşullar yaratılmış durumdadır. Şimdi artık sınıf bilinçli proletarya, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek için tarihi rolünü oynamak durumundadır ve bu rol, sosyalizmi kurma yoludur.

Önceki İçerikKapitalist Kriz Emperyalist Savaşlar ve Göçmen Sorunu Üzerine Bir Bakış!
Sonraki İçerikKara Cüppeli “TC” İktidar Zihniyetine Karşı İsyandayız, Mücadele Alanlarındayız!