“Eşik”teki Ortadoğu ve T.“C”[*]

TEMEL DEMİRER

“Yaralı yarasını bilir.”[1]

Ortadoğu’da, tüm yerküreyi sarsacak bir savaş “eşiği”nde dolaşıyoruz.

“Yokmuş”, “olmazmış”, “gövde gösterisiymiş” gibi sunulmaya kalkışılan bu durum karşısında ilk anımsatılması gereken Sun Tzu’nun, “Tüm savaş sanatı aldatmaya dayanır. O yüzden, saldırıya geçebilecek durumdaysak, saldırıya geçemeyecek durumdaymışız gibi görünmeliyiz; güçlerimizi harekete geçiriyorsak, duruyormuşuz gibi görünmeliyiz; düşmanı, yakınındaysak uzağında olduğumuza, uzağındaysak yakınında olduğumuza inandırmalıyız,”[2] saptamasıdır…

Ortadoğu’da olan buyken; söz konusu eşikte, sürdürülemez kapitalizmin içinde debelendiği III. Büyük Bunalım, militarizasyona dayalı sermaye birikimi, hegemonya savaşları ile emperyalistler arası rekabet, tarihî bölgesel gerilimlerle ilişkili binlerce faktörle doğrudan bağıntılıdır.

Eski(yen) statükonun yerine alt üst oluşla ikame edilmek istendiği yeni(lenen) durumda, hegemonik gücün yani savaşla kurulmuş imparatorluğun, yeni denge(sizlik)leri ancak savaşla koruyabileceği bir “sır” değildir.

Böylesi emperyalist bir girişimin, sınırsız gerici bir savaştan başka bir şey doğurmayacağı; bunun da devasa ölçekli yıkıcı getirilerinden kaçınmanın mümkün olmadığı, genel geçer bir tarih bilgisidir.

Zenginlerin başlattığı bu savaşlarda, ölenler yine zenginlerin hesabına yoksullar olurken, böylesi bir savaş eşiğinde yapılması gereken ilk şey, gerici savaşa karşı “barış mücadelesi” vermek; eğer gerici savaş çıkarsa, ona karşı dövüşmektir…

“EŞİĞİ”N NEDENİ 

Küresel ekonomik bunalımın savaş tehlikesi doğurduğuna dikkat çeken Alpaslan Işıklı, III. Dünya Savaşı ihtimalinin uzak olmadığını vurgularken;[3] “Dünya sisteminin bunalımını aşabilmek için gerekli olan aklı yitirdiğini, dünyayı adeta üçüncü dünya savaşına sürükleme çılgınlığına kapıldığını düşünüyorum,” diye ekliyor Birgül Ayman Güler de…

Sadece bu kadar değil: Kariyerini Bear Stearns, Lehman Brothers ve Morgan Stanley’de geçiren finansçılardan Kaan Sarıaydın, küresel ekonomiyi kanserli bir hastaya benzeterek, “Bugüne dek yalnız semptomları tedavi edildi ve ağrı kesiciler verildi! 2008’de patlak veren sorun çözülmedi, sadece üzerine kum gibi para atıldı. Bu nedenle dünya hiç krizden çıkmadı. II. Dünya Savaşı 1931’deki Avrupa bankalarının batmasından çıkmıştır. 2009’da dipteydik, iki yıl sonra bugün Avrupa bankaları sallanıyor. O kadar benziyor ki birbirine… Tarih tekerrürden ibarettir… Aynı oyun oynanıyor her gün, global ekonomi budur. Dolayısıyla, bu krizden çıkmanın yolu o kadar kolay değil. Ya bir hiper enflasyona yol açacaklar. Maalesef küresel enflasyon olursa, bunun sonu savaştır,” saptamasını dillendiriyor.

Dikkat edilsin; Kaan Sarıaydın Marksist değil; tıpkı, ‘The Wall Street Journal’da editörlük, ABD Hazine Bakanlığı’nda müsteşarlık yapmış olan Paul Craig Roberts gibi…

Bakın “Ekonomik iyileşme umutları ortadan kalkınca, savaş ihtiyacı daha da kaçınılmaz hâle geldi,” diyor Roberts…

Çarpıcı tespitlerini, ‘Counterpunch’ta yer alan ‘Kıyamet’e Giden Yol’ başlıklı adlı makalesinde bir bir açarak sıralayan Roberts, ABD ekonomisi ile Ortadoğu’da yaşananlara dikkat çekerek, “Geçmişte her zaman savaşa yol açan büyük oyun yeniden sahneleniyor,” diye ekliyor…

Bir başka savaş “beklentisine”, Gloom Boom&Doom Report adlı mali bültenin editörü, İsviçreli yatırımcı, Marc Faber ile Bloomberg’de yapılan söyleşiye yansıdı. Faber, bir sonraki krizin 2008’dekinden çok daha sert olacağını vurgulayınca, TV sunucusunun ağzından kaçan, “Kapitalizmin sonu mu geliyor” sorusuna karşılık, “Bilgisayar kraş edince ‘reboot’ gerekir. Kapitalizm şimdi bu durumda” dedi ve ekledi: “Büyük devletler bunu yaparken birbirleriyle savaşmaktan kurtulamayacaklar”!

Ergin Yıldızoğlu’nun, “Gündemde yine savaş mı var?” haklı sorusunu dillendirdiği tabloyu, “Dünyanın en acı gerçeği: Piyasalar savaşlarda ölenlerin üstünde yükselir!” diye betimliyor Yiğit Bulut da…

Küresel krizin bir “kara delik”e doğru doludizgin gidişi, krizde bir “düzeltici unsur” (deyim Rosa Luksemburg’a aittir) olarak savaş seçeneğini güçlendiriyor. Küresel boyutta değilse de, bölgesel ölçekte çıkarılacak savaşın silah çarklarını daha hızlı döndürerek bir yeniden paylaşım fırsatını yaratması ve kapitalizme biraz nefes aldırması ihtimal dahilinde.

Evet, kriz derinleşiyor, sokaklardaki işgal sürüyor, yönetimler sertleşiyor, uluslararası ittifaklar çatlıyor ve giderek daha fazla savaştan söz ediliyor.

Kriz otoriter eğilimleri arttırırken bir yandan da sürekli savaşlarla birlikte anılıyor. ABD’den dünyaya yayılan Wall Street protestosu ve ABD’de yönetiminin sertleşen tavrı, G-20 Zirvesi’ni protesto eden kitlesel eylemler, Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ni sarsan ekonomik iflası ve halkın sokaklara dökülmesi, Arap Baharı, NATO askeri müdahalesi ve Ortadoğu’da değişen rejimler, Suriye üzerinde artan baskı ve müdahale olasılığı; ABD, İngiltere ve İsrail’in İran’a saldıracağı haberleri…

Aşırı işsizlik, iktidarların otoriterleşmesi derken sonunda 1930’lara dönüldüğü uyarıları da gelmeye başladı. Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Jean-Paul Costa felaket senaryosundan söz etti: “Çok ciddi ekonomik ve sosyal kriz, aşırı işsizlik, iktidarı ele geçiren otoriter rejimler ve sonuç olarak da savaş.”

Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Haluk Gerger’e göre, “Savaşa giden kriz” yaşanırken; “Tarihsel deneyim bize açık bir biçimde gösteriyor ki kapitalizmde büyük krizler, askeri harcamaların artması ve savaşlarla alt edilebiliyor.”[4]

MİLİTARİZASYON (İLE SİLAH TİCARETİ) 

“Büyük krizler, askeri harcamaların artması ve savaşlarla alt edilebiliyor,” haklı saptamasının altını özenle çizerek devam ediyorum:

Savaş endüstrisi, kimya, elektronik, makine, metalurji, havacılık, bilişim gibi alt sektörlerin bir bileşimdir. En ileri teknolojiyi kullanan bir alandır. Savaş endüstrisinin ürünlerine talep her zaman yüksekken; tüm silahsızlanma, dünya barışı çabalarına karşın tıkır tıkır işleyen bir ölüm tezgâhıdır… Ve tabiidir ki, bu kârı yüksek, stratejik sektöre, baş emperyalist ABD hâkimdir!

En mütevazı hesaplara göre, dünyadaki askeri harcamalar, dünya hasılasının yüzde 3’ünü bularak yıllık 1.5 trilyon dolara ulaşıyor, hatta geçiyor. Bu harcamaların yarısının silah alımına ait olduğu tahmin ediliyor. Silahın üretimi ve ticaretinde kayıt dışı bir boyut olduğunu hep hatırda tutarsak, verilen sayıların daha yüksek olduğunu da eklemek gerekir.

SIPRI veri tabanından 2005-2010 döneminin silah satıcılarını ayıkladığımızda ortaya çıkan manzara şudur: Çoğu merkez emperyalist karakterdeki 15 ülke, dünya silah satışlarının yüzde 95’ine hâkim görünüyor. Silah satışlarının yüzde 31’e yakınını ABD, yüzde 23’ünü Rusya Federasyonu gerçekleştiriyor. Almanya yüzde 11’e yaklaşan payıyla üçüncü, Fransa ise dördüncü sırada (payı yüzde 7’nin üstünde)’dır!

Bu tabloda ABD ekonomisini “savaş ekonomisi” olarak nitelendiren South Ablama Üniversitesi’nden Profesör Nader Entessar, geride kalan on senede ABD askeri bütçesinin her yıl yüzde onluk bir ortalama ile büyüdüğü vurgusuyla ekliyor:

“Aynı dönemde ABD ekonomisi yüzde 2.7’lik bir ortalama ile büyüdü. Genel olarak ABD’nin askeri harcamaları, kişi başına 2 bin doların üzerinde bulunuyor. 2012 mali yılında, askeri harcamalar, ABD federal bütçesinin yüzde 25’ini oluşturacak. Buna karşılık eğitim harcamaları federal bütçenin yüzde 3’ünü oluştururken ulaşım harcamaları ise yüzde 2’sini oluşturacak. Üstelik, ABD vatandaşı tarafından ödenen vergilerin yüzde 38’i askeri harcamalara gidiyor. Kısaca ABD’deki askeri harcamalar, daha fazla ihtiyaç duyulan sosyal ve ekonomik sektörlere dönük yatırımları emiyor”!

Militarist birikime dayalı yapısıyla küresel kapitalizmin, eşitsiz gelişme yasası tam istim işlerken; yükselen BRIC’in (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin) dünya gayri safi hasılasındaki payı da artıyor.

Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC gibi, yükselen güçler, askeri harcamalarını hızla arttırırlarken; dünya gelir dengesindeki değişim, silahlanma yarışına da yansıyor. Yükselen Çin başta olmak üzere, BRIC’in diğer müttefikleri askeri harcamalarını arttırıyorlar. SIPRI, 2010’da 1.6 trilyon doları bulan ve yüzde 43’ü ABD’ye ait olan askeri harcamalarda, ABD emperyalizminin hız kestiğini, buna karşılık Çin, Rusya ve Hindistan’ın silah alımlarını hızlandırdığını, ordularını daha çok donattıklarını bildiriyor.

SIPRI’ye göre 2001-2010 döneminde dünyada askeri harcamalar yüzde 50 arttı. Dünya hasılasının her yıl ortalama yüzde 3’e yakını askeri harcamaya gidiyor. Aynı kaynağa göre, 2001-2010 döneminde ABD’nin askeri harcamaları yüzde 81, Çin’inki ise yüzde 189 arttı. Yine aynı dönemde askeri harcamalarını diğer BRIC üyeleri de arttırdı ve Rusya’nınki yüzde 82’yi, Hindistan’ınki yüzde 54’ü geçti. 2010 yılında ABD’nin 687 milyar dolarlık askeri harcamasına karşılık BRIC’in harcamaları 230 milyar dolar olarak gerçekleşti ve dünya askeri harcamalarının yüzde 14’ünü buldu. Hatırlatarak ekleyelim: ABD’nin harcamaları ise dünya silah harcamalarının yüzde 43’ü!

Bunlarla birlikte ‘Uluslararası Af Örgütü’, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yönetim karşıtı protestolara destek veren ABD, Rusya ve pek çok Avrupa ülkesinin, aynı zamanda göstericilere karşı kullanılan silahları temin eden ülkeler olduğunu açıklarken; söz konusu ülkelerin insan hakları ihlâllerine aldırmayarak yönetim karşıtı gösterilerin yapıldığı ülkelerin hükümetlerine çok sayıda silah sattığı belirtildi.

2005’ten bu yana Yemen, Bahreyn, Mısır, Libya ve Suriye’ye yapılan silah satışları incelenen ‘Uluslararası Af Örgütü’ raporunda, yönetime karşı protestoların düzenlendiği ülkelere silah satışını Avusturya, Belçika, İngiltere, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya ve ABD’nin gerçekleştirdiğine dikkat çekildi.

Raporda Rusya’nın Suriye’nin en büyük silah tedarikçisi olduğu belirtilirken, aralarında İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya ve İspanya’nın da bulunduğu 10 ülkenin Libya’daki devrik Muammer Kaddafi rejimine silah satışı izni bulunduğu vurgulandı.

‘Focus’ dergisinde yer alan habere göre ‘Uluslararası Af Örgütü’ Silah Ticareti Uzmanı Helen Huges, söz konusu ülkelerdeki diktatör rejimlerinin askeri ve polis güçlerine ulaştırılmak üzere roket, ağır makineli silahlar, cephane, göz yaşartıcı gaz gibi pek çok kalemde satış yapıldığını açıkladı.

“ÇOKLU STANDART(SIZLIK)”

Önce anlamlı iki haberden ilki: ‘The Times’, İngiltere’nin “Arap Baharı” diye adlandırılan Arap ülkelerindeki isyanların başlamasından beri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya silah ihracatını yüzde 30 arttırdığını yazdı.

Gazete, 2011 yılı şubat-haziran döneminde Libya, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelere silah ihracatının 30.5 milyon sterlini bulduğunu bildirdi. Bu sayının 2010 yılı aynı dönemde 22.2 milyon sterlin olduğunu belirten gazete, silah ihracatının suikast silahları, tüfekler ve hafif makineli tüfekleri kapsadığını kaydetti.

Haberde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, Bahreyn’de 2011’in Şubat ayında rejim karşıtı ayaklanmaların başlamasından sonra 160 silah ihracatı lisansının iptal edildiği hatırlatıldı. Gazete, buna rağmen Ortadoğu’ya yönelik 600’den fazla askeri ihracat lisansının hâlen aktif olduğunu yazarak Bahreyn, Yemen ve Mısır gibi ülkelerle 1.45 milyar sterlin değerinde ihracat anlaşmalarının bulunduğunu iddia etti.[5]

İkinci haber: Batılı ülkeler ile İran arasında devam eden ‘nükleer gerginlik’ ABD’nin Körfez ülkelerine silah satışını patlattı.[6]

Söz konusu iki haberin ardında yatan realite, sürdürülemez kapitalizmin sermaye birikiminin, özellikle kriz dönemlerindeki yaşamsal ilgi alanı olan militarizasyon (ile silah ticareti) dalında emperyalistleri betimleyen “çok standartlı” kâr, daha çok kâr gerçeğidir…

“Çok standart” dedim; tıpkı, ABD’nin “terör listesi”ne aldığı ‘Halkın Mücahitleri Örgütü’nün üyelerinin Eşref Kampı’ndan Bağdat Havalimanı yakınındaki eski askeri üsse taşınacağını Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bizzat açıkladığı gibi…

“Kâr, daha çok kâr” dedim; tıpkı, İran’ın atom bombası üretebileceği korkusunu kullanan ABD’nin, Tahran’ı kuşatma altına almak için Ortadoğu’daki müttefiklerini silahlandırışının gösterdiği gibi. ABD, Suudi Arabistan’a 30 milyar dolar karşılığında F-15 savaş uçakları ve Irak’a 11 milyar dolar karşılığında F-16 savaş uçakları, tank ve askeri teçhizat satacağı gibi…

ABD’li yetkililer, ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin Suudi Arabistan’a 84 yeni uçak satılmasını ve 70’den fazla uçağın modernize edilmesini öngören satış kararını duyurmaya hazırlandığını belirtti. Satışın henüz ilan edilmemiş olması nedeniyle isimleri gizli tutulmak koşuluyla açıklamada bulunan ABD’li yetkililer, uçak satışı kararının ABD Kongresi’nin İsrail yanlısı üyeleri üzerinde kaygı yarattığını belirtti.

‘The Washington Post’ gazetesinin “ABD, Körfez’deki müttefiklerine silah satışını artırıyor” başlıklı haberinde, ABD ve müttefiklerinin, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin petrol terminalleri ile alt yapı tesislerine yönelik savunma sistemlerinin güçlendirilmesi için “sessizce” çalışma yürüttüğü belirtildi.

Haberde, söz konusu çalışmanın ABD Başkanı Barack Obama yönetimi tarafından, George Bush yönetiminin İran’a karşı “dost” Arap ülkelerine savaş uçakları ve füzesavar sistemleri satma tahhütleri üzerine inşa edildiği kaydedildi.

Haberde, Washington’ın girişimlerinin, “Suudi Arabistan’daki 10 bin kişilik koruma gücünün mevcudunun üç katına çıkarılması dahil olmak üzere, hava savunma sistemlerinde görülmemiş boyutta koordinasyon sağlanması ve ABD ile Arap orduları arasında ortak tatbikatların artırılmasını içeren daha büyük bir çaba” çerçevesinde yer aldığı ve “Tahran’a karşı baskının artırılmasını” amaçladığı belirtildi.

Devam edersek: Suudi Arabistan’a 30 milyar dolarlık taarruz uçağı satışında uzlaşan ABD, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile de 3.48 milyar dolarlık füze ve ilgili teknoloji satışı konusunda anlaşmaya vardı…

Pentagon sözcüsü, BAE ve ABD’nin güçlü savunma ilişkisi bulunduğunu ve her iki ülkenin de Basra Körfezi bölgesinin güveni ve istikrarıyla yakından ilgilendiğini belirtti. Sözcü, anlaşma kapsamında ABD’nin BAE’ye 96 füzenin yanı sıra teknoloji ve eğitim desteği vereceğini söyledi.

Ayrıca THAAD füze satışını kapsayan anlaşmanın, BAE’nin füze savunma sistemini güçlendireceğini kaydetti. Füzeleri üreten Lockheed Martin şirketi bu sistemi ilk kez bir yabancı ülkeye satacaklarını duyurdu. Körfez ülkeleriyle savunma sistemleri konusunda dev anlaşmalara imza atan ABD’nin amacının bölgede İran’a karşı müttefikleri üzerinden elini güçlendirmek olduğu yorumları yapılıyor. ABD, Suudi Arabistan ile Patriot füzelerinin iyileştirilmesi için 1.7 milyar dolarlık, Kuveyt ile de 900 milyon dolarlık 209 Patriot füzesi satışı anlaşması yapmıştı. Washington 30 Aralık 2011’de de Riyad’la 30 milyar dolarlık F-15SA taarruz uçağı satışı anlaşması yaptığını açıklamıştı.

Bunların yanında ‘Der Spiegel’de yer alan, daha sonra ülkede geniş tartışmalara yol açan habere göre; Almanya, Orta Doğu’nun en totaliter, en gerici-feodal ülkesi konumundaki Suudi Arabistan’a 200 adet “2A7+” tipindeki Leopard panzeri satmayı kararlaştırdı…

Almanya’nın Suudi Arabistan’a bugüne kadar dünya çapında üretilmiş en iyi panzerleri satmayı karara bağlaması, her şeyden önce bu ülkenin Kuzey Afrika’da başlayan, diğer ülkelere yayılan halk isyanları karşısında diktatörlerden yana tavır almasından başka bir anlama gelmiyor. Satışın yapıldığı Suudi Arabistan’daki gerici, totaliter, feodal krallık kimseye yabancı değil.

Halk isyanlarının etkileyebileceği ve doruk noktasına ulaşacağı ülke olarak görülen Suudi Arabistan’a satılması kararlaştırılan bu kadar panzerin, çıkabilecek muhtemel bir halk ayaklanmasının bastırılmasında kullanılacağı sır değil. Zaten Suudi Krallığı da, kendi iktidarını güvenceye alabilmek için bunca parayı harcıyor.

Belirtmek gerekiyor ki; Suudi Arabistan bu panzerleri sadece kendi sınırları içinde kullanmayacak, Bahreyn’de yaptığı gibi, diğer ülkelerde de ortaya çıkacak istenmeyen isyanlara karşı da kullanacak.

Hatırlanacağı gibi, Bahreyn’deki halk isyanı Suudi Arabistan’ın bin kadar yüksek donanımlı asker gönderilmesiyle bastırılabilmişti. Keza; Tunus’tan ve Yemen’den kaçan diktatörlere Suudi Arabistan kapılarını açmış, iltica hakkı tanımış, tedavi etmişti. Bu nedenle Almanya’nın Suudi gericiliğine bu kadar panzeri vermesi boşuna değil. Bugüne kadar “İsrail’in güvenliği” gerekçesiyle yapılmayan satışlar bu kez halk isyanlarını bastırmak için yapılıyor. En önemlisi de bu satış kararının sadece Almanya tarafından değil, diğer uluslararası güçler tarafından da desteklenmesidir.

‘Süddeutsche Zeitung’da yer alan habere göre, Almanya, 200 panzerin satışı konusunda ABD ve İsrail’e de bilgi vermiş ve herhangi bir itirazla karşılaşmamış.

Dolayısıyla, Suudi gericiliğinin zorla işbaşında kalmasına, mevcut statükonun devam etmesine İsrail ve ABD de destek veriyor. Bu da, halk isyanlarının daha çok Libya ve Suriye gibi emperyalizmle barışık olmayan ülkelerde destekleneceği, emperyalizmin iş birlikçisi Arap ülkelerinde ise bastırılacağından başka bir şey değildir.

Almanya açısından da durum bundan ibarettir. Bu kirli siyaseti sayesinde son yıllarda dünya silah pazarındaki payını önemli ölçüde artırdı. Daha önce en çok silah satan ülkeler sıralamasında 5. olan Almanya, SPD-Yeşiller hükümeti döneminde 3. sıraya yükseldi. En son Hindistan, Almanya’dan 11 milyar avroya 127 savaş uçağı ısmarlamıştı.

SIPRI göre Almanya’nın 2006-2010 yılları arasında en çok silah sattığı ülkelerin başında Yunanistan (yüzde 15), Güney Afrika (yüzde 11), Türkiye (yüzde 10), Güney Kore (yüzde 9) ve Malezya (yüzde 7) geliyor. Aynı kesitte, Almanya’nın dünya silah pazarındaki payı yüzde 11’e yükseldi. İlk sırada yüzde 30 ile ABD, ikinci sırada yüzde 23 ile Rusya bulunuyor.

“İMPARATOR”UN DEFTER-İ KEBÎRİ

Burada ABD İmparatorluğunun defter-i kebirîne dair bir parantez açıp, ardı ardına sıralamak gerekiyor!

ABD’nin Irak, Afganistan ve Pakistan’daki savaş maliyeti ile ilgili kapsamlı hesabı yapan Brown Üniversitesi’ne bağlı Watson Enstitüsü’nün ‘Savaşın Bedelleri’ konulu raporuna göre, bu savaşların ABD’ye toplam maliyetinin 3.7 trilyon doları bulduğu ve bu rakamın 4.4 trilyona kadar çıkabileceği belirtildi.

Enstitü’nün hesaplamalarına göre ABD’nin, 11 Eylül terör saldırılarını planlayan El Kaide örgütü liderlerini ele geçirmek amacıyla Afganistan’da başlattığı, daha sonra Irak ve Pakistan’a kadar genişleyen savaşın ABD’ye bugüne kadarki maliyeti 2.3 ila 2.7 trilyon doları buldu.

Raporda, savaşın maliyetinin, sıklıkla gözden kaçan, gazilerinin tedavisi için harcanacak para ve 2012’den 2020’ye kadar sürmesi öngörülen savaş nedeniyle ortaya çıkacak giderlerin eklenmesiyle yükselmeye devam edeceğine dikkat çekildi. Rapora göre bu üç ülkede doğrudan savaş nedeniyle 224 bin ila 258 bin kişi öldü. Savaş yüzünden 368 bin kişi yaralandı, 7.8 milyon kişinin de yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldığı kaydedildi.

Yine ABD Kongresi Araştırma Servisi tarafından hazırlanan raporda, 2009 mali yılında 92 bin evsiz askere barınak sağlanmasına rağmen, 106 bin 558’inin sokakta yaşamayı sürdürdüğüne dikkat çekiliyor. Ancak resmi verilerin gerçeği tam olarak yansıtmadığı, raporu kaleme alan Libby Perl tarafından da kabul ediliyordu.

Söz konusu maliyetin artılarına gelince: Irak ve Afganistan’da işkence, son olarak Afganların cesetleri üzerine idrarını yapma skandalıyla gündeme gelen Amerikan ordusunun cinsel şiddet sicili de berbat çıktı

Askerler tarafından işlenen cinsel şiddet suçlarının 5 yılda ikiye katlandığı rapor edildi. Ordunun 19 Ocak 2012’de açıkladığı rapora göre, askerler tarafından her 6 saat 40 dakikada bir, pek çoğu ABD topraklarında olmak üzere cinsel şiddet suçu işleniyor.

2011’de işlenen suçların sayısı 2811. Raporda cinsel şiddet suçlarının yüksek oranının ‘görevi kötüye kullanma, gevşek disiplin, savaş sonrası adrenalini, aşırı stres ve davranışsal sağlık sorunları’ sebepleriyle gerçekleştiği belirtildi. 2011’de işlenen ağır suçlardan başlıcaları arasında fiili saldırı, tecavüz, şiddet içerikli cinsel saldırı, zorla homoseksüel ilişki kurma ve çocuk pornografisi yer aldı. Genelkurmay İkinci Başkanı General Peter Chiarelli “En büyük güçlük, askerlerin evlerine döndükten sonra normal yaşama alışmalarında başlıyor” dedi.

Ayrıca ABD’lilerin Irak Savaşı’nda gördüğü zararın ölen 4 bin 400 civarında askerle sınırlı olmadığını gösteriyor. Bunlardan biri de ABD’li kadın askerlerin uğradıkları cinsel saldırı ve tecavüzler: Her üç kadın askerden biri tecavüze uğruyordu!

Ancak ABD İmparatorluğu’nun bu beşeri yıkıma aldırdığı falan yok!

‘The Washington Post’, ABD’nin düşmanlarına karşı öldürücü operasyonları klasik ordusu ve CIA ile değil, çok sayıda timden oluşan gizli bir organizasyonla (JSOC) gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Savunma Bakanlığı’nın 11 Eylül saldırılarının ardından yaşadığı evrimi masaya yatırdığı ‘Top Secret America’ başlıklı dizide ABD’nin “gizli ordusu” hakkında ilk defa kapsamlı detayları gün ışığına çıktı:

JSOC, suikast ve adam kaçırma gibi operasyonlarda CIA’i solladı. 10 yılda asker sayısı 25 bine çıkan JSOC, binlerce kişiyi öldürdü.

Buna göre JSOC 2008’de Afganistan’da 550 hedefe saldırı düzenledi, Bin kişiyi öldürdü. 2009’da 464 operasyonda 500 kişi öldürüldü. Irak’ta ise 2005’te, ayda 300 operasyon düzenledi.

JSOC’nin operasyonlarında sivil ölümleri de meydana geliyor. Afganistan’da 2002’de yapılan operasyonda düğüne katılan 100’e yakın sivil öldürüldü. Üst düzey iki yetkiliye göre JSOC’nin doğru ev, iş yeri ve kişi hedeflerini tutturmadaki başarısı yüzde 50.

‘TomDispatch.com’ sitesinin yardımcı editörü yazar Nick Turse’ün ‘A Secret War in 120 Countries’ başlıklı yazısında işaret ettiği üzere, “Amerikan ordusunun içinde yer alan gizli bir kuvvet, Amerikan halkının bilgisi dışında yabancı ülkelerin çoğunda operasyonlar yapıyor. Bu yeni seçkin Pentagon gücü, büyüklüğü ve kapsamı şu ana kadar hiçbir şekilde açıklanmayan bir küresel savaşı yürütüyor.”

Amerika’nın açıkça askeri operasyonlar yaptığı Irak ve Afganistan gibi ülkelerin yanında, Yemen ve Somali’de de askeri güç bulundurduğu biliniyor. Ancak 2011 yılı itibarıyla ABD ordusunun dünyanın ne kadarına yayıldığı tam açıklanmıyor.

Turse, 2010 yılında bu sayının 75 olarak medyada yer aldığını, oysa bu sayının 2011 yılı sonuna kadar 120’ye ulaştığını yazdı. Bu bilgiyi dayandırdığı kaynaksa, Amerikan Ordusu Özel Operasyon Komutanlığı’ndan (SOCOM) Albay Tim Nye. Turse, Amerikan askeri gücünün dünya nüfusunun yüzde 60’ını kapsayan bir bölgedeki varlığının, Pentagon’da iktidarı elinde tutanların dünyanın dört bir yanında gizli bir savaşı yürüttükleri anlamına geldiğini belirtiyor.

1980 yılında İran’daki Amerikalı rehinelerin kurtarılamaması üzerine, 1987 yılında kurulan SOCOM, artık kendi özel bütçesi olan, her türlü olanağa sahip bir güç. 1990’larda 37 bin personeli varken bugün sayıları 60 bine ulaştı. 2.3 milyar dolarlık bütçeleri 11 Eylül sonrasında neredeyse 3 katına çıkarak 6.3 milyar dolara ulaştı.

ABD İmparatorluğu’nun “Hayalet Ordu”larına eklenmesi gereken bir diğer unsur da köktendincilik…

ABD’deki düşünce kuruluşlarından ‘Chicago Küresel İlişkiler Konseyi’, iki yıllık araştırmanın ürünü olan dinin dış politikadaki yerine ilişkin raporunu Beyaz Saray’a sundu. Eski hükümet yetkilileriyle çeşitli din ve inanıştan uzmanların oluşturduğu 32 kişilik görev gücü, Amerikan dış politikasının ‘tanrı eksikliği’ çektiği sonucuna varıp, Başkan Barack Obama’ya dini dış politikanın ayrılmaz parçası yapmasını tavsiye etti.

Ardından Savunma Bakanlığı Pentagon’un Beyaz Saray’a yolladığı günlük istihbarat raporlarının kapağında İncil’den alıntılara yer verildiği ortaya çıktı.

Bunlarla birlikte ve Bruce Ackerman “ABD ordusu kilit mevkilerde kendisine yer açarak dış politikada giderek daha fazla söz sahibi oluyor. Ulusal güvenlik danışmanlığı artık Brzesinski gibi dış politika entelektüellerine değil, emekli askerlere ayrılıyor. Genelkurmay başkanı da ordu adına konuşan siyasi bir aktöre dönüştü,”[7] saptaması eşliğinde ortaya (1940’lı yıllardaki Guatemala’da pratiğine benzeyen!) Guantanamo ve Bargam hukuk(suzluğ)u çıkarmakta…

Kaldı ki Naziler ile tarihi ünsiyet bağı da olan ABD İmparatorluğu’nun işkenceciliği herkesin malumudur; tıpkı CIA’nın, varlığı uzun zamandır bilinen Bükreş’in kuzeyindeki gizli hapishanesine ilişkin ayrıntıların ortaya koyduğu üzere… AP’nin haberine göre, Küba’daki Guantanamo tutsaklarının da adı geçen nakledilmeden önce kaldıkları belirtilen hapishane, CIA’nın Tayland, Litvanya ve Polonya’da da bulunan hapishaneler ağına aitti!

ABD eski Başkanı George W. Bush’un, ‘Decision Points/ Karar Noktaları’ başlıklı anılarında onayladığını itiraf ettiği “suda boğulma hissi veren işkence yöntemi (waterboarding)”nin CIA’nin tarafından mahkûmlara uyguladığı herkesin malumudur. Hatta Obama, 2009’da işkence olduğunu kabul ettiği bu uygulamayla ilgili gizli devlet belgelerini açıklayınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Hatta Başkan Cumhuriyetçiler tarafından CIA’nin gücünü azaltmakla suçlanmıştı!

Bunca zulme karşın Wikileaks’in duyurduğu üzere, ABD, Guantanamo’daki askeri üste yıllarca hâkim karşısına çıkarmadan tuttuğu terör zanlılarının birçoğunun masum olduğunu biliyordu. Belgelere göre, Guantanamo’da tutulanların 220’si “tehlikeli terörist” olarak sınıflandırılırken, 150’si masum Pakistanlı ve Afgan, 380’i alt düzeyde eylemci olarak kabul edildi.

‘The Daily Telegraph’a göre, aralarında şoförler, çiftçiler ve aşçıların da bulunduğu en az 150 Afgan ya da Pakistanlı suçsuz yere Guantanamo’daydı! Gazeteye göre, “yanlış zamanda yanlış yerde” bulunan bu tutsaklar, çatışmalı bölgelerden, derinlemesine araştırmaya dayanmayan istihbarat bilgileri doğrultusunda tutuklandılar.

‘The Times’a göreyse, Muhammed Kahtani dosyası da Guantanamo’nun kötü ününü hak ettiğini ortaya koyan en çarpıcı örnekti: 2002 ve 2003 yıllarında Guantanamo’da 11 Eylül saldırılarının gizli planlayıcısı olduğu iddiasıyla yargılanan Kahtani, “Bir köpek gibi kırbaçlandığını, cinsel tacize uğradığını ve kendi idrarını içmeye zorlandı”ğını anlatacaktı!

ABD İmparatorluğunun defter-i kebirînde, bu ve benzerleri kayıtlıyken; onlar bir kez daha Ortadoğu’ya “demokrasi ve özgürlük ihracı”na hazırlanıyorlar…

ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE IRAKVARİ SONUÇLARI

Ortadoğu’ya “demokrasi ve özgürlük ihracı” yalanına yaslanmış “Pax-Americana”nın, emperyalist bir müdahale niteliği taşıdığından kimsenin kuşkusu olmamalıdır!

Pasifikasyon yanında kapsamlı manipülasyonlara yaslanan ABD’nin Ortadoğu politikası, doğal olarak uluslararası konjoktürün gelgitlerinden doğrudan etkilenir.

Anımsanacağı üzere: “QDR -2001” ve “Yeni Savunma Stratejisi” (2002) ABD’nin ekonomik, kültürel liderliğinin, çekiciliğinin kaybolmakta olduğunu kabul ederek, çıkarlarını, üstünlüğünü korumayı, bir başka rakip gücün yükselmesini engellemeyi, rakipsiz askeri gücüne dayanarak başarmayı amaçlıyordu. (ABD’nin savunma harcamaları kendisinden sonra gelen en büyük 20 ülkenin toplam savunma harcamalarından daha büyüktür.) Bu kabule dayanan bir liderlikten, “hegemonya” konumundan, kimseye aldırmadan tek başına davranabilen küresel bir imparatorluk kurma stratejisine geçildiği anlamına geliyordu. Bu geçişin ilk operasyon alanı olarak da “Büyük Ortadoğu” seçilmişti.

Ancak, bu proje başarısız olmakla kalmadı, hegemonya kaybı sürecini hızlandırdı. Obama, başkan seçildiğinde, ABD’nin çekiciliğini, liderlik konumunu yeniden kazanarak bir “hegemonya restorasyonu” sürecini başlatabileceği beklentisi oluştu. Ne ki Irak ve Afganistan’daki başarısızlıklara ek olarak, hem mali kriz, hem de Çin’in bir büyük güç olarak yükselme sürecinin başlamış olması, ABD’nin Çin’e mali bağımlılığı, bu restorasyon projesi umutlarını kısa sürede söndürdü.

Şimdi karşımızda, bir “American Emporium” kurmanın, ABD hegemonyasını restore etmenin olanaksızlığını kabul etmiş, ama küresel çıkarlarını askeri üstünlüğüne dayanarak korumaya kararlı bir büyük güç var.

“Yeni Savunma Stratejisi”, ABD’nin artık savunmaya çekilmeye başlayan konumunu koruyabilmek için “uzaktan dengeleme” stratejilerine giderek daha çok dayanmaya kararlı bir güç olduğunu düşündürüyor. Büyük güçler arası ilişkilerin, bir “hegemonya” altında kurulan “düzenden”, bir “güçler dengesi” ortamına geçmeye başlamasıysa, mali kriz için de çok tehlikeli bir döneme girilmiş olduğunu düşündürtmektedir…

ABD’nin Yeni Savunma Stratejisi ABD yönetimi “üstünlüğünü” işte böyle bir dünya içinde, böyle bir dünyanın oluşmasını hızlandırarak korumaya hazırlanıyor. Bu “yeni yönelim”, Bush dönemindeki savunma stratejisiyle karşılaştırıldığında, en azından iki alanda sürekliliğe işaret ediyor.

Birincisi, esas olarak askeri güce dayanma, dış politikayı militarize etme çabası, bu “yeni yönelimde” de belirleyici. İkincisi, yeni savunma stratejisinin, hızlı, ileri teknolojiye dayalı, ağlara bağlı küçük ama uzmanlaşmış savaş birliklerine verdiği önem, Donald Rumsfeld’in “Askeri Alanda Devrim” projesinin gerçekleşme sürecinde, Pentagon’un direncinin kırılarak ileri bir aşamaya geçildiğini düşündürüyor.[8]

Bu durumda ABD’nin bölgesel aktörleri, “önem” kazanıyor…

Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle denilebilir ki, “Ortadoğu iktidar satrancında yeni bir dönem açıldı. Üç büyük güç, yani Türkiye, İran ve İsrail arasındaki hâkimiyet yarışında, Arap devriminin yarattığı büyük çalkantı içinde Suriye’deki kitlelerin ayaklanması yeni bir durum yarattı. Suriye, şimdi bir hâkimiyet alanı olarak İran ile Türkiye arasında rekabet konusu hâline gelmiş bulunuyor.

Ortadoğu bölgesel bir yangının eşiğinde… Öyle görünüyor ki, bunu ancak mülksüz kitlelerin büyük mücadeleleri durdurabilecektir…

‘Büyük Oyun’un alanı Asya Pasifik bölgesine doğru kayarken ‘Ortadoğu’ sahnesinde de İran (ve Suriye), üzerinde yoğunlaşmaya başladığı görülüyor.

‘Büyük Oyun’ kavramı ilk önce XIX. yüzyılın başında İngiliz ve Rus emperyalizmi arasındaki rekabeti tanımlarken kullanılmış. Daha sonra, bu kavram İngiliz hegemonyası gerilemeye başladığında, ‘Güç Transferi’ süreci bağlamında XX. yüzyılın başında popüler olmuştu.

Reagan döneminde, 1980’lerde başlayan ve SSCB’nin yıkılması, ‘küreselleşme’ açılımıyla konsolide olan bir ‘restorasyon’ denemesinden sonra ABD hegemonyası Asya kriziyle birlikte yeniden hızlanarak gerilemeye başlamıştı. Artık ABD dış politikası, giderek yükselen güçlerin, yükselişine uyum sağlama, bu yükselişi geciktirme sorunsalı üzerinde yoğunlaşıyor, Ortadoğu (Büyük Ortadoğu) yeni ‘Büyük Oyun’un sahnesi olarak öne çıkıyordu.

ABD imparatorluk projesinin başarısızlığı, bunun getirdiği mali yükün de katkısıyla patlak veren mali kriz içinde ‘Güç Transferi’ sürecinin tarafları, yeni ‘Büyük Oyun’un aktörleri de ABD ve Çin olarak belirmeye, ‘oyun’un kapsamı değişmeye başladı.”

Tekrarlıyorum: Söz konusu konjonktür ABD’nin yanı sıra bölgesel aktörlere, “önem” kazanıyor…

Özellikle “Arap Baharı”nın, “hazan”a dönüp; ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Obama yönetiminin, siyasi arenada güçlenen İslâmcı partilerle de çalışacağını açıklamasıyla!

Bir de Irak sonrası süreçte ‘The New York Times’ın haberine göre, ABD’nin Irak’taki birliklerini çekmesinin ardından Körfez bölgesinde askeri varlığını güçlendireceğinin altını çizmesiyle!

Irak sonrası süreç, Ortadoğu’yu doğrudan etkileyecek bir dinamik olarak yerli yerinde duruyor.

Hatırlanır: 2007 yılında ABD ordusunun 170 bine ulaşan Irak’taki askeri varlığının maliyetinin 800 milyar dolardan fazlayken; işgal boyunca 4 bin 500 Amerikan askeri ölmüş, 32 bin asker de yaralanmış ve işgalde 1 milyona yakın Iraklı da öldürülmüştü.

Böylesine bir yıkım eşliğinde dokuz yıl süren ABD işgalinin resmen “sona ermesi” nedeniyle düzenlenen sembolik törenlere katılmak için 15 Aralık 2011’de Bağdat’a giden ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın, dökülen kanın ve yapılan harcamaların Irak’a demokrasi getirmeye değdiğini söylemesi kocaman bir yalandan başka bir şey değildir…

ABD emperyalizminin mimarı olduğu Irak’ın yıkım sürecine ilişkin olarak Simon Jenkins’in betimlemesi yaşananların özetidir:

“ABD Başkanı Barack Obama Irak savaşının sona erdiğini ilan etti. Askerleri eve dönerken, Iraklılar 2003’e göre çok daha özgür ve çok daha az güvende. Yedi yıllık kargaşanın sonucunda iki milyon Iraklı hâlâ ülke dışında, iki milyonu da ülke içinde mülteci konumunda. İronik olan şu ki, neredeyse bütün Iraklı Hıristiyanlar kaçmak zorunda kaldı. Batı’nın yönetimi altında, petrol üretimi hâlâ işgal öncesi düzeyin altında ve evlere elektrik verilen saatler azalıyor.

100 bine yakın sivilin işgale bağlı şiddetten dolayı hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Ülkede istikrarlı bir hükümet yok, yeniden inşa asgari düzeyde, günaşırı cinayet ve adam kaçırmalar gırla. Yaygın yolsuzluk, denetlenmeyen yardımlarla daha da derinleşiyor. İslâmcıların hükmünün artması, kadınları daha özgür değil, daha baskıcı bir hayatla baş başa bırakıyor. Tüm bunlar ABD’nin 751 milyar dolarlık akla ziyan harcamasının sonucu; modern diplomasi tarihinde paranın bu kadar değersizleştiği bir başka örnek yoktur kuşkusuz…

Kendimizi ne kadar kandırırsak kandıralım, Batı’yı hâlâ eski zaferlerin şanıyla kafayı yemiş liderler, bilhassa da generaller yönetiyor. Irak savaşı tarihte, Atlantik güçlerini dünyanın geri kalanından uzaklaştırmaktan başka anlam taşımayan, milyon dolarlık bir felaket olarak anılacak.”[9]

Gerçekten de Irak’tan muharip güçlerini çeken ABD, geride “yeniden inşa” adı altında yarım kalmış yüzlerce proje bırakıyor. ABD hükümetine bağlı bütçe denetim ajansının rakamları, Irak’taki yeniden inşa çalışmalarının başarısızlığını ortaya serdi.

Buna göre, Bağdat yakınında çöllük alanda 40 milyon dolar harcanan 3 bin 600 kişilik hapishane güvenlik sorunları yüzünden tamamlanmadan Irak Adalet Bakanlığı’na devredildi ama tek bir tutuklu yerleştirilemedi. Harcanan milyon dolarlara ilaveten 1.2 milyon dolarlık kullanılmamış inşaat malzemesi terk edildi.

Güneyde Basra’da 50 milyon dolar öngörülmüşken 165 milyon dolara mal olan çocuk hastanesi kullanılmıyor. Felluce’de 32 milyon dolara ihale edilmiş su arıtma sistemi dört yıllık gecikmeyle üç kat pahalıya mal oldu. Üstelik şebekenin evlerle bağlantısı kurulmadığından atık su sokağa bırakılıyor.

Hesaplara göre Irak’ta harcanan 50 milyar doların yüzde 10’u, yani 5 milyar doları çöpe gitti. Buna tesislerin güvenliğine harcanan paralar dahil değil. Güvenlik maliyetlerin yüzde 17’sine denk geliyor.

Özetlersek ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne (HRW) göre, ABD’nin çekilmesinden sonra geride bir polis devleti bıraktığı ülkede, Şii ağırlıklı yönetim “bölgedeki diğer zorba rejimlerin unufak olduğu bir sırada Irak’ı yeni yeni tomurcuk vermeye başlayan bir polis devleti hâline getirdi…”

‘Kuds ül Arabi’nin başyazısında dediği gibi, “Yeni Irak ileriye değil, geriye gidiyor. Yolsuzluk, baskı, işkence, bomba yüklü araçlar ve ibadet yerlerinin yıkılması artık ‘normal’ bir durum. Irak halkı bu sonucu beklemiyordu. Bazı kesimler mezhepçi partilerle duygusal bağ kurmuş ve önceki rejimin yıkılmasını desteklemişti. Ancak bugün kendilerini daha katı, yolsuzluğa bulaşmış ve güvenlik sağlamaktan aciz bir diktatörlük karşısında buldular…”[10]

ABD’nin Ortadoğu politikası yol açtığı/ açacağı sonuçlar, Irak örneğindeki üzere ve bunlar böyleyken; “Arap Baharı”nı “hazan”a dönüştürmeye yönelik ikinci (bastırma) perdesi devreye sokuluyor…

“ARAP BAHARI”NDAN “HAZAN”A

“Arap Baharı”nın bölgede sonuçları şimdiden kestirilmesi güç bir belirsizlikler sürecini harekete geçirdiğine işaret edilen kesitte Murat Yetkin’in, “Arap Baharı, İslâmcı hareketleri de Batı’yı da değiştirmeye başladı… Mısır, Tunus ve Suriye’deki İslâmcı hareketler arasında ‘Şeriat şart değil’ türü açıklamalar geliyor,” türünden tespitini ciddiye almak mümkün görünmüyor…

Laiklik mesajları Arap dünyasında soğuk karşılanıyor. Tunus’ta kendini AKP’ye benzeten Ennahda Partisi’nin lideri Gannuşi, İslâmi değerlere dayalı bir demokrasi inşa edeceklerini açıklarken; Mete Çubukçu’nun, “İleriki dönemde Müslüman Kardeşler çıkışlı partiler ayaklanma ülkelerindeki seçimlerde ciddi varlık gösterecek,” vurgusuna Hüseyin Baş da, “Batı petrol, Arap dünyası şeriat peşinde,” saptamasını ekliyor…

‘Atlantik Konseyi’nin Avrasya Merkezi Direktörü olarak çalışan Ross Wilson’un, “Süreç yıllar alabilecek bir geçiş dönemi” vurgusuyla, “Bu süreci ‘Arap Baharı’ndansa ‘Arap Uyanışı’ olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Bu nelerin yaşandığını daha iyi ifade ediyor,” diye tanımladığı olgu.

Bir çok bilinmeyeni içeren ikinci (“Hazan”) perde Rabat’tan San’a’ya uzanan bir coğrafyada otoriter sistemleri “demokrasiler”e dönüştürecek “Arap Baharı” hayâlini, yerle yeksan etti…

“Arap Baharı”nı tetikleyen, bölgedeki sosyo-ekonomik sorunlardı. Değişim aktörleri, söz konusu sorunları çözecek enerji, vizyon, örgütlülük ve politikadan uzaklar.

Başlangıcı itibariyle, kendiliğinden hareketin, yığın atılımının tüm olumlu ve yaratıcı özelliklerini bağrında taşıyan “Arap Baharı”nın devrimci ruh, sosyo-ekonomik sorunları yaratan düzen ve ilişkileri aşmadan yaşatılamazdı ve yaşayamadı da…

Kaldı ki emperyalizm, söz konusu atılım dalgasının tabii sonucuna varmasına razı olamazdı! Böylece “Arap Baharı” denen ama ilerleyemediği için gerileyerek İslâmcıların yükselişine tahvil edilen süreç, emperyalizmin kontrolünde otoriter düzenlemeler ile siyasal İslâm çerçevesinde uzlaşı arayan bir “denge(sizlik)”de somutlandı.

Müslüman Kardeşler ya da Tunus, Libya’da olduğu gibi İslâm ağırlıklı partiler lokomotif yapı olurken; tüm etnik yapıları ve farkları kapatacak harcın İslâm olduğu fikrine dayanan düzenlemeler öne çıkartılıyor.

Bu noktada İslâmın ne kadar radikal ne kadar ılımlı olduğu pek önemli değildir. Çünkü nihayetinde İslâmın İslâm olduğunu bilmeyen yok gibidir…

“Özgürlükçü” ve “anti-otoriter” bir söylemi “maske” edinen ikinci (“Hazan”) perde, başkaldırıyı pasifize ederek “emperyal güce” eklemliyor.

Ki bu da, doğası gereği bir “Karşı Devrim” manevrasının yani “Bahar”ın, “Hazan”a tahvil olmasının yolunu açıyor.

Hatırlayın: ta ki Mübarek’in dikiş tutmayacağı anlaşılana dek ABD ve Batılı güçlerin hesapları -mümkün mertebe- oynayan taşları; Tunus -Mısır coğrafyalarıyla sınırlı tutmak oldu.

Mübarek’in eli mahkûm gidici olduğu görüldüğü andan itibaren ise hesaplar değişti ve o noktadan itibaren “Arap Baharı” karşıtı manevralarla bir büyük “karşı devrim tezgâhı” yani ikinci (“Hazan”) perdesi devreye sokuldu.

Gericilik fitili, özelikle Suudi Arabistan ile Körfez’deki petrol monarşileri ile İslâmcılar ve emperyalizm ittifak çerçevesinde ateşlendi.

Suudi Arabistan ordularının 12 Şubat 2011’de (“Arap Baharı” isyanını bastırmak üzere!) Bahreyn’i işgali Batı’nın sessizliğiyle geçiştirildi.

Suudi Arabistan ordularının Bahreyn’e girişiyle eşzamanlı olarak Libya’da da Kaddafi’yi alaşağı etme operasyonu başlamıştı.

Kaddafi’nin infazı, bu yoldaki önemli bir merhaleydi.

Her iki müdahale; Washington’dan Londra’ya… Pekin’den Berlin’e, Tokyo ve Paris’e uzanan coğrafyaya derin soluk aldırmıştır. Hedeflenen amaç, (Tunus ve Mısır’dan fitillenen) “Arap Baharı’nın”, stratejik petrol bölgelerinde ne pahasına olursa olsun çiçek açmasını engellemek olmuştur.

Baharın, petrol coğrafyalarında boy vermesi; yukarıdaki başkentlerin “karakışa” girip -fiilen!- donması anlamına gelir ki bunun mutlaka önlenmesi gerekmiştir.

Somut veriler; “Suudi Arabistan’ın Bahreyn’i işgali” ile (NATO destekli) “Libya isyanının”, sade “takvim” bağlamında değil; aynı zamanda “jeopolitik” manada bağlantılı olduğunu tescil etmiştir.

Buna paralel “Arap Baharı” coğrafyalarında; ilerici güçler meydanlardan yok olurken bununla bağlantılı olarak çeşitli İslâmcı gruplar, Müslüman Biraderler, Selefiyyeler öne çıkmıştır…

Altan Öymen’in, “Fas’ta, Tunus’ta, Mısır’da ‘demokratikleşme’ hedefine yönelik gösterilere katılmış olan kadınlar, eskisi kadar umutlu değil,” diye betimlediği olgu için gerçeğin altı özenle çizilmelidir:

John Berger’in, “Ortadoğu ülkelerinde yaşananlar kuşkusuz hayli önemli,” saptamasının altı çizilerek; “Arap coğrafyasında diktatörlüklerin yerine İslâmi kökenli hareketlerin hükümete gelmesiyle yaşanan değişim ‘bizim istediğimiz’ şekilde gerçekleşmeyebilir. Ancak bu ayaklanma dinamiğini küçümseme anlamına gelmez,” diyen Mete Çubukçu’nun uyarısı göz ardı edilmemelidir.

Ancak nasıl olursa olsun, “Arap Baharı”nın Ortadoğu’yu alt üst ederek, yeniden düzenlenme ihtiyacını öne çıkarması, kadim ABD-İran gerilimini yükseltti…

GERİLİM ODAĞI: ABD-İRAN

Aslı sorulursa ABD-İran gerilimi Ortadoğu’daki soru(n)ların özeti gibidir.

Satig Nureddin’in, “ABD-İran soğuk savaşı tedrici olarak ısınıyor,”[11] diye formüle ettiği güzergâhta ve Amerika Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, İran’daki muhalif gruplara çeşitli araçlarla destek sağladıklarını açıkça beyan ettiği tabloda ‘Kuds ül Arabi’nin başyazısında işaret ettiği gibi, “ABD, İran dosyasını kızıştırmaya, İran da giderek artan biçimde bu kızıştırmanın etkilerini hissetmeye başladı.

Amerikan keşif uçaklarının İran hava sahasındaki ihlâli, tehlikeli bir provokasyondur. Hedefi de İran’ı savaşın fitilini ateşleyecek askeri bir misillemede bulunmaya sevk etmek olabilir. İranlılar, Batı’yla mücadele için hazırlık hâlinde görünüyorlar. Tahran’daki Britanya Büyükelçiliği baskını, bu bağlamdaki işaretlerden biri olarak görülebilir.

Savaş çanları çalıyor ve bölge, patlamaya hazır bir volkanın ağzında duruyor. Hiç kimse bu savaşın sonuçlarını kestiremiyor. İran füzelerinin yanı sıra Hizbullah füzelerinin de İsrail’e düşmesi muhtemel. Benzine bulanmış ve bir kibrit çöpü arayan bölgede bu savaş ateşlenirse, bütün ihtimaller ortaya çıkabilir.”[12]

Hürmüz Boğazı kapışmasına kadar uzanan gerilimle ortalığı toz duman kaplarken; olayın ekonomi-politik önemini kavramak gerekiyor: Hürmüz Boğazı’ndan her gün toplam miktarı 15 milyon varilin üzerinde ham petrol yüklü 13 civarında tanker geçiyor. Bu miktar, küresel anlamda denizyoluyla taşınan ham petrolün yüzde 30’undan fazlasını, toplam petrol ticaretinin ise yüzde 17-18’ini temsil ediyor! Bunun ötesinde sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) arzının yüzde 18’i de Hürmüz Boğazı’ndan geçiyor. Hürmüz Boğazı’nın ‘geçici bir süre’ bile olsa kapanması demek, şu anda 100 dolar civarında seyreden Brent cinsi ham petrol fiyatının keskin bir şekilde artmasıyla sonuçlanabilir!

Sadece bu mu? Hayır, daha fazlası…

İran’da seri suikastlerin ardı arkası gelmiyor. Mesela 30 Kasım 2010’da Tahran’da işlerine giden nükleer bilimcilerin arabalarına, motosikletli saldırganlar tarafından bomba atıldı. Bir fizikçi öldürüldü, üç kişi de yaralandı…

Ocak 2012’de İran’da bir nükleer bilimci daha öldürüldü. Bir nükleer tesiste görevli bilim insanı Mustafa Ahmedi Ruşen 11 Ocak 2012’de Tahran’da uğradığı bombalı saldırıda hayatını kaybetti. İran’da iki yıl içinde 4 nükleer fizikçi daha öldürülmüştü…

İran devlet televizyonu, Tahran’ın elinde, nükleer bilimci Mustafa Ahmedi Ruşen’in CIA tarafından öldürüldüğüne dair kanıt olduğunu açıkladı.

Sadece bu mu? Hayır, daha fazlası…

‘The Financial Times’ın, “Tahran’la nükleer çekişmede… ABD yönetimi, izlediği yaptırım politikasıyla özgüvenini topluyor,”[13] diye özetlediği ambargo ile ABD yönetimi, İran’ın petrokimya sektörü ve bankacılık sistemini baskı altına almayı amaçlayan bir dizi yaptırım kararını hayata geçiriyor.

İran’ın emperyalist kuşatmanın bir adımı özelliği taşıyan ambargodan rahatsız olduğu bir “sır” değil.

İran Devrim Muhafızları Hava Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacizade’nin, Basra Körfezi’nde iki casus uçak düşürdüklerini açıklaması yanında; yine Tahran, 12 ABD ajanının Lübnan topraklarında ve İran’da yakalandığını duyurdu; nihayet İran medyasının, RQ-170 tipi insansız ABD keşif uçağının ülkenin doğusunda düşürüldüğünü açıkladığı gelişmelerle birlikte ABD’nin, hasmı İran’ı kendi topraklarında terör eylemine bulaşmakla suçlamasıyla tansiyon daha da yükseldi.

Ayrıca İran’ın nükleer gücüyle ilintili olarak, ‘Press TV’ye 26 Temmuz 2011’de demeç veren İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, ABD ve İsrail’i Ortadoğu’da iki ülkeye saldırmayı planlamakla suçlaması ve İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi’nin de, saldırıya uğramaları hâlinde ABD ve İsrail’e savaşın ne demek olduğunu göstereceklerini söylemesi soru(n)ları boyutlandırıyordu…

“İyi de pimi çekilmiş hâldeki Ortadoğu bombası patlatılırsa mı?”

Fehd El Faik’in yanıtı şu oluyor: “ABD Başkanı Obama İran’ın nükleer güç olmasına göz yummayacağını açıklasa da, yeni bir savaş başlatması uzak ihtimal. Baskın kanaat, ABD’nin yaptırım politikasını sürdüreceği yönünde…

Askeri maceraya daha yakın olansa İsrail. İsrail, düşman bir devletin nükleer caydırıcılığa sahip olmasını engellemek için savaş adımları atmakta tereddüt etmeyecektir; Irak’ın nükleer tesislerini 1981’de, Suriye’ninkini de 2008’de yerle bir etmişti. İsrail liderleri, İran’ın atom silahının ülkeleri için hayati tehlike oluşturduğunu teyit eden açıklamaların esiri oldular.

Dolayısıyla Başbakan Netanyahu’nun İran nükleer tesislerini vurma yönündeki bir kararına itiraz edilmesi zor. İsrail’in kararını geciktiren şeyse, Beyaz Saray’dan yeşil ışık almaması…

Bu operasyon yapılır, İran da hücrelerini harekete geçirir ve Hizbullah’a İsrail’e füze yağdırmasını telkin ederse ne olacak? İran’ın sert misillemede bulunacağına dair tehditlerinin, Nasır’ın Mısır’ının veya Saddam’ın Irak’ının İsrail’i yakma tehditlerinden farklı olmadığı söyleniyor.

İran uyuyan hücrelere sahipse, çoğu Körfez, Irak ve Lübnan’da demektir. Fakat ‘petrol depremi’nin 1973 ve 2008’dekinden daha büyük olacağı kesin. Gündemde kara savaşı yok; yoğun bir hava operasyonun İran’ın nükleer programını sileceği de kesin değil.”[14]

İRAN’IN KONUMU

Evet söz konusu gerilimlerde “İran’ın konumu” kilit önemdedir ki, bu soruna dair Ureyb Er Rentavi’nin, “Genelde İran, gerilemiş uluslararası rollerin mirasçılığına ve sönen Amerikan gücünün boşluğunu doldurmaya aday temel ‘bölgesel aktöre’ dönüşmenin bütün dinamiklerine sahip yükselen bölgesel güç olarak tanımlanır. Peki, İran gerçekten yükselen bir güç mü?” sorusuna şu yanıtı vermesi anlamlıdır:

“İran ‘büyük Ortadoğu’ boyunca Şiiliğin ‘merkezî devleti’ olması sebebiyle Arap ve İslâm dünyasında ‘Şii azınlık devleti’ olarak kalacak. Bu durum haddizatında ‘yükselen bölgesel güç’ düşüncesine sınırlar ve kısıtlamalar getirecek. Bölgede İran’ın en önemli müttefiki Suriye rejiminin düşmesi yönündeki tehditlerin artması, bu düşüşün Lübnan’daki Hizbullah’ın nüfuzu ve etkisini zayıflatması, Hamas’ın bu ittifaktan çıkma girişimlerine dair haberlerin gelmesi ve ülkeler tarihinde benzeri görülmemiş abluka ve yaptırımların arttırılması gölgesinde İran, dağılan Sovyetler Birliği’nin hayat hikâyesini yeniden yazıyor.

İran uluslararası değil, bölgesel anlamda vurucu bir güç olarak kırılgan bir ekonominin başında duruyor. Totaliter siyasi sistem mezhepçi yönetimiyle bünyesinde çöküşün tohumlarını taşıyor. Devlet dört bir yandan kuşatılmış durumda. İran, geçmiş yıllarda artan bir rol oynasa da, bütün göstergelerin işaret ettiği üzere zayıflama ve gerileme yolunda. Özellikle de İran’a ve müttefiklerine düşman cephe dünyanın beş kıtasına yayılmışken.”[15]

Evet, emperyalizm İran’ı gözüne kestirmiştir!

HEDEF İRAN!

Emperyalistlerin hedefi İran’dır!

İran’ın ilk uzun menzilli insansız savaş uçağını tanıtmasının ardından füzeatar botların seri üretimine geçildiğini duyurmasının, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley tarafından “ABD’yi kaygılandırıyor” diye yorumlandığı ve “bölgesel barış ve istikrarı tehdit edebilecek kapasitede” olduğunu söylediği; İsrail’in, “İran’a saldırı planını önceden ABD’ye bildirme” talebini reddettiği; ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın, İran’dan gelen uyarıya rağmen, uçak gemilerinin Hürmüz’e gideceğini açıkladığı; ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen’in, Tahran’ın nükleer silah üretmesinin kabul edilemeyeceğini haykırdığı güzergâhta, “Sıra İran’da mı?” diye soruyor Erol Manisalı…

Soru(n) anlamsız, karşılıksız değil elbet! Çünkü “Hedef İran” ise, “Bu İki Buçukuncu Dünya Savaşı’nın başlangıcı olabilir,” diye ekliyor Doğu Ergil…

Kolay mı?

Nazenin Kamdar, “Tahran savaşa şimdiden hazır,”[16] derken; İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad da, NATO’nun saldırmak için can attığını belirtip, “Batılı ülkelerin, İran’ı vurmak için tüm güçlerini seferber ettiği” vurgusuyla ekliyordu: “Durum normal değil. Elbette bu çarpışma ille de askeri yöntemlerle olmayabilir, siyasi ve başka yöntemler de olabilir…”

İRAN MEYDAN OKUYOR

Emperyalistlerin hedefi İran, onlara meydan okumaktan da geri durmuyor.

Örneğin, AB tarafından 24 Ocak 2012’de alınan İran’dan petrol ithalatını durdurma kararına ilişkin olarak milletvekili Hasan Gafurifard, Avrupa’ya petrol ihracatının derhâl durdurulmasını öngören bir kanun teklifinin İran parlamentosunda görüşülmeye başlayacağını duyurdu.

Yine İran meclisinin dış ilişkiler ve ulusal güvenlik komitesi başkanı Muhammed Kossari de, AB yaptırımlarının ardından “İran petrol satışında herhangi bir düzensizlik olursa Hürmüz kesinlikle kapatılır” derken; İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad da, ABD’ye ve İsrail’e “İran’a saldırmayın yoksa siz zararlı çıkarsınız” uyarısını dillendirdi.

Ayrıca dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in askeri danışmanı Tümgeneral Yahya Rahim Safevi, olası bir ABD ve İsrail saldırısında savaşın kontrolünü ve sınırlarını İran’ın belirleyeceği vurgusuyla, “Düşmanlar bilsin ki onların İran’a karşı her türlü askeri tehdidi, ummadıkları bir şekilde karşılık bulacak” dedi.

Bunlarla birlikte İran Deniz Kuvvetleri Komutanı Tuğamiral Habibullah Seyyari, İran-Irak savaşının başlayışının 31. yıldönümü törenleri sırasında yaptığı konuşmada, ABD karasuları sınırının yakınına savaş gemisi yollayacaklarını belirtip, “Batılı güçler nasıl ki bizim karasularımızın yakınında bulunuyorsa biz de ABD’nin karasularına yakın yerlerde güçlü bir şekilde varlık göstereceğiz,” derken; Tahran, İstanbul görüşmeleri arifesinde nükleer tesis yakınında karadan havaya füze denemesi yaptı. “Hassas ve yaşamsal nitelikli tesisleri koruma, optimize edilen füze sisteminin etkinliğini test etmek ve bu yöndeki hazırlıkların arttırılması” maksadıyla Hondap nükleer tesisi yakınlarında Hog adlı orta menzilli füzeyi başarıyla denediğini bildirdi.

İran Devrim Muhafızları, aralarında 2 bin kilometre menzilli Şahap-3 füzesinin de bulunduğu 14 adet çeşitli menzilli füzeyi “Yüce Peygamber 6” adıyla sürdürülen tatbikat kapsamında kara hedeflerine doğru fırlattığını açıkladılar.

“NÜKLEER MESELESİ”

Elbette soru(n)ların, öne çıka(rtıla)n yanı “nükleer meselesi”dir.

‘The Daily Telegraph’ın, batılı istihbarat servislerinin, Kum’daki tepelerin altına uranyum zenginleştirme tesisi kurduğunu ortaya çıkardığı ve BM eski nükleer müfettişi Olli Heinonen’ın, “İran’ın nükleer silah üretebilecek bir ülke olmaya doğru ilerlediğini açıkladığı; İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in, İran’ın nükleer programıyla ilgili sorunu diplomatik çabalar yerine askeri harekât yaparak çözme yoluna daha yakın olduğunu söylediği ortamda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) İran’ın nükleer programıyla ilgili raporunda, Tahran “yeterince işbirliği yapmamakla” eleştirilirken, UAEK Başkanı Yukiya Amano imzasıyla yayımlanan rapora göre, İran’ın tıp alanında kullanılmak üzere yüzde 20 oranında zenginleştirdiği uranyum miktarı 22 kilograma ulaştı. İran’ın elinde ayrıca 2.8 ton civarında, yüzde 3.5 oranında zenginleştirilmiş uranyum var.

Ayrıca Yukiya Amano, “İran’ın nükleer programının askeri boyutuna ilişkin güvenilir kaynaklardan bilgi edindiklerinin” altını özenle çizerken; ‘Ha’aretz’ de, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 ayrı yaptırım kararına rağmen, İran’ın yüzde 90’a kadar uranyum zenginleştirmeye başlaması hâlinde, elindeki uranyumun 3 atom bombası yapımına yeteceğini yazıp; Tümgeneral Amos Yadlin de, İran’ın hâlihazırda nükleer bomba yapabileceğini ve iki yeni nükleer tesis inşa ettiğine ilişkin işaretler bulunduğunu söyledi.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, “Biz artık nükleer bir gücüz” derken; nükleer faaliyetleriyle tepkilerin hedefindeki İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Feridun Abbasi, yüzde 20 oranında uranyum zenginleştirme işlemini Natanz tesisinden Tahran’ın güneyindeki yeni Fordo tesisine aktaracakları ve buradaki üretim hızını da üç katına çıkaracaklarını söyledi.

BİR PARANTEZ: ANIMSATALIM!

Burada İran’a yönelik “nükleer gerekçe”lere ilişkin bir parantez açarak anımsatalım…

Obama 12-13 Nisan 2010’da Washington’daki nükleer güvenlik zirvesi öncesinde açıkladığı yeni nükleer savunma stratejisinde ABD’nin saldırının şiddetine ve büyüklüğüne bağlı olarak nükleer silahla karşılık verme hakkını saklı tutacağı vurgusuyla İran’ı işaret etti.

Yeni ABD stratejisi gereği, Avrupa’yla birlikte Türkiye’de NATO çerçevesinde bulunan nükleer savaş başlıklarının da çekilmesi umudu, “İran tehdidi” gerekçesiyle boşa çıktı.

Yerküredeki nükleer gerçeği tüm sarsıcılığıyla orta yerdeyken; -Türkiye de dahil- yaklaşık 40 ülkenin nükleer enerjiye ilgisi giderek artıyor.

Bir numaralı nükleer güç ABD, Ortadoğu ülkelerinin İran’a karşı nükleer güç edindiğini, bunun silahlanma yarışı çıkaracağını savunurken, İsrail’i “es” geçiyor.

ABD’nin 104 nükleer reaktörünü sırasıyla Fransa, Japonya, Rusya, İngiltere, Güney Kore, Kanada, Almanya, Hindistan, Ukrayna, İsveç, Çin, İspanya, Belçika, Tayvan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, İsviçre, Bulgaristan, Finlandiya, Macaristan, Brezilya, Güney Afrika, Romanya, Meksika, Arjantin, Pakistan, Litvanya, Slovenya, Hollanda, Ermenistan izlerken, dünyada toplam 439 reaktör çalışıyor.

Bu tabloda, İsrail hep görmezden geliniyor…

Örneğin 13 Eylül 2010’de başlayan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yönetim kurulu toplantısında ABD Temsilcisi Glyn Davies, Arap ülkelerinin Ortadoğu’nun tek nükleer silahlı gücü İsrail’i köşeye sıkıştırdıkları kararı geri çekmelerini talep ederken; İsrail’in nükleer tesislerinin denetime açılması tasarısı ABD ve AB oylarıyla reddedildi.

Oysa 1970’li yıllardan beri “nükleer belirsizlik” politikası izleyen ve nükleer silahlara sahip olduğunu ne kabul ne de reddeden İsrail’deki nükleer silahların varlığı “resmen” kanıtlanmıştır. Güney Afrika arşivlerinden çıkarılan gizli belgeler, İsrail’in ırk ayrımcılığı rejiminin uygulandığı sırada bu ülkeye, nükleer savaş başlığı satmayı önerdiğini ortaya koydu. ‘The Guardian’a göre, belgeler İsrail’in nükleer silaha sahip olduğuna işaret eden ilk resmi kanıtlar oldu.

Çok önceleri Muammer Kaddafi, İsrail’in nükleer arzularına göz yumulduğu sürece Filistinliler dahil Arap ülkelerin de nükleer silahlara sahip olması gerektiğinin altını çizdiği Sky televizyonuna demecinde, “İsraillilerin nükleer silahları ve nükleer kapasiteleri varsa, o zaman bu Mısırlılar, Suriyeliler, Suudilerin de hakkıdır. Hatta Filistinlilerin bile hakkı olması gerekir. Bunu istemiyorsak İsrail’i nükleer silahlar ve nükleer yeteneklerinden arındırmak zorundayız. İran nükleer silah üretseydi hepimiz karşı çıkardık. İster İran, ister ABD, Libya, isterse İsrail olsun nükleer silah üreten herkese karşıyız” demişti.

İran’a “akıl veren” ABD için iş bunlarla da sınırlı değil…

WikiLeaks internet sitesinde 1 Aralık 2010’da yayımlanan belgelere göre, ABD’nin Türkiye’de nükleer silah bulundurduğu yönündeki iddialar da doğrulanmış oldu.

Bunun yanında Washington’daki Stimson Merkezi’ne göre, Türkiye’de İncirlik Hava Üssü’ndeki ABD’ye ait nükleer silahların sayısı 2009’da 90’ken, 2011’de 70’dir…

Ayrıca da “Atomic Scientists” adlı dergide Robert S. Norris ve Hans M. Kristensen tarafından yayınlanan bir araştırmada, ABD’nin 10-20 adet nükleer bombayı Türkiye’nin kullanımına verdiği ve bu bombaların gerektiğinde “Ceylan” adıyla bilinen 142’nci av-bombardıman filosu tarafından kullanılabileceği belirtildi.

ABD İLE T.“C” VE RUSYA İLE İRAN İÇİN VAHİM OLAN!

25 Temmuz 2011’de nükleer meseleye ilişkin olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “Esnek olsun,” dediği İran ile T.“C”nin arası pek de iyi değil.

Çünkü ortada füze kalkanı mevzuuna mündemiç vahim bir durum söz konusudur.

Örneğin, ABD’nin 31 Aralık 2011’de çekilmesiyle birlikte Irak hava sahasının İsrail’e açıldığı konuşulurken; Rusya’nın da, ABD’nin Türkiye üzerinden bir saldırı olasılığını göz önüne alarak askerleri Gümrü’ye sevk ettiği belirtildi.

‘Nezavisimaya’ gazetesi, askeri kaynaklara dayanarak, ABD’nin desteklediği İsrail’in İran’daki nükleer tesisleri vurmaya hazırlandığını, Moskova’nın da bu olasılığa karşı hazırlık yaptığını belirterek, “Tahran’ın bu ani saldırıya karşılığı sonuçları tahmin bile edilemeyecek geniş ölçekli bir savaşa yol açabilir,” öngörüsüyle; Rusya’nın hazırlıklar çerçevesinde Ermenistan’daki 102. Rus askeri üssünü tam donanımlı hâle getirdiği ve buradaki askerlerin ailelerini tahliye ettiğini belirtiliyor ve şöyle devam ediyordu:

“Erivan yakınında bulunan Rus garnizonundaki birlikler Türkiye sınırı yakınındaki Gümrü bölgesine sevk edildi. ABD askerlerinin olası saldırısı Türkiye’den olabilir. Ayrıca Güney Osetya ve Abhazya’daki Rus üslerindeki askerler 1 Aralık 2011’den itibaren savaşa hazır pozisyona geçirildi. Karadeniz Filosu’na bağlı gemiler de Gürcistan sınırları yakınında teyakkuzda…”[17]

Rusya’nın aldığı tedbirler şöyleydi: i) Ermenistan’daki 102. askeri üs 2011’in ekim-kasım itibariyle tamamen modernize edildi. ii) Erivan yakınındaki askeri birimler Türkiye sınırına yakın Gümrü’ye transfer edildi. iii) 1 Aralık 2011’de Abhazya ve Güney Osetya’daki askeri üsler alarma geçirildi. iv) Karadeniz Filosu’ndaki gemiler Gürcistan sınırına yakın yerlere konuşlandırıldı. v) Dağıstan’ın Hazar kıyısındaki İzberbaş’ta Bal-E füze sistemiyle donatılmış güdümlü füze taburuna savaşa hazır olmaları emri verildi. vi) Hazar Filosu’ndaki güdümlü füze gemileri Astrahan’dan Mahaçkale ve Kaspiysk bölgesine sevk edildi. Savaş gemisi ‘Volgodonsk’ ve füze gemisi ‘Dağıstan’, filonun amiral gemisi ‘Tataristan’a katıldı. vii) Krasnodar’a İskender-E füzeleri yerleştirildi. (Menzilinde Malatya da var.)

Devamla Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev, Kaliningrad’da erken uyarı füze radar üssünü hizmete açtı. Rusya’nın ABD’nin füze savunma planına yanıtı olarak yorumladığı erken uyarı füze radar üssünün Kuzey Atlantik’ten fırlatılacak füzeleri izlemenin yanı sıra Avrupa’da kurulacak füze kalkanını izleme kapasitesine sahip olduğu vurgulandı.

Ayrıca ABD’nin Moskova’nın rahatsızlıklarını göz önüne almadan füze savunma sistemi planlarını sürdürmesi hâlinde batı ve güney sınırlarına füze konuşlandıracaklarını ifade eden Medvedev’in açıklamalarını, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen “büyük hayal kırıklığı” olarak nitelerken; ABD ile Rusya arasında altı yıl sürdürülen füze kalkanı görüşmeleri somut ilerleme kaydedilemediği gerekçesiyle sona erdirildi.

ABD’nin Rusya Büyükelçi Michael McFaul’un, Kongre’deki konuşmasında, “Rusya’nın kalkan konusunda uzlaşmaz ve ABD diplomasisisin köşeye sıkıştıran tavır takındığı” vurgusuyla, “Rusya’nın bizden yerine getirilmesi mümkün olmayan talepleri var. Kurulmakta olan kalkanın Rusya’yı hedef almadığını ispatlayan ve teminatlar veren anlaşma belgesi gibi. Böyle yazılı güvence bir kere kalkanın fiziki özelliklerine aykırı… Washington yönetimi Moskova’nın talebine elbette olumlu yanıt veremez,” dedi.

ABD Savunma Bakanı Leon Panetta da, Rusya ve İran’a kalkan resti çekip, füze kalkanı konusunda Tahran ve Moskova’dan gelen tepkilere yanıt olarak “İtiraz edenler beğenseler de beğenmeseler de sonunda bu gerçeği kabul edecekler” dedi!

Sorunun doğrudan muhataplarından İran ise, Savunma Bakanı General Ahmet Vahidi’nin, “NATO füze kalkanı görünüşte bir güç gösterisidir, fakat aslında düşmanın zayıflığını ve çaresizliğini göstermektedir,” tepkisiyle net tavrını ortaya koydu…

İran Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacızade, ABD ve İsrail’in saldırısına uğramaları hâlinde NATO’nun Türkiye’deki füze kalkanını hedef alacakları vurgusuyla, “Düşmanlar, şimdi de bir aldatma ile Türkiye’ye füze kalkanı yerleştiriyorlar. Biz eminiz ki ABD bu işi Siyonist İsrail rejimi için yapıyor. Ancak onlar dünya halklarını, özellikle de Türkiye halkını kandırmak için NATO’nun bu işi yaptığını söylüyorlar. Biz hazırız. Saldırıya uğramamız hâlinde ilk olarak Türkiye’deki füze kalkanını hedef alacağız, sonra başka yerlerdeki diğer hedefleri vuracağız” dedi!

İran Meclisi Ulusal Güvenlik Komisyonu üyesi Muhammed Kowsari, kalkanı “Büyük bir stratejik hata” olarak niteleyip, “Türkiye’nin İslâmi hükümeti için ciddi etkileri olacak,” diye ekledi!

İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu’nda Malatya’da kurulacak “füze kalkanı radarı” görüşüldü ve Ankara’dan İran’ın kaygılarının giderilmesi için anlaşmayı iptal etmesi istendi. İlgili komisyonun bir üyesi olan milletvekili Cevat Kerimi Kuddusi, “Komisyonda, sistemin İran’ın güvenliğini tehdit ettiği ve Siyonist rejimi korumaya yönelik olduğu üzerinde duruldu. Ankara, İran’ın kaygılarını gidermek için bu anlaşmayı iptal etmelidir” dedi. Kuddusi ayrıca Ankara’nın Esad rejiminin düşürülmesi için diğer ülkelerle yaptığı işbirliğinin de ele alındığını kaydetti!

İranlı üst düzey bir Devrim Muhafızı komutanının “Olası saldırıda ilk önce Türkiye’deki NATO füze kalkanı vururuz, daha sonra diğer hedefler yöneliriz” açıklamalarının ardından bu kez İran Meclisi Dış Politika ve Ulusal Güvenlik Komisyonu Başkanvekili Hüseyin İbrahimi, İran silahlı güçlerinin Türkiye’de kurulması kesinleşen NATO füze kalkanı sistemini etkisizleştirmek için planlarının olduğu, yapılacak her hangi bir saldırı durumunda ise söz konusu kalkanın “kesinlikle” hedef alınacağını söyledi!

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in askeri danışmanı, Türkiye’nin Suriye, NATO füze kalkanı ve Müslüman Arap ülkelerinde laikliği destekleme politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini yoksa kendi halkı ve komşularıyla sorunlar yaşayacağını açıkladı!

Hamaney’in askeri danışmanı Tümgeneral Yahya Rahim Safevi de, “Ankara İsrail’le perde arkasında ilişkilerini yürütmeye devam etmektedir” diye konuştu!

İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirerek ekledi: “Ankara, diğerlerinin tasarladığı ağa düşmemek için dikkatli olmalıdır. Türkiye’ye tavsiyemiz meseleyi doğru şekilde irdelemesidir. Ankara alet olmamalı bu çok önemli”!

FÜZE KALKANI MEVZUU VE T.“C”

T.“C”, bir alay hengâmeyle iştigal edilirken, NATO kalkanına bağlı radar Malatya’nın Kürecik köyüne kuruluverdi.

Sistemin uzun vadede kimlere odaklanacağı tartışılır ama yakın projeksiyonda hedef net: Hükümet kabul etmese de radar İran’a karşı “muhtemel bir savaş” için yürütülen hazırlıkların parçası.

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy “Biz kediye kedi deriz, bugünün tehdidi İran’dır” derken gayet açık sözlüydü. Malum Başbakan Tayyip Erdoğan da “Biz de kediye kedi deriz ama böyle bir hedef konmadı” yanıtını verse de!

Ne var ki Brüksel’deki 8 Aralık’ta 2011 tarihli NATO zirvesinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da ekledi: “Kalkan Rusya’ya yönelik değil. Açıkçası bu İran’la ilgili…”

Ancak T.“C” bu algıya karşıymış gibi yapsa da Clinton’a “Hayır, hedef İran değil” diyemedi…

“İster istemez gidişat nereye diye sormak gerekiyor. Belki radar hükümet açısından iyi bir manevraydı. Ankara radarı kabul ederek eksen kayması tartışmalarının önünü aldı, İsrail’le bozuşmaktan kaynaklanan baskılardan kurtuldu ve ABD ile stratejik ortaklık etrafında oluşan bulutları dağıttı…

Sonuçta Türkiye, Soğuk Savaş’ta NATO’nun biçtiği rolün ‘update’ edilmiş hâlini üstlenip ona göre tepkiler geliştiriyor. İran’la kalkan gerilimi, müdahil olduğumuz Suriye’deki isyan ve taraf tuttuğumuz Irak’taki Şii-Sünni hesaplaşması derken Türkiye, bütün komşularını düşman saydığı günlere dönüyor. Komşulukta hazan mevsimi yaşanıyor,” Fehim Taştekin’in işaret ettiği gibi…

Kolay mı?

Ankara’da İran Meclis Başkanı Ali Laricani ile yapılan görüşmelerde, İran’a füze kalkanına ilişkin garanti verilerek, “Erken uyarı özelliği olan bu radarların saldırı kapasitesi bulunmuyor. Sadece balistik füze tehdidine karşı savunma sistemi özelliği taşıyor,” dense de; NATO’nun Malatya’da kuracağı füze savunma sisteminin güvenliği ABD tarafından sağlanacak.

Ayrıca ABD, Irak’tan geri çekilirken, CIA’nın teçhizatını İncirlik Üssü’ne taşıması gündemde. CIA, bu ekipman ile Irak’ın yanı sıra Suriye ve İran’ı da izliyor.

Bunların yanında füze kalkanı kapsamında Malatya’da kurulacağı açıklanan radarlardan elde edilecek istihbaratın İsrail’le de paylaşılacağı konuşuluyor.

‘The New York Times’a konuşan bir yetkili, ABD’nin veri paylaşımıyla ilgili herhangi bir kısıtlamayı kabul etmediğini ve ABD’nin bütün istihbarat kaynaklarından gelecek verileri harmanlayıp İsrail dâhil bütün müttefikleriyle paylaşmaya devam edeceğini söyledi.

Bir diğer yetkili ise “Bu bir Amerikan radarı,” dedikten sonra füze kalkanının Türkiye’nin kendi güvenliğine de katkı yapacağına işaret etti.

Ayrıca CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 26 Ekim 2011’de ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone ile görüşmenin ardından, Malatya’ya konuşlandırılacak radar üssünden alınacak bilgilerin yalnızca NATO ülkeleriyle paylaşılmayacağını açıkladı.

Özetle Mensur Akgün’ün, “İran-Türkiye ilişkileri artık parlak olmayacak. İran, nükleer silaha sahip bir ülke… Biz ise NATO üyesiyiz, İran’dan tehdit algılıyoruz. Algılamasaydık, Kürecik’e füze savunma radarları kurdurmazdık,” diye özetlediği füze kalkanı için “ABD, Türkiye’ye kurulacak radarın İsrail’deki muadiliyle eşgüdümlü çalışacağını doğruladı. Amerikalı gazetecilere verilen özel brifingde üç nokta vurgulandı:1) Türkiye’nin talebi kabul görmedi. ABD, radarı İsrail ile paylaşacak. 2) Radar ABD’ye ait. Kalkanın hedefi Rusya değil İran. 3) Bu bir al-ver pazarlığı değil, PKK ve Predator meselesi ayrıca görüşülüyor,” diye ekliyor Tolga Tanış…

AKP’nin NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Başkanı ve Aksaray Milletvekili Ali Rıza Alaboyun’un, “Kalkan Kürecik’te olmasa İran’ın füzesi İstanbul’a kadar gelirdi. Kalkan Bulgaristan’a konulsaydı, İran’dan gelecek füze ancak İstanbul’a vardığında tespit edilebilirdi. En uygun yer Kürecik,” diye arkasında durduğu füze kalkanına CHP’nin de bir itirazı yok…

ABD’de temaslarını sürdüren CHP heyeti, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’da Uluslararası Güvenlik İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Joseph McMillan; daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığında Güneydoğu Avrupa Bölgesi Direktörü Kathy Allegrone ve Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Direktörü Anthony Godfrey ve Kongre’de de Senator Joseph Lieberman ile görüşmelerinde “Üsse karşı değiliz,” dedi.

Heyete başkanlık eden CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, CHP olarak NATO’nun Lizbon zirvesindeki kararlarına katıldıklarını ve NATO füze savunma sistemine karşı olmadıklarını, Malatya’ya yerleştirilen radarın Türkiye-ABD arasındaki ikili bir anlaşma sonucu olduğunu söyledi!

DIŞ POLİTİKASI VE KONUMUYLA T.“C”

İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanvekili Muhammed İsmail Kevseri, Tahran’ın nükleer çalışmalarıyla ilgili sorunların giderilmesi için Batılı ülkelere yürüttüğü müzakerelerde “iyi bir arabulucu olmadığını”, söyleyip, “adil olmamakla” suçladığı T.“C”nin “komşularla sıfır sorun” politikası iflas etti.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu istediği kadar “Geleneksel dış politika çizgimizde bir değişiklik yok” dese de, küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda gelişmeler tersini söylüyor.

Suriye’yle kısa süre önceki “kanka” ilişkileri, bugün neredeyse çatışma noktasına geldi.

İran’la Malatya’daki NATO füze üssü nedeniyle ikinci, üçüncü düzeyde de olsa tehdit söylemi gelişti.

Rusya, Türkiye’nin de taşeronluğuna soyunduğu stratejik ortağı ABD’nin, İran ve Suriye politikaları yüzünden sınırlarımıza yakın bölgeye asker kaydırıyor.

Ermenistan ve Akdeniz’de petrol çıkarma çabaları nedeniyle Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler de belli.

Cengiz Çandar’ın, “Tahran-Bağdat-Şam karşımızda” diye formüle ettiği dizaydan, Harvard Üniversitesi’nden Prof. Cemal Kafadar’a göre, “Türkiye’nin emperyal bir projesi olduğu konuşuluyor”ken; Sami Kohen’in, “Türkiye için esas sorunlar Ortadoğu’da” ve Koray Çalışkan’ın, “İran’a olası müdahâlenin sonuçları”na yönelik vurguları ve Irak Başbakanı El Maliki’nin, ‘Wall Street Journal’le mülakatında Türkiye’nin Irak’ın içişlerine karıştığı saptaması müthiş önem kazanıyor.

Bu ve benzeri faktörlerde ABD’nin ileri karakolu T.“C”nin dış politikası ile konumunu biçimlendiriyor…

Ankara’nın -AKP patentli- Ortadoğu politikası, “sıfır soru(n)”, “yumuşak güç” politikası, ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda “militarist güç” politikasına tahvil edildi.

ABD ile AB’nin, Ortadoğu politikalarının bir parçası olan T.“C”nin manevra alanı giderek daralırken; Türkiye, hem Suriye hem de İsrail’le kavgalı olmayı başardığı, Füze Kalkanı Projesi’ne, Suriye’deki rejim değişikliği sürecine katılarak, kullandığı enerjinin yaklaşık yüzde 70’ini ithal ettiği iki ülkeyle, Rusya ve özellikle İran’la ilişkilerinin geleceğini tehlikeye soktuğu bir noktada!

ABD’nin, “İsrail’le ilişkilerin düzeltin” telkinlerinin de eklenmesi gereken tabloda; T.“C”nin Ortadoğu’da “rol model” olması mümkün değildir.

Ancak “Neo-Osmanlı” yaygaralarla imkânsızı denemekte ısrar edecek olan T.“C”yi ABD destekleyecektir.

Çünkü “Bölgesel düzlemde Irak’ta Amerikan askerinin varlığına, devletin ve kurumların şekil itibariyle bulunmasına rağmen tam bir boşluk var. İran’ın bu boşluğu doldurma amaçlı ciddi girişimleri söz konusu. Bu da komşu ülkeleri, hatta ABD ve İsrail’i dahi endişelendiriyor,” diyen Salih Lafi Elmuayeta’nın ifade ettiği üzere:

“ABD, Ortadoğu’da Türkiye’nin varlığının farkında. Türkiye de bunu biliyor. Bu yüzden iki ülkenin şimdi ve gelecekte birçok konuda anlaşma ihtimalleri büyük. Gerçi bu durum, başka konulardaki anlaşmazlıklarını engellemez. Bu anlayış ve uyumun arkasında saklı olan etkense, Türkiye’nin beslendiği askeri, siyasi ve ekonomik güç… Bu güç, ABD’ye bölgenin idaresinde, her iki ülkenin ortak stratejik çıkarlarının izlenmesinde destek olabilir.”[18]

Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesiyle doğacak boşluğu İran’ın dolduracağı iddialarını yanıtlarken, “Kimse, özellikle de İran, Irak’ın geleceğine bağlılığımızı yanlış hesaplamasın. Irak’taki çok önemli diplomatik varlığımızın yanı sıra, komşu ülkelerde üslerimiz var ve Türkiye müttefikimiz. Bölgede varlığımız epey güçlü,” yanıtı ABD için T.“C”nin konumunun ne anlama geldiğini net biçimde ifade etmektedir…

Kaldı ki ABD Başkanı Obama’nın, Başbakan Erdoğan’ı “ABD yönetimine tam güven duyan” dünya liderleri arasında sayarken; ‘The Wall Street Journal’ın da, ABD Savunma Bakanlığı’nın, yeni stratejisi dahilinde, “küçük, gizli operasyonlar” için insansız hava aracı ve özel kuvvet üslerini dünyaya yaymayı planladığını belirtip, “Askeri liderler, Türkiye ve Ürdün’ün doğusunda, Irak sınırına yakın, yeni özel operasyon üsleri kurmayı değerlendiriyor,” haberini vermesi, T.“C”nin Ortadoğu’da ABD patentli bir savaşın peşinde olduğunu ortaya koymaktadır…

Görülüyor ki; bölge büyük tehlikelerle karşı karşıya ve ABD’nin Irak işgaliyle başlayan altüstlük süreci, hızlanarak devam ediyorken; şimdi bütün soru(n), söz konusu dizayna karşı, alternatifiyle dikilmekte düğümleniyor…

 

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:6, No:202, 9 Şubat 2012…

[1] Kürt Atasözü.

[2] Sun Tzu, Savaş Sanatı, Çev: Sibel Özbudun-Zeynep Ataman, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 5. Basım, 2009.

[3] Alpaslan Işıklı, Neo-Liberalizm ve III. Dünya Savaşı, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011.

[4] Haluk Gerger, “Kapitalizmin Kriz Çözümü: Savaş”, Bianet, 4 Kasım 2011.

[5] “Arap Baharı Silah Satışlarına Yaradı”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2011, s.9.

[6] Cumali Önal, “Nükleer Gerginlik ABD’nin Körfez’e Silah Satışını Patlattı”, Zaman, 12 Kasım 2011, s.18.

[7] Bruce Ackerman, “Amerika, Askerî Vesayet Altında!”, Foreign Policy, 15 Eylül 2010.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “ABD’nin Yeni Savunma Stratejisi (II)”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2012, s.4.

[9] Simon Jenkins, “Irak, Milyon Dolarlık Bir Felaket”, The Guardian, 31 Ağustos 2010.

[10] “Irak, Saddam’ı Mumla Arıyor”, Kuds ül Arabi, 3 Kasım 2010.

[11] Satig Nureddin, “İran-ABD ‘Soğuk Savaşı’…”, Sefir, 21 Temmuz 2011.

[12] “İran’a Amerikan Provokasyonu”, Kuds ül Arabi, 5 Aralık 2011.

[13] “İran İkileminde ABD 1-0 Önde”, The Financial Times, 9 Ocak 2011.

[14] Fehd El Faik, “İran Saldırısı Petrol Depremi Yaratır”, Rey, 24 Ağustos 2010.

[15] Ureyb Er Rentavi, “Yükselen Bölgesel Gücün Düşüşü”, El Düstur, 9 Ocak 2012.

[16] Nazenin Kamdar, “Tahran Savaşa Şimdiden Hazır”, Roozonline internet sitesi, 4 Ağustos 2010.

[17] “Moskova’nın İran Hazırlığı”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2011, s.12.

[18] Salih Lafi Elmuayeta, “Türkiye’nin İsteği İmkânlarından Büyük”, Rey, 11 Ekim 2011.

Önceki İçerikDilsel Çeşitlilik Mücadelesi Kapitalizme Karşı Mücadeleye İçkindir[1]
Sonraki İçerikİNSANIN ÖZÜ