Türk hakim sınıfları iktidarı AKP-MHP bloğu, bir çok krizi yan yana yaşadığı bir süreçten geçiyor. Siyasal- iktisadi ve ideolojik niteliği ile toplumu kuşatmaya alan bu krizler sarmalının başat sorumlusu olan bu iktidar ve rejim attığı her adımla ekonomik kriz sarmalına yeni sorunlar eklemektedir. “TC” iktidarının tüm toplumsal gözeneklere kriz ve çatışma enjekte ettiği mevcut siyasal-iktisadi konseptte, iktidar bu krizleri varlığını sürdürmek için fırsata çevirmek istemekte ve bunu geniş toplumsal kesimleri etkisine alan kapsamlı baskı-sömürü-şiddet denkleminde sürdürülmektedir.

Yani tek adam sultası, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve ekolojik olarak toplumun her alanına kendi çıkarları ekseninde bir politika dayatmakta, yarattığı toplumsal kamplaşma üzerinden, baskı ve şiddetle iktidar gücünü kaybetmemeye çalışmakta, artık somut bir durum olan kaybettiği kitle tabanını bir düzeyde tutmaya çalışmaktadır. Neo-liberal saldırganlıkla, sosyal-ekonomik-ekolojik sahada tüm toplumsal değerlerin sermayeye peşkeş çekildiği, işsizlik, açlık, enflasyon, derinleşen gelir dağılımı eşitsizliği, istihdamda daralma vb. gibi sonuçlarıyla sürdürülen ekonomik politikalar, yapısal niteliğiyle kriz sarmalında “ilerlemekte” ve krizin tüm ağır faturası ezilen yığınlara kesilmektedir. Faşist nitelikli sermaye rejimi, sömürü, rant, soygun, hırsızlık, talan saldırılarıyla toplumsal ve doğal tüm kaynakları sermayenin sınırsız denetimine sunarken, sömürülen ve ezilen yığınlara kemer sıkma politikaları dayatmakta, “yemek porsiyonlarını küçültün” gibi alçaltıcı öneriler sunmaktadır.

Ekonomik küçülme, cari açık, enflasyon, üretimde (istihdamdaki) daralma, tırmanışa geçen enflasyon, TL’nin döviz karşısında yerle yeksan olan değeri, sefalet ücretleri ve buna paralel olarak toplumda her gün eriyen alım gücü vb. somut göstergeler, “TC” ekonomisinin içinde bulunduğu krizi ortaya koymaktadır. Ve kriz tüm sonuçlarıyla, işçi ve emekçilerin, yoksul toplumsal tabakaların, küçük ve orta düzeyli işletmelerin yaşamını alt üst ederek yol alıyor. Ekonomik krizin yarattığı enkaz üzerinden, siyasal istikrarı yitiren AKP-MHP iktidar güruhu, denetimine aldığı TUİK istatistikleri dahil, tüm ekonomik verilerle oynayarak krizi yadsımaya çalışmakta, aynı zamanda yok saydığı kriz koşullarını gerici iktidarı için fırsata çevirmek istemektedir. Açlığın, zam furyasının, enflasyonun, toplumsal alım gücünün, sokaktaki insanda çığlığa dönüştüğü reel durum karşısında Erdoğan” Rabbime şükür ki ekonomimiz yolunda” içerikli açıklamalar yapmakta, padişah “otoritesi” ile kitlelerin karşısına çıktığı her platformda, burjuva iktisadın dahi ecdadına küfür eder gibi ekonomik veriler ortaya koymaktadır. Yadsıya kadar dahi yanmayan yalancının mumu misali, bir yanda “ekonomimiz yolunda” derken, akabinde, “ekonomik kurtuluş savaşı” verme naraları atarak, yaşanan ekonomik krizi kendisi de beyan etmekte ve kriz sarmalında ezilenlere “açlıkla terbiye olma” nutukları atmaktadır.

Burjuva iktisatçılar ve burjuva kurumlar, ekonomik göstergeleri, ekonominin ezilen-sömürülen yığınların yaşam statüsünü esas alarak ortaya koymazlar. Bir ekonomik bunalım ve kriz koşullarının, kitlelerin yaşamında yarattığı dar boğazı ele alırken dahi, kitlelerin ağırlaşan yaşam koşullarını değil, bu ekonomik buhranın kitlelerde mevcut burjuva iktidara karşı ortaya koyacağı tepkiyi gözeterek, bazı “çözüm” projeleri geliştirirler. Bu anlamıyla, Erdoğan/AKP-MHP ittifak bloğunun, ekonomik göstergeleri ters yüz etmeleri, iktisadı bilmediklerinden değil, bilinçli bir siyaset gereği yapmaktadırlar. Yani ekonomik kriz koşullarında, derinleşen sınıfsal-sosyal çelişkiler, toplumsal muhalefete ayrı bir dinamik süreç katmaktadır ve devrimci-sosyalist mücadelenin bura üzerinden gelişmesine daha ileri düzeyde fırsatlar yaratmaktadır. Bundan dolayı, burjuva iktisatçılar ve iktidarlar, özenle somut yaşanan kriz koşullarını ret ederler. Toplumda açlık kol gezerken, onlar “ekonomi tıkırında” derler. Somut kriz sonuçları toplumun geniş kesimlerini etkisine aldığında, “teğet geçen geçici bunalım” diye atlatmaya çalışırlar.

Ayrıca, ekonomik kriz koşulları, sadece devrimci, mucadele için dinamik bir süreç yaratmaz, büyük sermaye içinde önemli fırsatlar ortaya çıkarır. Kriz koşullarında, rekabet gücü olmayan sermaye guruplarının tasfiye olması, pazar ve sermayenin büyük sermeye gruplarının elinde merkezileşmesi, artı değer gaspının daha yoğun büyük sermaye guruplarının denetiminde olması gibi burjuva ekonominin yapısal sonuçları ortaya çıkmaktadır. Burjuva iktidarların, ekonomik politikalar ve hukuksal “düzenlemelerle”, büyük sermayenin lehine bu sonuçları desteklemesi, sermayenin lehine yatırım ve sermaye birikimi alanları yaratması, hakim olan sermeye için, kriz koşullarının yarattığı fırsatlardır. Bu anlamıyla Erdoğan “ekonomide her şey yolundadır” derken, bir boyutu ile doğruyu ifade etmektedir. Türk komprador tekelci işbirlikçi sermaye açısından, toplumsal muhalefetin atıl kaldığı koşullarda, işler yolundadır. Çünkü O, kriz koşullarında daha fazla büyümekte, sömürü-soygun-rant-sermaye hareketi, teşvik kredileri denkleminde, sermayesine sermaye katmaktadır. Yani ağır ekonomik kriz, burjuva egemenler içinde sermeye klikleri arasında bir “denge” değişimi yaratarak bazı ekonomik sonuçlar yaratırken, büyük sermaye “yağmurdan kurtulmanın” yollarını arar ve bu işçi-emekçi-dar gelirli yoksul yığınlara kabaran fatura olarak ödetilir. Bugün somut olarak, yapısal ekonomik krizlerinden birini, ekonomik sonuçlarıyla daha derin yaşayan “TC” iktidarı, toplumda yıkım yaratan bu durumu, yanılsamalı bilgilerle gizlemeye çalışmakta, ama temsil ettiği sermaye çıkarları için ekonomik kriz koşulları üzerinden politika belirlemektedir.

Ezilen-sömürülen-dar gelirli yoksul yığınlardan istenen “fedakârlık”, sermayeyi kurtarma projesidir!

Faşist diktatörlük, ezilen, sömürülen halklara karşı, siyasal-ekonomik, ideolojik çok yönlü saldırıyor. Ekonomik kriz ve pandemi koşullarını komprador işbirlikçi tekelci sermaye için fırsata çeviren “TC” iktidarı, sermayeye tam uyumlu, (özellikle sendikalar ve bazı “sivil toplum” kuruluşları içindeki ayaklarını da harekete geçirerek) ekonomik politikaları, yoksul halkın yaşam gözeneklerine açlık dayatarak hayata geçirmeye çalışıyor. “Fedakârlık” diyerek halka “rabbinden rızık dileme duasını” salık veren iktidar, sermayeyi ekonomik krizden kurtarma gayretindedir. Her gün işten atılan insanlarla işsizlik çığ gibi büyüyor. Enflasyon resmi olarak açıklanan rakamların ötesinde önlenemez bir yükseliş gösteriyor. Hayat pahalılığı karşısında kitlelerin alım gücü günden güne düşüyor ve yığınsal bir açlık sınırı potansiyeli oluşuyor. Türk Lirası, döviz karşısında baş aşağı çakılarak değer kaybettikçe, döviz endeksine bağlı tüm tüketim malları, enerji, doğalgaz, petrol ürünleri, toplum nazarında ulaşılamayan “lüks” tüketim kategorisine girmiş bulunuyor. Ekonomik kriz toplumun geniş kesimlerini bir tusinami gibi kasıp kavurarak etkisine alırken, AKP/Erdoğan-MHP güruhu, sermayeyi kriz koşullarında nasıl palazlandıracaklarının politikalarını yapmaktadırlar.

Tek adam rejimi, sınıfsal niteliği gereği bunu yapmaktadır. “Şahlanış yılı” olarak ilan edilen her tarihsel süreç, bir ekonomik kriz sarmalında “ilerledi”, bozuk-kırılgan olan ekonomik göstergelerin somut sonuçları, iktidarın politikalarıyla sermaye için yeni hareket sahası haline getirildi. Tamda bu kesitte, önemli olan soru şudur. İktidarın ya da ekonomik otoritelerin ürettiği politikalar mı ekonomik krize neden oluyor, yoksa “TC” ekonomik sistemi, iç yapısal niteliğinden kaynaklı mı kriz yaşıyor. Bu iki soru arasında diyalektik bir bağ vardır. Ama öncel olan, “TC” ekonomisinin yaşadığı kriz sarmalı yapısaldır, son tahlilde kapitalist krizlerle doğrudan ilişkilidir. Kapitalist ekonomilerdeki krizlerden ek olarak “TC” ekonomisinin, komprador tekelci yapısından kaynaklı kriz üreten ek özellikleri vardır. Atılan “bağımsızlık” naralarının aksine, ekonomi, uluslararası büyük tekelci sermayeye göbekten bağımlıdır. İstihdam sahası büyük tekelci (emperyalist) sermayenin üretim-pazar çıkarları ekseninde belirlenmektedir ve spekülatif sermayenin açık alanı konumundadır. Üretim-yatırım denkleminde büyüme yerine, “TC” ekonomisi, tam anlamıyla sıcak para hareketi sahasıdır. Risk koşullarından dolayı geri çekilen yabancı sermaye, mevcut krizi birinci derecede tetiklemiştir. Erdoğan bu sorunu gidermek için, Birleşik Arap Emirlikleri ‘ne, rant sahası olarak ekonomiyi altın tepside sunmuş bulunuyor. BAE’nin, 10 milyarlık yatırım fonu kararı, tamda bu kesitte gündeme gelmektedir. Devamla, Büyümenin verisi olarak ortaya konan ve ekonomik olarak stratejik olan tüm yatırımlar, uluslararası sermeyenin daha uzun erimli denetimi ve kar marjı yaratan “yap-işlet-devret(me)” modeli ile yapılmaktadır. Üretimde girdi maliyetleri aşırı arttığından, özellikle tarım ve hayvancılık alanında aşırı daralma yaşanmaktadır, tarım ve hayvancılıkta geniş olanaklarına sahip olmasına karşın, “TC” ekonomisi, tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlı hale gelmiş durumdadır. Kısaca, “TC” ekonomisi, üretim ve tüketim, ağır ve hafif sanayi, yatırım ve sıcak para akışı, artı değeri gasp etme ve sermaye birikimi gibi temel özelliğiyle, kendi iç dinamiğini yitirmiş, büyük sermayenin kar hırsı ve karşılığı olmayan politik baskılanmalarla sürdürülmeye çalışılan bir ekonomidir. Gelişimin temeli olan iç dinamiklerden yoksunluk, istikrarsızlık ve kriz üretir. Krizden sermayenin hasarsız çıkması için, burjuva iktidarın uyguladığı politikalar, yeni krizleri tetikleyeceği gibi, var olan krizi daha da derinleştirir. Bugün dibe vuran TC” ekonomisinin kısa anatomisi budur.

TL’de yaşanan hızlı düşüş, ekonominin baş aşağı giden gidişatının dışa vurumudur!

Ekonomik krizin varlığını manipüle eden AKP-MHP iktidarı, yoksul kitleleri kölelik statüsünde siyasetine entegre etmek için, “dış mihrakların saldırısı”, “Türkiye’ye oynanan büyük oyun”,” dövizde dalgalanma yaratan spekülasyonlar”, “Büyüyen Türkiye’yi hedef alan ekonomik savaş” salvoları eşliğinde, “Ekonomik Kurtuluş Savaşı Stratejisi” ile büyük sermayeyi krizden çıkarma politikalarıyla krizin varlığını da itiraf etmiş oluyor. Faşist diktatörlük, yanılsamalarla ekonomik göstergeleri ters yüz ederken, burjuva muhalefet, ekonominin yapısal krizini, Erdoğan/AKP iktidarının yanlış politikalarına bağlayarak, “alternatif” ekonomik programlar çıkarıyor, siyasal olarak ekonomik kriz enkazı altında güç kaybeden iktidara bura üzerinden kitlelere kendisini “çözüm” erki olarak sunuyor. Burjuva muhalefetin “alternatif” dediği ekonomi, komprador tekelci işbirlikçi kapitalist niteliğin sürdürücülüğüdür. Bu niteliğiyle, bir alternatif değil, aynı yapısal sorunların devamı olacaktır.

Bugün, dünya kapitalist sisteminin bir parçası olan “TC” ekonomik sistemi, kapitalizmin yaşadığı genel kriz halinden üstüne düşeni alarak çöküşe doğru gidiyor. AKP/Erdoğan diktatörlüğünün ekonomik politikaları, emperyalist güçlerle yaşanan dalaş ve sermaye ilişkisi, iç ve dış politikada sürdürülen savaş hali, yolsuzluk, hırsızlık, talancılık, ekonomik krizi ağırlaştıran bir faktördür. Ama bunlar tek başına ekonomik krizin nedenleri olarak ortaya konamaz, ekonomik kriz bundan öte niteliğinden kaynaklı sistemin yapısal özelliklerinden çıkmaktadır. Burjuva ekonomik niteliğin krizlerini rastlantısal spazmlar olarak gösteren burjuva ideologların aksine, Marksizm, kapitalizmin kriz sarmalını derinlikli teşhir etmiştir. Temel olarak üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişki üzerinden şekillenen, üretim-tüketim arasındaki uyumsuzluk, sömürü, eşitsizlik, aşırı üretim-pazar sorunu, alım gücündeki düşüş vb. gibi birçok orantısızlık, çevrimsel olarak patlak veren kriz sarmalına neden olur.

Her kriz koşulundan çıkış için uygulamaya konulan burjuva tedbirler, bir sonraki krizin şiddetini tayin etmekten öteye bir anlam ifade etmemiştir. Bu anlamıyla burjuva ekonomik krizine, başka bir klik iktidarını alternatif görmek, yaşanan ekonomik krizin niteliğinden bihaber olmak demektir. Burjuva muhalefetin kriz koşullarından faydalanarak kendisine iktidar yolu açması, ekonomik krize bir çözüm değildir. Süreç bağlamında, burjuva klik dalaşında, burjuva sermaye kliklerinin “alternatif” olma yarışlarına, devrimci cevap olma bağlamında bu temel vurguyu önemli görüyoruz.

TL’nin, döviz karşısında yaşadığı değer kaybı da, bu ekonomik niteliğin yapısal krizinden bağımsız bir durum değildir. Burjuva ideologlar, bu sorunu ifade ederken bile, tersten ifade etmekte, döviz yükselişini, ekonomi dışındaki güçlerin spekülatif hareketi olarak tanımlamaktadır. Öncelikle, yükselen döviz değil, değer kaybeden Türk lirasıdır.

Türk lirasının, değer kaybetmesinin, sermayenin uluslararası hareketi ve değer kazanan para birimleri karşısında düşüş yaşamasının belirli payı vardır. Ama yaşanan değer kaybında belirleyici olan bu değil, iç ekonomik nedenlerdir. Ekonominin kriz septomları olan enflasyon, cari açık, yatırım dışı sıcak para hareketi, istihdam daralması gibi nedenler, bazı politik baskılanmalarla denetim altına alınacak sorunlar değildir. Enflasyonu faize bağlama, baskılanma ile faizi düşürerek, cari açığı çözme, buda tutmadı, cari açığı düşürerek enflasyonu düşürme, sermaye iktidarının çıkarına uygun bir politika olabilir ama, ekonomik krizi aşmaya dönük bir politika olamaz. İthalat ve ihracat “dengelenmeden” cari açık kapanmaz, üretim girdileri düşürülmeden, üretim tüketim denklemi, arz talep ilişkisi düzenlenemez. Ve iç dinamik süreciyle değil de sıcak para ve dış sermayeye bağlı yatırım ile, reel ekonomide bir büyüme olsa da sermaye birikimi dışa aktığı için, ulusal değer olarak envanter olmaz. Bu gibi iç ekonomik nedenler çözülmeden, iktidarın politik baskılanması ve tekleştirme siyaseti ile faiz bandıyla oynamak, Türk lirasına değer kazandırmadığı gibi, döviz karşısında tarihinin rekor düşüşüne neden olmuştur. Enflasyon, ekonomideki risk artışının göstergesidir. Bütçe açığı (savaş ve yolsuzluk bütçesi), cari açık bu risk artışının devamı sonuçlardır. Risklerdeki artış, sıcak paranın ekonomiden çekilmesi sonucunu doğurur. Bozulan ekonomik dengeler, “milli” paranın değer kaybına neden olur. Bu gerçeğe rağmen, enflasyon bahanesiyle faizleri düşürmek, mali sermayenin daha fazla kazanmasına olanak sağlamaktır. TL’nin değer kaybıyla, döviz spekülatörlerinin aşırı kazancı hesaplandığında, Erdoğan’ın aynı politikada direnç göstermesinin nedeni daha açık ortaya çıkmaktadır. Topluma dayatılan açlık sınırı karşılığında, sermayenin aşırı kazanma hırsıdır.

Sermayeye rant, çalışana sefalet koşullarını reva gören Asgari Ücret!

Erdoğan/AKP-MHP diktatörlüğü, Neo liberalizmin Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki aktörleridir. Neo-liberalizmin özelliklerinden biride, her türlü ekonomik-siyasal, sosyal (pandemi, doğa felaketleri gibi başka sorunlar da dahil) kriz koşullarını sermaye ve iktidarı için fırsata dönüştürmektir. “TC” iktidarının, rantçı, soyguncu, hırsız niteliğiyle bu politika coğrafyamızda daha baskın uygulanmakta, tüm krizlerin sonucu direk ezilen-sömürülen halka fatura edilmektedir. Bugün emeğinden başka geliri olmayan çalışanların aldığı maaşlarla alım ve geçim gücü, enflasyon ve ardı arkası kesilmeyen zamlar karşısında erimiş, kuru ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdir. Ekonominin bu ağır yükü karşısında, sermaye temsilcileri ve iktidar, ücretleri açlık sınırında tutma politikası geliştirmekte, ezilen yığınlara açlık sınırı dayatılmaktadır.

Güncel olan asgari ücretin yeniden belirlenmesi tartışmaları da bu anlayış üzerinden sürdürülmektedir. Asgari ücretin ne kadar olacağı tartışmasının yanında, şu soruya verilecek cevap daha önemlidir. Bir ülkede asgari ücretin miktarı kadar, çalışanların yüzde kaçı asgari ücretle çalışmak zorunda kalıyor sorusunun cevabı meselenin vahametini daha net ortaya koymaktadır. Bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, çalışanların yüzde ellisi asgari ücretle çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu çalışanların yarısının, açlık sınırı altında yaşadığı anlamına gelmektedir. Asgari ücretle çalışmayan kesimlerin içinde büyük oranın düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığı hesaplandığında, tekçi rejimin toplumda yarattığı yoksulluk daha net anlaşılmaktadır.

İktidar bu ağır koşullar içinde, asgari ücret politikasını, genel ücret politikasındaki gibi, düşük ücret politikası dayatmaktadır. 2021 yılbaşından bu yana 380 dolar bazından, 200 dolar bazında alım gücü kalan asgari ücret, iktidar politikası gereği aşağı yukarı aynı düzeyde bir alım gücü oranında arttırılması planlanmaktadır. Çalışanların “temsilcisi” konumundaki teslimiyetçi düzen sendikaları, bu konuda çokta dirayet ortaya koyma ibareleri vermemektedir. DİSK, 5200 TL rakam bandından pazarlığı açsa da iktidarın kulu Türk-İş, pazarlık masasında efendileriyle çatışmaya neden olacak bir rakam telaffuz etmemekte, bu tutumuyla iktidarın önerdiği rakama yakın bir düzeyde anlaşmaya yanaşacaktır. Bugün ülke koşullarında DİSK’in önerdiği rakam dahi açlık sınırıdır. Asgari ücretin bu rakamın çok altında kararlaştırılacağı düşünüldüğünde, iktidar çalışan kesimlere açlık sınırının altında bir ücret politikası dayatacaktır.

Ezilen, sömürülen yığınlar, iktidarın tüm saldırılarına karşı mücadele alanlarında birleşmelidir!

Ekonomik krizin yarattığı toplumsal yıkım aktüel olsa da, tekçi diktatörlük, ezilen, sömürülen halka karşı geliştirdiği demokratik, akademik, kültürel saldırılar ve doğa talanıyla bekası için kapsamlı bir saldırı sürdürmektedir. Kadınların ve LGBTİ+ bireylerin, egemen zihniyet kıskacında maruz kaldığı baskılar, katliam niteliğindeki cinayetler, toplumda öne çıkan başka bir çelişki olarak aktüeldir. Tüm bu sorunlar doğrudan birbiriyle bağlantılıdır ve sorumlusu faşist iktidardır, kapitalist sistemdir. Tüm bu toplumsal sorunların çözümleri, toplumsal taleplerin birleştirilmesi ekseninde toplumsal dinamiklerin ortak mücadelesidir. Yani işçi sınıfı ve örgütleri, sadece kendilerinin ekonomik hakları ile sınırlı mücadele hattı oluşturursa, diğer toplumsal kesimler kendi talepleriyle sınırlı mücadele çizgisine hapsolurlarsa, bu parçalı bir duruşa neden olur ve iktidarın faydalanacağı zaaflar yaratır.

Sistemin yarattığı derin çelişkiler ekseninde, sınıf mücadelesinin alanı ve araçları genişlemektedir. Ezilen toplumsal yığınlar için, doğa için, iç ve dış sahada sürdürülen işgal-savaş politikalarına karşı durmak için, emek için, bilim için, gerici sistemin tüm askeri-ekonomik-akademik-kültürel -ideolojik saldırılarına, sokağın ve emeğin gücü ile karşı koymak, sürecin temel görevidir.

Pandemi ve ekonomik kriz sürecinde daha açık ortaya çıktığı gibi, AKP/Erdoğan-MHP faşist iktidarı, ırkçı, ayrımcı, şovenist, yani nekropolitik niteliği ile, ezilen ve sömürülen halkların, kadınların, Kürt ulusunun, Alevilerin düşmanıdır. İçinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kriz süreci ile çöküş yaşamaktadır. Kitlelerin devrimci mücadelesiyle, ömrü daha da kısalacak ve bu koşullardaki doğru bir mücadele çizgisi, kitlelerin devrimci çizgide birleşmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Tabi ki bu kitlelerin kendiliğinden hareketiyle olacak bir mesele değil, devrimci-sosyalist güçlerin görev sahasında politik rollerini oynamaları ile alakalı bir durumdur.

Mevcut durumda, devrimci hamlelere dönüşecek fırsatlarla, devrimci mücadeleyi atıl bırakan riskler yan yanadır. Faşist iktidarın çöken gücünden, “TC” egemenler sistemindeki muhalif burjuva kliklerde faydalanmak istemekte, yığınların desteğini arkasına alarak kendisine iktidar yolu açmaya çalışmaktadır. Ama kitlelerin biriken öfkesini, seçim sürecine entegre ederek, yumuşak bir geçişle bunu yapmak istemektedir. Krizin ağır faturası, sermayeyi ve sistemi vurduğundan, kitlelerin isyana dönüşecek öfkesinden, kendi varlık zemini olan bu ögeleri korumak istemektedir. “Geçinemiyoruz” çığlığı ile bir çok ilde sokağa çıkan emekçiler, TTB’ nin “Emek Bizim Söz Bizim” şiarıyla gerçekleştirdiği “Beyaz Yürüyüş”, İstanbul başta olmak üzere bir çok yerde alanları zapt eden yığınlar, fabrika fabrika süren işçi direnişleri ve grevler, “Aşağı Bakmayan” akademisyenler, 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” karşı, kadınların kendi rengiyle birleştirdiği toplumsal talepler, koyu faşizm koşullarında sessiz duran öfkenin, patlama dinamikleri olarak öne çıkmış durumdadır. Bu öfkeden, hakim iktidar kadar, burjuva muhalefette korkmaktadır. CHP-İYİP ortaklığının “provokasyona gelmeyin, sokaklara çıkmayın, çıkacaksak, erken seçim mitinglerinde bizlerle çıkın” çağrıları, burjuva muhalefetin, gelişen toplumsal öfke üzerinde oynadığı burjuva oyunları deşifre etmektedir. Birinci boyut, sokakların-emek alanlarının, üretim sahalarının, eğitim birimlerinin, toplumsal karşı koyuşun merkezleri olması hali, devrimci bir sıçrayışın zemini olacaktır. İktidar gibi, burjuva muhalefet de bunu engellemek istemektedir. İkincisi, köklü bir alt üst oluştan öte, burjuva geçişle klik değişimini, burjuva seçimler yolu ile yapmak istemektedirler. Ekonomik ve siyasal krizin iktidarı yerle yeksan ettiği bir ortamda, biriken kitle öfkesini sandığa taşıma perspektifi ile, burjuva muhalefet kendi iktidar yolunu açmak istemektedir.

Fırsatları devrimci atılıma dönüştürecek, riskleri bertaraf edecek olan devrimci, sosyalist güçlerin önderlik rolüdür. Açlığın bıçağı kemiğe dayadığı tarihsel koşullar, özgürlük ve demokrasiye, bağımsızlık ve insanca yaşamaya muhtaç kitlelerin devrimci rolünü yeterince ortaya çıkarmakta, öfkesini fiili olarak sokaklara taşımaktadır. Süreç toplumsal patlamalara gebedir. Toplumsal patlamaları örgütlemek, önderlik etmek devrimci, sosyalist güçlerin görevidir. Ezilenlerin öfkesi, başka bir dünya istiyor.

Önceki İçerikHBDH YK: Maraş’tan Roboski’ye katliamların hesabını soracağız
Sonraki İçerikBurjuva Seçimler ve Seçimlerde Devrimci Taktik