Yüksel Cihan
Can dost,
Penceremde güz güneşiyle merhaba diyoruz bugün. Güz güneşinin güzelliğini bu yıl daha somut duyumsuyorum. İlkyaz güneşi gibi göz alıcı değil, ama ilkyaz güneşi gibi aldatıcı da değildir. Dingin ve ılık ışıklarıyla insanın benliğini saran ve güven veren bir sevecenliği var. Bağ bozumu zamanlarının olgunluğunu taşıyor. Gün batımıyla üşütmeye başlayan serinliğiyle, güz günleri zemherinin ayazının geleceğini duyurur ve uyarır; kömür parasını henüz denkleştiremeyen emekçiyi, kışlığını taşımayı daha bitiremeyen karıncayı, ürününü kaldıramamış köylüyü, sığınağını henüz tamamlayamamış gerillayı. İşte yine, bu yıl da çınarların yaprakları el sallayarak birer birer vedalaşmaya başladı.
Ahh, ne yazık ki, güz mevsimi her zaman böyle romantik günlerle gelmiyor; tıpkı on yıl öncesinde olduğu gibi. Parmaklıkların kalınlığında çizgilerle bölünerek süzülen mavi bir dolunayda özlem ve sevda şiirleri yazmak yerine, şafağa sızmak isteyen sinsiliğe karşı, tutsaklar geceye direnişi örmeye girişmişlerdi. Zalim, amansız ve kuralsızdı düşman; özüne de, sözüne de güvenilmez olduğunu öğrenmişlerdi, tutsaklık yıllarının birikimiyle.
Avrupa Birliği ölçütlerinde ekonomik ve siyasal liberalizm iddiaları ve vaatleriyle başta “aydın”lar olmak üzere, toplumun geniş kesimlerini bir “demokratik” bir hülyaya sürüklemeyi başaran egemen güçler; kapalı kapılar ardına kapattığı “Devrimci iradeyi teslim alma ve yok etme”ye yönelik saldırı planlarını tek tek uygulamayı sürdürüyordu. Şimdi süreç daha açık görülüyor: Asıl olarak ABD’li hocalarından öğrendikleri ve 12 Eylül’le uygulamaya başladıkları “Tredman” politikalarının, ’96 Direnişinin karşısında uğradıkları yenilgiyi sindiremediler ve zindanları “devrimci bir okul” olmaktan çıkartarak, gerçek anlamda bir “zindan”a çevirmek için, 97’Ağustos Genelgesiyle F-tiplerinin hazırlıklarına giriştiler. Halkı “Hücre Tipi” bir yaşama sokabilmek için, önce cezaevindeki devrimcileri “F-Tipi”ne göndermeleri gerekiyordu. Bu bakımdan Ulucanlar Katliamı, 19 Aralık’ın provası olarak görülüyordu. O günlerde siz içerde, bu saldırı planlarına karşı hazırlanırken; tutsak yakınları da dışarıda, toplumsal duyarlığa ulaşmaya çalışıyordu, kapı kapı dolaşarak. Ama o kapıların çoğu sağırdı; Ulucanlar’da, “Başkent”in orta yerindeki katliamı yine duymazlıktan gelerek, yeniden daldılar “demokratik” hayallerine…
On yıl geçti aradan, aynı duyarsızlık yine sürüyor. Ulucanlar Cezaevi kapatıldı, 2006 temmuzunda. Artık işlevini tamamlamıştı, görevini Sincan F-Tipine devrederek. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Barosu’nun, “bir döneme tanıklık eden mekanların, anıların ve yaşananların da tescil edilmesi”nin sağlanması için, Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurusu sonucu; “hem yapıların büyük bir kısmı (tecridin olduğu bina ve görüşme kabinlerinin olduğu bina dışındaki yapılar”) hem de cezaevinin bulunduğu alanın tescil edilmesiyle birlikte, cezaevinin artık yıkılmayacağı” açıklandı. Buna karşın, o dönem basında yer alan bazı haberlerde; Cezaevinin kapalı kısmının yıkılacağı, açık bölümünün binalarının dönüştürülerek Ankara Hastanesine ekleneceği, bir kısmına okul yapılacağı ve bir bölümünün de kültür merkezi olarak düzenleneceği bilgileri yer alıyordu.
Gerçekten de belleğin ve tarih bilincinin oluşması, kültürel birikimin taşınabilmesinde maddi yapılar da çok önemli bir yer tutuyor. Toplumsal tarih çalışmaları açısından olduğu kadar, bireysel yaşamımızda da geçerli bu durum. Zaman zaman eski mahallemize gidiyorum; doğduğum, yetiştiğim gecekondu mahallesine. Artık o evler, o bahçeler yok; hepsi söküldü, yıkıldı. Artık, mahallenin sabahlarında iğde kokmuyor, yabanıl güvercinlerin yuva yapacağı ağaçlar kalmadı. Saklambaç oynadığımız sokaklar değişmiş; yazılama yaptığımız, bildiri dağıttığımızda gerektiğinde sığındığımız o kuytuluklar, izimizi kaybettirdiğimiz o dolambaçlı yollar, hiç birisini bırakmamışlar. Orada yaşadıklarımı anımsatacak, neredeyse hiçbir maddi yapı kalmamış. Hüzünlenmemek elde mi? Ben bu hüznü bir de, 93’te Kemal Abi’nin gözlerinden damla damla süzülen anılarda gördüm; Dersim’de köyler boşaltılırken, evlerinin yakıldığını öğrendiğinde…
Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Barosu, 2007 Haziranında “Ulucanlar Cezaevinde Şenlik Var, Ulucanlar Cezaevi Halka Açılıyor” adıyla bir de etkinlik düzenledi: Program çerçevesinde paneller, kokteyl, dinletiler, sergiler, tiyatro ve film gösterimleri, vd. gerçekleştirildi, isteyen ziyaretçiler cezaevini gezebildiler. Ancak, bu kapsamlı programda, ne yazık ki “Ulucanlar Katliamı”na yer verilmesi unutulmuş görünüyor… Başka söze gerek var mı? “Hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür” demiş atalarımız (“insanın belleği unutma özürlüdür” diye çevirebilir miyiz bu sözü), ama gerçekte insan belleğinin seçici bir unutkanlık gösterdiği ileri sürülüyor. Acaba Ulucanlar Katliamı da unutulmak mı isteniyor, bazı “demokrat” çevrelerde, duyarsızlıklarını anımsamamak için?
Bu günlerde de, doğal olarak senin de ilgini çekecek Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi tartışmaya açıldı: “Demokratik/ Kürt Açılımı” çerçevesinde, hükümet cezaevinin yıkılarak, yerine okul yapılacağını açıkladı. Kiliseleri camiye çeviren anlayışın güncel bir örneğiyle karşı karşıyayız sanki. Moğolların yağma ve talan kültüründen daha farklı; geleceğe el koymak için, geçmişi ortadan kaldırmaya yönelen bir yaklaşım.
Hükümetin bu açıklaması, bilenlere acı bir gülümseyişle Esat Oktay Yıldıran’ın sözlerini anımsattı: “Burası askeri bir okuldur…” Sözüm ona “Demokratik Açılım” kapsamında yer alan bu girişim, başta yurtsever Kürt çevreler olmak üzere, demokratik bir tepkiyle karşılandı; The Times gazetesi tarafından dünyanın “en kötü şöhretli 10 cezaevi” arasında adı geçen Diyarbakır Cezaevinin “Müze” olması istendi.
Bir ay kadar önce, Çayan Demirel tarafından yapılan “5 No’lu Cezaevi” belgeselini izleyebildik. Anlatılanların büyük bir kısmını sizden ve diğer başka arkadaşlardan dinlemiştik. Ama filmdeki boyutuyla gördüğümüzde, yine de dehşete düştüm. II.Paylaşım Savaşı döneminde Alman Naziler tarafından kurulan toplama kamplarının en büyüğü olan Auschwitz-Birkenau da bile böyle bir zulüm yaşanmamıştır herhalde. Savaş sonrasında, insanlığın belleğinden çıkmaması için Auschwitz-Birkenau Devlet Müzesi yapılan kamp, “toplama, çalışma ve imha” amacıyla kullanılmış görülüyor. Diyarbakır Zindanındaki uygulamalar ise bunun da ötesinde, yalnızca fiziksel şiddet içermiyor; doğrudan doğruya “kişiliksizleştirme”ye yönelik, –ulusal baskı niteliği de bulunan- yoğun bir psikolojik şiddet taşıyor. İnsanın benliğinde açılan yaraların kolay kolay iyileşmeyeceği, yitirilen öz-saygının ve öz-güvenin yeniden kazanılmasının ne denli zor olduğu biliniyor.
Bununla birlikte, Diyarbakır Zindanı gerçeği, yalnızca uygulanan ölçüsüz –günümüzde kullanılan deyimle “orantısız”- baskı ve zulümle anlatılır; buna karşı, insanlık onurunu ve devrimci değerleri korumak için sürdürülen direniş dile getirilmezse eksik kalır. Çayan Demirel’in belgesel filminde “direniş”e de yer verilmekle birlikte, bu anlatımlarında önemli ölçüde yanıltıcı eksiklikler bulunuyor. Belgeselde, direniş sürecinin başlangıcı “Dörtler”e bağlanıyor ve Mazlumların eylemiyle geliştiği ileri sürülüyor. Bu eylemlerin direniş sürecinde nitel sıçramaya yol açtığı yadsınamaz; ancak, daha öncesinde de 35.koğuşta teslimiyeti reddeden, devrimci direnişi hiçbir zaman terk etmeyen bir tavrın varlığı görmezden gelinmektedir. Bir bakıma, Diyarbakır zindan direnişi neredeyse tek başına PKK tutsaklarının tavrına indirgenmektedir.
Gerçekte, 12 Eylül döneminde cezaevleri mücadelesinde, Diyarbakır Zindan direnişi özgün ve önemli bir yer tutmaktadır: Yenilginin yengiye, teslimiyetin direnişe dönüştürüldüğü bu süreç, Kürt ulusal hareketinin geliştirdiği savaşla bağlantılı görülmektedir. ’84 Atılımı, teslimiyete karşı direnişi güçlendirirken; zindan direnişi süreci de, özgürlük savaşçılarının nefesine nefes katmıştır.
Bir başka deyişle, aslında cezaevi politikası, genel politik mücadeleyle ilişkili görülmektedir; yalnızca tutsakların cezaevinde insanca yaşam koşullarını edinip edinmemesiyle sınırlı bulunmamaktadır. Bu bakımdan, 12 Eylül dönemi cezaevi mücadelesinde özgün ve kapsamlı bir tartışma gerektiren bir başka örnek te Mamak Cezaevidir. Aradan geçen onca yıla karşın, Türkiye Devrimci Hareketi “Mamak” aynasında kendisiyle henüz yüzleşemedi. 12 Eylülden hemen kısa bir süre önce, 28 Ağustos’ta devrimci tutsaklara yapılan saldırı sonucu uğranılan yenilginin, süreç içerisinde nasıl teslimiyete dönüştüğü ve buna karşı geliştirilmek istenen devrimci direnişin nasıl kırıldığı nesnel ve çok-yönlü bir biçimde değerlendirme gereği yerine getirilemedi. Bu süreci yaşayan bazı tutsakların yazdıkları “cezaevi anıları”, böyle bir değerlendirmenin gereklerini yerine getirmekten uzak kalıyor. Farklı bir bilgi, Mersin 78’liler Derneği’nden Ethem Dinçer’in Radikal-2’de, geçen ay yayınlanan bir yazısında yer aldı. Bu yazıda, Mamak Cezaevi Müdürü Albay Raci Tetik’in “Büyük bir siyasi hareketin liderini, odasına çağırıp “Ben bir işkenceciyim” diyerek” tehdit ettiği, “Konsey üyelerinden herhangi birine suikast düzenlenirse bütün siyasi tutukluları kurşuna dizeriz” dediği ileri sürüldü. Benzer bir bilgiyi, ’81 Açlık Grevi süreciyle ilgili olarak, Mamak günlerinde sen de duymuşsundur; Raci Tetik’in, büyük bir siyasi hareketin lideriyle görüştüğü ve görüşme sonrasında bu “lider”in direnişin kırılmasında rol oynadığı ileri sürülmüştü. Bu duyum ile Ethem Dinçer’in aktardığı bilgi aynı mıdır, bilemiyorum. Ayrıca, söylenti düzeyinde savlarla değerlendirme yapmak doğru olmaz; ama sürecin öznelerinin “suskunluk”larını sürdürmek sorumsuzluğunu terk etmeleri gerekir. Bununla birlikte, cezaevi süreci ile genel politik tavır arasındaki bağlantıdan yola çıkarak; Mamak cezaevinde egemen olan teslimiyetçi tavrın, politik olarak reformizmi geliştirdiği ileri sürülebilir.
Günümüze doğru baktığımızda, İmralı süreciyle birlikte benimsenen politik dönüşümlerin, cezaevi tavrına da yansıdığını ve yurtsever tutsakların direnişçi tutumlarını bir yana bırakarak, uzlaşmacı bir yaklaşım göstermeye başladıklarını; bu durumun, özellikle F-Tipi karşıtı mücadele sürecini zaafa uğrattığını biliyoruz. Kürt ulusal hareketi, bir yandan çatı partisi girişimiyle “Türk Solu ve sosyalistleri” ile işbirliği girişimlerinde bulunurken –ki, bu işbirliği isteği genel olarak reformist kesimlere yönelmekte-, cezaevlerinde birlikte mücadele konusunda devrimci çevrelere uzak durma yaklaşımlarını sürdürüyorlar. Devrimci yapılar ise cezaevleri mücadelesi özgülünde güçlerini yeniden birleştirme çabası içerisine girmiş bulunuyorlar. Bu birlikteliğin, genel politik alanda da devrimci dayanışmayı ve ortak mücadeleyi güçlendirebileceği umudunu taşıyorum. Bu gelişme, Haluk Gerger Hoca’nın birkaç yıl önce ortaya koyduğu “Devrimci Konfederasyon” önerisine, neden temel sağlamasın? Gerçekten de, içerisinden geçtiğimiz süreç devrimci güçlerin birlikteliğini zorunlu kılıyor ve günübirlik “platform”lar bu gereksinmeyi karşılanamaya yeterli görünmüyor; Konfederal bir kurumsallaşmayla sağlanacak bir birliktelik, özellikle demokratik alanda mücadele olanaklarını zenginleştirir ve geliştirebilir.
Tarihsel bilincin oluşması ve toplumsal belleğin korunması bakımından, yaşanılan süreçlerin belgelendirilmesinin taşıdığı önemi biliyoruz; ama yine de teknolojik gelişmenin sağlayabileceği olanakları da değerlendirerek değişik araç ve yöntemler bulunmasına karşın, bu yöndeki eksiklikler giderilebilmiş sayılmaz. Bu doğrultuda Oruçoğlu’nun özendirici girişimleri, yer yer etkili oluyor; Erdoğan Şenci de mücadele anılarını “İz” adını taşıyan kitabıyla yazıya döktü. Ali Taşyapan’ın kitabının da, yenilenerek ve yeni bir cilt eklenerek, ikinci baskısı yapıldı. Kuşkusuz bu tür bireysel çalışmalarda öznellikten kaynaklanabilecek yanılgı ve yanlışlıklar bulunacaktır, ama farklı açılardan yeni kaynaklar ortaya konuldukça, bu tür öznelliklerin sakıncaları giderilebilir kanısındayım. Bu bakımdan mücadele sürecinde yer almış, şu ya da bu düzeyde katkıda bulunmuş unsurların taşıdıkları tarihsel bir sorumluluğu yerine getirmeleri deneyimlerin birikime dönüşebilmesi ve tarihsel bilincimizin zenginleşmesine katkıda bulunacaktır. Bir örnekle, bu konuyu bağlayayım: Cafer Tayyar Bektaş’ın, ölümsüzleşmesinden sonra yayınlanan kitabı “Zafere Halay”, Ulucanlar direnişini çok iyi ve etkileyici bir biçimde ortaya koyarak deneyimlerinin kalıcılaşmasına olanak sağlıyor.
Geçen mektubumda seninle paylaştığım, Necdet Oral’ın “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” kitabı çerçevesinde, “Tarımda Emperyalizme Bağımlılık” üzerine yaptığım incelemeyi tamamlayamadım (ister istemez farklı konulara yönelmek zorunda kalıyorum). Yine de bu süre içerisinde bakabildiğim, 24 Ocak kararlarıyla başlayıp 12 Eylül’le sürdürülen dönemle ilgili kimi bilgileri aktarayım.
Dr. Necdet Oral kitabında, “1980’lere dek Cezayir, Küba, Vietnam ve diğer ülkelerde köylülüğün devrimci potansiyelinin ortaya çıkmasıyla, kır gerilla savaşlarına karşı ‘küçük üreticiliği destekleme’ politikası izleyen emperyalizm, bu politikasıyla köylülüğün gelir düzeyini belirli bir düzeyde tutmayı esas almıştır.” görüşünü ileri sürüyor. Yine bu destekleyici politikaların, içe dönük “ithal ikameci” sanayileşme sürecinin gereksinimini karşılayacak pazarın oluşumuna da olanak sağlandığı söylenebilir. Emperyalizmin yeni politikasıyla ise “doğrudan her yerde ve her türlü küçük üretimin desteklenmesi yerine gerek ihraç edilebilir, gerekse de yeni tarım tekniklerine dayalı ürünler”in destekleme kapsamına alındığı belirtiliyor.
IMF ve Dünya Bankası programlarıyla getirilmek istenen “ihracata yönelik sanayileşme” ile bir yandan dış borç ödemelerine kaynak sağlanması güvence altına alınması hedeflenmişti. Diğer bir yandan da, bağımlı ülkelerde “ucuz işgücü”yle üretilen özellikle gıda ve giyim gibi emek tüketim malların emperyalist metropollere aktarılmasıyla; metropollerdeki emek maliyetini aşağı çekerek, ekonomik krize neden olan “kar oranlarındaki azalma eğilimi”nin etkileri ortadan kaldırmak istenmiştir. Bu ekonomik politikaların giderek, ülke tarımını emperyalist tekellerin açık kar alanlarına çevirmeye başladığı da görülmektedir. Ülkemiz tarımında en köklü dönüşümler, bu programların uygulanmasıyla gerçekleştiğini söylemek, sanırım yanlış olmaz.
1980 Yapısal uyum politikalarıyla birlikte temel tarım girdilerini sağlanma ve dağıtımında kamunun tekel konumuna son verildiği, kamu yönetiminin tarım kesiminde fiyat destekleme alım işlevini büyük ölçüde terk ettiği, tarımsal sanayin tümüyle özel sektöre bıraktığını dile getiren Oral; devletin köylüyü sermaye ile karşı karşıya getirdiği ve sermayenin arkasında yer aldığı düşüncesini taşımaktadır.
Tarımsal ürünlerle ilgili destekleme alımlarının bütçe üzerinde bir yük oluşturduğunu iddia eden sermaye kuruluşlarının, dışa açılma politikasının gereği olarak iç talebi kısmak için de taban fiyatların düşük belirlenmesini istedikleri aktarılmaktadır. Bu yönde, sanayi bitkilerinin düşük maliyetle sağlanmasının, bu ürünleri girdi olarak kullanan şirketlerin dış rekabet gücünü artırması; başta pamuk olmak üzere kimi ürünlerin taban fiyatlarının düşük belirlenmesinin ihracata katkı yapması bekleniyordu. Bu dönemde ayrıca, destekleme alımı yapılan ürün sayısı 24’ten 1990’da 10’a düşürülmüşken, destekleme alım miktarlarının toplam üretime oranları da gerileme göstermiş; destekleme alımlarının tarım kesiminin toplam katma değerine oranı 1976’da %14,7 iken 1988’de %5,5’e inmiş görünüyor.
Yine bu yıllarda, tarımsal girdilere yönelik subvansiyonlarda gerileme gözlenmektedir. 1980-86 Yılları arasında taban fiyatlarıyla girdi fiyatlarının gösterdiği artışlar karşılaştırıldığında, 14 tarımsal ürüne ilişkin destekleme fiyatlarının ortalama 12 kat artarken, bu ürünlerin üretiminde kullanılan en önemli girdilerden tohum, gübre, mazot, tarımsal ilaç ve sulama karşılığında çiftçinin ödediği fiyatlar 24 katın üzerinde artış gösterdiği belirlenmiş bulunuyor. 1980 Sonrasında tarım kredileri yoluyla sağlanan sübvansiyonlar da azaltılmış görünüyor: “1980 yılında tarım kredilerinin toplam krediler içindeki payı %23,4 iken 1990’da bu oran %8,7 olmuştur. Yine 1980’de tarım kredilerinin tarım kesiminin toplam katma değerine oranı %18,4 iken 1990’da %10,3’e düşmüştür.” Böylece, tarımsal sübvansiyonların 1980’de %5,4 olan bütçe giderlerindeki payı 1991 yılında %1,9’a; GSYİH’deki payı ise %0,9’dan %0,3’’e düştüğü ortaya konuluyor.
IMF ve Dünya Bankası programlarının bir başka boyutunu oluşturan dış ticaretin liberalleştirilmesi, tarım kesmini de kapsamına almıştır. Örneğin tohumculuk alanında, 1982 yılında yabancı ortaklı tohumluk sanayiin kurulmasının teşviki ile özel sektörün bu alana girmesine olanak tanınırken; 1984 yılında tohumluk dışalımı da serbest bırakıldığı ve üstelik bunun için %40’a kadar varan geri ödemeler yapıldığı, sonuçta Türkiye’nin uluslar arası tohum tekellerinin açık pazarı haline geldiği vurgulanıyor.
Uluslar arası tekellerin açık pazarına dönüşen, önemli bir başka alan da tütün ekim ve sanayi oldu. 1980 Sonrası bu alanda özel sektöre sınırlı da olsa verilen yer, 1984’te Amerikan harmanlı sigaraların TEKEL tarafından ithaline izin verilerek genişletilirken; 1986’da çıkarılan yasa ile tütünde devlet tekeli kaldırılarak, tütün pazarı uluslararası tekellere açıldı. 1991’de ise bu alandaki son kısıtlamalar da kaldırılarak, yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilerin TEKEL katılımı olmaksızın tütün mamülleri üretimine izin verildi. “Bundan böyle piyasaya yerli TEKEL değil, uluslar arası tekeller egemen olacaktı.”
İthalatın serbestleştirilmesiyle tarım ürünleri ithalatı da hızla artmış; 1981’de tarım ürünleri ihracat değerinin %5,6’sı kadar tarım ürünü ithalatı yapılırken, bu oran 1989’da %48,9 olarak gerçekleşmiş bulunuyor.
Neo-liberal politikaların uygulandığı 80’li yıllarda, iç ticaret hadlerinin tarım kesimi aleyhine işlediği görülüyor. Yine 1980-90 döneminde tarımdaki istihdam %12 oranında azalmasına karşın, tarım kesiminin GSMH’daki payının %33 oranında azalması, tarımda yoksullaşmanın bir göstergesi olarak yorumlanmaktadır. Çiftçi başına reel alım gücünün 1977’de 100 iken 1985’te 55,9’a düşmesi de bu yorumu desteklemektedir.
24 Ocak ve 12 Eylülün emek karşıtı ekonomi politikalarının artık katlanılamaz boyutlara ulaşması sonucu, 88-89’da yükselen işçi sınıfı mücadelesinin, salt kendi ekonomik koşullarını düzelmesini sağlamakla kalmadığı; reel ücretlerin artış gösterdiği 1989’dan sonra tarım ürünleri taban fiyatları ile destekleme alımlarının da yükseldiği, iç ticaret hadlerinin 1988-93 döneminde %31 oranında tarım lehine düzeldiği hesaplanmış bulunuyor.
Bununla birlikte, IMF ve Dünya Bankası programlarıyla gerçekleştirilen tarım üreticilerinin yıkım süreci, sonraki dönemlerde de farklı politikalarla sürdürüldü. Ama ben artık yazmayı artık sürdürmeyeyim(!) diyorum, ancak yine de değinmeden geçemeyeceğim. IMF ve Dünya Bankası’nın, ”Küresel” krize karşı izlenecek politikaların görüşülmesi öngörülen yıllık toplantıları, geçen hafta 6-7 Ekim’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Devrimci ve demokratik güçler, bu toplantıları protesto etmek için çeşitli etkinlik ve eylemler düzenlediler. Ne yazık ki, bu etkinlik ve eylemler arasında tarım emekçilerinin kendilerini yıkıma sürükleyen IMF ve Dünya Bankası’na karşı tepki göstermesini sağlayacak, hiçbir çalışma yer almıyordu. Kaypakkaya’nın PDA’nın Mayıs 1970 tarihli sayısında, “İşçi Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika” başlıklı makalede, titiz bir çalışmayla ortaya koyduğu olaylara baktığımızda; daha 68’lerde köylü hareketlerinde, kentlerdeki işçi ve gençlik hareketlerine paralel, önemli bir anti-emperyalist tepki görülebiliyordu. Kuşkusuz, bu tepkinin ortaya çıkmasında, devrimci gençlik gruplarının Zap Suyuna Köprü yapılmasına kadar varan köy çalışmaları büyük bir etmen olmuştur (yakınlarda başlatılan Zap Suyuna yeniden köprü yapılması çalışması, umarım nostaljik bir girişim olarak kalmaz).
Biz Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi yazarların köy romanlarıyla yetiştik; ama şimdi iyiden iyiye kent kültürüyle yoğrulan gençlerde ise aynı ilgiyi pek göremiyoruz. Buna karşın, son yıllarda devrimci sosyalist yazında “tarım ve köylü” sorunlarına belirli bir yönelimin ortaya çıkmaya başladığı göze çarpıyor; ancak bu yaklaşım, henüz köylü kitleleri arasında kapsamlı politik bir çalışmaya dönüşemiyor. Bu yönde, önemli bir girişim olarak görülebilecek Köylü sendikaları ise mahkemenin -ILO sözleşmelerindeki güvenceye karşın- verdiği kapatma kararıyla birlikte, bir sessizliğe çekilmiş durumda. Geniş emekçi kitlelerin, işçi ve köylülerin örgütsüzlük içerisindeki umarsızlığı da, umutları hep başka baharlara ertelemeyi getiriyor. Bin yıllık sabrıyla, bu yıl yine tarlalarını sürmeye, ilk güz yağmurlarıyla ekim yapmaya başladı, hiç kendiliğinden gelmeyecek baharlara ertelediği umutlarıyla…
Güz geldi diye, hüzün de olmak zorunda değil. Ama, ben yine de Edip Cansever’in hüzün dizeleri ve sevgiyle sonlandırayım mektubumu:
“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”