Ulusal hareket ve devrim sorunu

Kürt Ulusal Hareketi’nin tüm kırılganlıklarına, hatalarına karşın, siyaset yapmakta yetenekli olduğunu teslim etmek durumundayız, etmekteyiz. Kürt Ulusal Hareketi bu yetenek ve özelliğinden dolayı, girdiği sürecin belli tıkanıklıklarını, sorunlu özelliklerini fark ederek ikinci ihtimali göz önüne alan yaklaşımlarla silahlı güçlerini elde tutma, kendisini sağlama alma konularında doğru bir taktik siyaset izledi. Bugün girilen süreçte askeri-silahlı güçlerini daha da büyüterek büyük bir direniş ve savaş yürütmesi de bunun ürünü ya da göstergesidir. İşin bir yanı buyken, ikinci yanı da Kürt ulusal Hareketi’nin,  silahlı-savaş gücünü ”barış-çözüm-müzakere” sürecini zorlamak, basınç oluşturmak üzere elde tutup kullandığı gerçeğidir. Bugün topyekun savaş saldırganlığı ile uygulanan soykırımcı katliamlara ve büyük vahşete karşı sergilediği kahramanca direniş ve verdiği savaş destansıyken, bu savaşın uzlaşma sürecinden stratejik yönelim olarak kopuş anlamına geldiği asla söylenemez. Ki, sürece dönülmesi çağrıları, iradesi gizli değildir. KUH siyaset ve taktik olarak başarılıdır, direniş ve savaş pratiğinde kahramancadır, Politik açıdan devrimci rol oynamaktadır ama stratejik yönelim ve amaçlar bağlamında zayıf ve kırılgandır…

HABER MERKEZİ (24-12-2016)- Sınıf Teorisi dergisi 22.Sayısında yayınlanan ‘Burjuva demokratik ve proleter devrimler çağı ikileminde ulusal hareket ve devrim sorunu!’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz

Türkiye-Kuzey Kürdistan, tek uluslu olmayıp Türk ve Kürt ulusları olmak üzere çok uluslu, yanı sıra 10’u aşkın azınlığın yaşadığı bir devlet sınırlarını veya bunların bir devlet sınırları içinde yaşadığını ifade eden veyahut çok uluslu ve etnik zenginliğin oluşturduğu siyasi coğrafyanın milliyetçi ve şoven yaklaşıma sosyalist bakışla mesafe koymanın hassasiyetiyle belirlenmiş en doğru tanımlanış biçimidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası, egemen Türk ulusu zemininde Türk hakim sınıflarının tek ve merkezi devlet yapılanmasına sahip olmuş, yani Türk hakim sınıflarının merkezi devleti altında yönetilmiş ve tüm ulus ve azınlıklar siyasi olarak bu merkezi devlet tarafından yönetilmiş, ezilmiş, sömürülmüş…

Tanımlanan bu devlet sınırlarında Türk ulusu egemen ulus, Kürt ulusu tabi-ezilen ulus durumundadır. Kürt ulusu, Türk hakim sınıflarının milli baskı, milli zulüm ve soykırımcı tahakkümü altında olmakla birlikte, imha-inkar ve asimilasyon politikalarına en ağır biçimde maruz kalmıştır. Bu realite Kürt ulusunun tarihi boyunca onlarca isyanına, direniş ve mücadelesine yol açmış, aynı realite son 30 küsur yılda demokratik nitelikteki Kürt Ulusal Hareketi’nin kesintisiz mücadelesine tanıklıkla karakterize olmuştur.

Kürt ulusu ve Kürt Ulusal Hareketi ile Türk hakim sınıfları arasındaki bu mücadele, muhtelif kere ve tarihlerde ateşkesler sürecine tanık olmuş, son 15 küsurlu yılda ise çatışmasızlıktan ”çözüm-barış” ve müzakereler evresine ulaşan bir uzlaşma süreci yaşamıştır. Son bir yıl gibi bir zamanın da ise, Türk hakim sınıfları iktidarının bu süreci bitirmesiyle yaşanan keskin bir çatışma, savaş ve büyük bir direniş hüküm sürmektedir.

Kürt Ulusal Hareketi’nin bu serüveninde, Öcalan’ın uluslararası bir komployla yakalanıp Türk hakim sınıfları devletine teslim edilerek hapsedilmesi süreci, Kürt Ulusal Hareketi’nde kelimenin tam anlamıyla ve bütünlüklü pratik bir dönüm noktası olmuştur. Kürt Ulusal Hareketi’nin hedef ve taleplerindeki çıtanın geri noktalara çekilmesi, stratejik yönelim, talep ve hedeflerini köklü bir dönüşümle yeniden biçimlendirmesi veya yeniden tarif etmesi, merkezi program ve kararları bağlamında silahlı mücadelenin-savaşın ötelenerek düzen içi yasal ”siyaset” alanının esas alınarak Türk hakim sınıflarıyla “barış-çözüm” sürecine köklü olarak yakınlaşıp bunda adım atması, büyük bir yanılgıyla Türk hakim sınıfları iktidarından ciddi beklentilere girmesi, silahlı niteliğinin tasfiye edilmesine siyaseten ve stratejik olarak yatkınlık sergilemesi, ”barış grupları” adı verilen güçlerin sınırdan girerek Türk hakim sınıfları devletine teslim olması, devletle anlaşma sürecinin belli bir aşamasında (mevcut durumda bu süreç tamamen ters yüz olmuş olsa da) gerilla güçlerinin kendi topraklarını terk ederek ”sınır dışına” çekilme eğiliminin pratikleşmesi gibi gelişmeler bu dönemi anlamlandıran belli başlı gelişmeler olmuştur. Bu süreci tasfiyeciliğe ve tasfiyesine pratik adımlar attığı belirgin bir reformist süreç olarak tarif etmek tamamen mümkün ve isabetlidir.

Daha önce başvurulan ateşkes süreçlerinden farklı olarak, bu yeni dönemde Kürt Ulusal Hareketi’nin tüm mücadelesi, bahsi geçen bu yönelime uygun, buna dönük ve bu zeminde olmuştur. ”Çözüm-barış süreci”nin başarısı büyük ödünler pahasına bu dönemin temel çabası, siyaset ve stratejisi olmuştur. Bu süreç belirgin ve çıplak biçimde reformist kulvara girmenin de sürecidir… Bu sürecin belli provokasyonlar, belli gerici direnç odaklarının sabotesi ile Kürt Ulusal Hareketi’nin daha tavizkar olup dayatılan teslimiyeti kabul etmesi durumunda ”başarıyla” sonuçlanması mümkündü. Yani, belli şartlar haricinde veya belirli talepleri karşılanması durumunda Kürt Ulusal Hareketi stratejik yönelim olarak silahlı güçlerini tasfiye ederek uzlaşma sürecini derinleştirerek belli bir ”çözüme” oturacaktı, buna razıydı. Şimdi de aynı şart ve talepleri kabul edildiğinde buna razıdır. Dolayısıyla reel politikte yaşanan direniş ve savaş tutumunun şartlı olarak hüküm süren aslen geçici olan mevcut süreçle alakalı olup, bu koşularda politik olarak sergilediği devrimci pozisyon ve tavır yanıltıcı olmamalı ya da Kürt Ulusal Hareketi’nin stratejik yönelimi olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. 

Yukarıdaki tablo karşısında bizler, tavır-tutumu belli eleştirilere ve süreci tasfiye süreci olarak değerlendirmeye rağmen, Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik yan ve niteliğinin olduğu, dolayısıyla bu özelliğinin desteklenmesi, dahası tasfiyeci ya da sorunlu görmemize karşın Kürt ulusunun belli taleplerinin karşılanması, belli bir statü elde etmesi ve eski koşullarından daha ileride koşullar elde etmesi bağlamında sürece bütünlüklü karşı çıkmayarak, eleştirileri ve kaygılarımızı koruyarak olumlu yaklaştık. Bu yaklaşımımız doğruydu ve özellikle de Türk hakim sınıflarından beklentiye girmenin, onlardan bir çözüm beklemenin, anlaşma şartlarının cılız talepler düzeyine çekilmesinin hata olacağı konusunda haklı olduğumuz gelinen süreç tarafından net biçimde doğrulandı.

Kürt Ulusal Hareketi’nin ideolojik dokusundaki kırılganlıklar kuruluş felsefesinden itibaren mevcut iken, bu ideolojik temel, Öcalan’ın yakalanması süreci sonrası stratejik yönelim ve politikasına damga vurarak hedef, talep ve siyasi çizgisi ile pratik yürüyüşünde somutluk kazandı, yeni bir sürece evirildi. Bu süreç, reformist kulvara oturma olarak önemli bir dönemeci ifade etmektedir. Ki, bu süreç üstlerde anlattığımız özet değerlendirmelerle tam olarak irdelenmiş ve tahlil edilmiş sayılamaz. Daha kapsamlı değerlendirmelerde bulunmak bu sürecin niteliği açısından gereklidir. Fakat yazı konumuz başlı başına Kürt Ulusal Hareketi’ni ve içine girmiş olduğu süreci değerlendirmek olmadığı için, en azından bu yazının muhtevasını aştığı için bahis konusu meselede daha derin tahlil-tespit ve analize girmiyoruz.

Kürt Ulusal Hareketi’nin tüm kırılganlıklarına, hatalarına karşın, siyaset yapmakta yetenekli olduğunu teslim etmek durumundayız, etmekteyiz. Kürt Ulusal Hareketi bu yetenek ve özelliğinden dolayı, girdiği sürecin belli tıkanıklıklarını, sorunlu özelliklerini fark ederek ikinci ihtimali göz önüne alan yaklaşımlarla silahlı güçlerini elde tutma, kendisini sağlama alma konularında doğru bir taktik siyaset izledi. Bugün girilen süreçte askeri-silahlı güçlerini daha da büyüterek büyük bir direniş ve savaş yürütmesi de bunun ürünü ya da göstergesidir. İşin bir yanı buyken, ikinci yanı da Kürt ulusal Hareketi’nin,  silahlı-savaş gücünü ”barış-çözüm-müzakere” sürecini zorlamak, basınç oluşturmak üzere elde tutup kullandığı gerçeğidir. Bugün topyekun savaş saldırganlığı ile uygulanan soykırımcı katliamlara ve büyük vahşete karşı sergilediği kahramanca direniş ve verdiği savaş destansıyken, bu savaşın uzlaşma sürecinden stratejik yönelim olarak kopuş anlamına geldiği asla söylenemez. Ki, sürece dönülmesi çağrıları, iradesi gizli değildir. KUH siyaset ve taktik olarak başarılıdır, direniş ve savaş pratiğinde kahramancadır, Politik açıdan devrimci rol oynamaktadır ama stratejik yönelim ve amaçlar bağlamında zayıf ve kırılgandır…

KUH’nin bir yıllık zaman dilimidir girdiği veya girmek zorunda kaldığı, zira müzakere masası Erdoğan tarafından devrilerek Kürt ulusuna karşı topyekun savaş saldırganlığı başlatıldı ve KUH tüm istemine karşın karşı savaş yürütmek zorunda bırakıldı, kendisine savaş dayatıldı. KUH’un siyasetteki başarısının da ürünü olarak muhtemel olumsuzluklara hazırlanma noktasındaki sağlam yaklaşımının da sunduğu avantajla kendisine karşı başlatılmış olan bu savaş saldırganlığına büyük bir direnişle karşılık verdi, veriyor. Öz yönetim direniş alanları ve buralarda kullanılan tünel-kanal barikatlar taktiği son derece yetkin, başarılı ve Türk hakim sınıflarının “güçlü devlet” imaj ve prestijini yerle bir eden son derece büyük bir mücadele dönemi oldu. Verdiği kayıplara, son tahlilde direnişinin fiziki olarak bastırılmasına karşın, siyasi olarak açık başarı kazanıldı. Kürt ulusunun direnişi bastırılsa da teslim alınamadı…

KUH ile Erdoğan-AKP iktidarı arasındaki uzlaşma sürecinin ”dondurularak” keskin bir savaşın başlatılması, belli nedenlerin yanı sıra esas olarak Rojava gerçekliği karşısında yaşanan anlaşmazlık-uyuşmazlık olarak değerlendirilebilir. Batı Kürdistan Rojava Kürt statüsü veya ora Kürtlerinin yöneliminde belirgin bir role sahip olan PKK, Erdoğan-AKP iktidarının Rojava hakkında kendisine dayattığı şartları kabul etmeyerek ödün vermedi. Rojava’daki gelişme, Kürt kabusundan kurtulmayan Türk hakim sınıfları ve elbette Erdoğan-AKP iktidarı için adeta bir kırmızı çizgiydi ve PKK üzerinden buradaki gelişmeyi sabote etme veya kendi lehine, gerici çıkar ve hesaplarına uygun olarak istediği biçime sokma niyetindeydi. Ne ki, Kürt ulusu içinde elde edilen avantaj ve gelişme aynı düzeyde vazgeçilmezdi. Uluslararası konjonktür de Kürtlerin ve PKK’nin lehine bir durum taşıyordu Rojava’da. PKK tutarlı ve ilerici bir tavırla, Türk hakim sınıfları Erdoğan-AKP iktidarının dayatmalarını kabul etmedi, ödün vermedi. Bu duruş ve politikası doğru ve demokratikti. Kürt ulusunun iradesini hiçleştiren Erdoğan-AKP politikası KUH tarafından kabul görmeyerek boşa düşürüldü ya da karşılık bulmadı. Aynı sorun başkanlık sistemi ve buna geçiş için önemli bir evre olan 7Haziran – 1 Kasım Genel Seçimler sürecindeki politikada da gündeme geldi. Ulusal hareket’in Erdoğan’ın istemlerine ters politika izlemesi müzakere sürecinin dondurularak rafa kaldırılmasında etken olsa da, esas etkenin Batı Kürdistan’daki gelişme ve bu konuda Türk hakim sınıflarının gerici emellerinin boşa çıkarılması ya da KUH’un bu konuda ödün vermeyerek Rojava ve Suriye’ye dönük gerici politikasında Erdoğan-AKP iktidarını açmaza sokmasıdır. Özcesi, topyekun savaş saldırganlığı ve soykırım katliamları olarak devam eden ve KUH’un özyönetim alanları direnişi olarak kent savaşlarında barikat ve kanal taktiği ile sergilediği onurlu direniş ve karşı savaş süreci bu özet zeminde gündeme geldi denilebilir.

Açılmış bir konu olarak değerlendirilmesin de fayda var ki, Rojava’daki pozitif gelişme Kürtler için önemli bir ilerlemeyi ifade etmektedir. Uluslararası güçlerin bölgedeki çatışması ve IŞİD gericiliği gibi bir gericiliğin yarattığı tehlikenin ortaya çıkardığı ve tabi ki Kürtlerin IŞİD’e karşı savaş başarısının uluslararası düzlemde lehte olmak üzere sunduğu olanaklı-avantajlı koşullar ya da oluşan kaotik siyasi koşulların sunduğu boşluk Batı Kürdistan Kürtlerinin inisiyatif kullanarak bu süreci-şartları değerlendirmesine imkan vermiştir. Uygun fırsat doğmuş ve Kürtler askeri güç ve örgütlülüğünün de avantajıyla bu fırsatı lehleri doğrultusunda ve demokratik nitelikte kullanmış, belli bir statü elde etmeyi esasta başarmışlardır. Ki, bu gelişmenin uluslararası güçlere rağmen veya onlardan tamamen bağımsız bir gelişme ve süreç olmadığının altı çizilmek durumundadır. Kürtlerin elde ettikleri statü bağlamında demokratik iradesinden, etkili bir siyaset gütmesinden, doğru bir tavır geliştirmesinden bahsetmek isabetlidir. Kürtlerin burada başarılı ve demokratik rol oynadığı tartışmasız olarak teslim edilmelidir. Kürtler adına yaşanan gelişme de, demokratik, ilerici, haklı olup desteklenmesi ve ilerletilmesi gereken önemli bir olumluluktur. Ne ki, Rojava’da gündeme gelen bu demokratik, ilerici olumlu gelişmenin bir devrim olarak değerlendirilmesi abartılı bir yaklaşımdır. Ki, ”Rojava Devrimi” neredeyse genel kabul görmüş bir tanımlama veya değerlendirme durumundadır. Fakat buna karşın, Rojava’daki gelişmenin bir devrim olarak adlandırılması esasen hatalıdır. Devrim esas olarak siyasi bir argümandır. Bütünlüklü bir değiştirmenin içeriğinde bulunduğu siyasi iktidar veya devletin yıkılarak devrimci sınıfların devleti veya iktidarına dönüştürülmesi eylemidir devrim. Devrimin sosyal, kültürel özgürlüklerin elde edilmesi, gelişmesi veya geliştirilmesine indirgenmesi doğru olamaz. Hele hele siyasi geleceği belirsizlikler taşıyan bir süreç hüküm sürerken ve hele hele devrim olarak tanımlanan statünün gerici sınıfların merkezi devletine bağlı bir statü olduğu-olacağı söz konusuyken, burada bir devrimden söz etmek yanılgıdır. Yanılgıdır, hem de reformculuk ile devrimin aynılaştırılması düzeyinde ciddi bir yanılgıdır. İndirgemeci anlayış ve yaklaşımlar ciddi argümanları basitleştirip sıradanlaştırma özelliği taşırlar. Dolayısıyla olumlu bir gelişmeyi devrime çıkarabilir, devrimi reformsal bir gelişmeye indirgeyebilirler… Fakat proleter devrimci siyaset ve yaklaşım kavram ve argümanları karşılığını seçici olarak tespit eder, kavram ve argümanlar silahını zayıflatmadan kullanır. Rojava’daki durumun devrim olarak değerlendirmenin hatalı olduğunu daha iyi anlamak için şu örneği verelim. Örneğin, Erdoğan-AKP iktidarıyla PKK arasında gündemde olan müzakere süreci kesintiye uğramayıp ”başarıyla” sonuçlansaydı. Ve bu anlaşma sonucuna uygun olarak Kuzey Kürdistan’a özerklik statüsü tanınsaydı veya Kürt ulusunun önemli bazı talepleri kabul edilerek belli bir statü tanınmış olsaydı bu gelişmeye devrim mi diyecektik? Yani Türk hakim sınıflarının şu veya bu sebeple anlaşma içinde uyguladığı politikaya veya bu politikanın sonucunda ortaya çıkan Kürtlere statü niteliğindeki duruma devrim demek mümkün müdür? Açık ki, hayır. O halde Rojava’da bir statü elde edilmesine karşın, bu koşullardaki statüye devrim demek ne kadar isabetli olabilir? ”Rojava Devrimi” tanımlamasının ajitatif bir söylem olarak dillendirilmesi bir nebze anlaşılabilir, ancak gerçek manada bir devrim olarak değerlendirilmesi kesinlikle hatalıdır. Bu hatanın devamı ise, KUH’un mevcut pratik sürecinden bir devrim beklentisinin hasıl olması ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimini ”Kürdistan devrimi” biçiminde ayrıştırarak bu devrimi ayrıştırma mantığına uygun olarak ”Türkiye devriminin” önkoşulu haline getirme yaklaşımına yansımaktadır. Bu görüş ve yaklaşımların KUH’un mevcut direniş-savaş pratiğine hayranlık etkisiyle nüfuz yörüngesine girip sınıf siyaseti perspektifinden sapan bir eğilim olduğu söylenebilir… Rojava hakkında açtığımız parantezi de kapatarak tekrar konumuza dönelim.

KUH’un özyönetim iradesi olarak geliştirdiği süreç siyaseten başarılı, yerinde ve doğru olmakla birlikte, özyönetim ilanlarının tüm yerel yönetimlerini kapsayacak bütünlükle ortaya konulmaması hatalı bir taktik ya da yönelim olarak değerlendirilebilir. Direniş politikasının belli kentlerde uygulanan özyönetim ve direnişi biçimine indirgenmesi ve Kuzey Kürdistan’da genel bir ayaklanma biçiminde ele alınmaması eksiklik iken, bu politikanın savaş taktiği anlamında belli bir mantık ya da belli gerçeklerden kaynaklanan gereksinim olarak ortaya çıkması anlaşılırdır. Fakat, parçalı kent direnişleri olarak izlenen taktiğin daha çok tam manasıyla ve topyekun bir karşı savaşa girişmekte tereddüt edip, kontrollü bir savaş-çatışma süreciyle yetinerek müzakere sürecine dönme beklentisinden doğan bir temkinlilik olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ne var ki, süreç faşist katliamlar ve vahşi uygulamalarla derinleştikçe, KUH’un direniş veya karşı savaşı daha ciddi niteliğe büründü. Bu yolu izlemektedir.

Bu süreçte KUH’un kent direnişlerinde kanal kazma vb. biçimde uyguladığı barikat taktiği son derece etkili bir savunma, doğru bir yöntem ve yerinde bir direniş biçimiydi. Türk hakim sınıflarını siyasi prestij olarak yerlere yıkan ve tüm böbürlenme ve kıyımına rağmen gerçek bir başarı sağlayamayarak çaresizliğini gözler önüne seren bir süreç olarak bu kanal-barikat direnişi muazzam bir tecrübe, kahramanca bir direniş örneğidir. Kanal-tünel-barikat taktiğinin, tüm yardakçı-yaver ve satılık takımının devreye sokularak eleştirilmesi ve bunca teşhir çabası, kanal-barikat direnişinin başarılı olmasının ürünüdür. Ordusu, polisi, sivil faşist çeteleri, tüm militarist güçleri ile birlikte, tank-top, uçak, helikopter ve her türden kitle imha silahının kullanılması ve en aşağılık metotlara başvurularak barbarca ve insanlık dışı her türlü zulmün, katliamın ve kıyımın uygulanmasına karşın, Kürt ulusunun direnişi yenilememiş, teslim alınamamıştır. Direnişin devam etmesi bunun açık delilidir. Direniş açısından değerlendirildiğinde, sürecin başarılı olup kazanmaya aday olduğu söylenebilir. Aynı biçimde KUH açısından sağlam bir duruş ve olumlu bir süreç olarak okunabilir. Fakat tüm olumluluklarına karşın göreli bu durum, ideolojik-teorik ilkelerin devre dışı bırakılarak andaki duruma endeksli düşünüş tarzıyla kafa karışıklığına düşmeye gerekçe olamayacağı gibi, sınıfsal perspektiften ulus orijinli perspektife ideolojik olarak iltihak eden eğilimleri hiç doğrulamaz. Ülke sınıf hareketi içinde KUH’a güdümlü gelişen teorik-pratik yalpalanma ve hatta komünist saflarda KUH’un niteliği hakkında ”sosyalist” değerlendirme biçiminde beliren belli eğilimler, etkileşimin açtığı falsolar ve ideolojik ilhak eğilimine açık örnekler durumundadırlar… Amacı, ilkeyi ve teoriyi, güce ve geçici pratik gerçeğe feda eden yaklaşımlar elbette bugün KUH’un savaş pratiği karşısında sağlam durmayarak yönlerini yitirmekten kurtulamazlar. Ne var ki, bu komünistlerin tavrı ve duruşu olamaz. Küçük-burjuvazinin güç karşısında eğilmesi ve pratik her şey, amaç hiçbir şey kulvarına kayması anlaşılırdır. Fakat komünistler için durum tamamen farklıdır, tamamen amaç ve ilke meselesi olarak kabul edilmezdir. KUH’un demokratik niteliğinden, ilerici ve haklı savaşından, hatta somuttaki tavrıyla devrimci rol oynamasından bir an bile kuşku duyulamaz. KUH’la dostluk, ittifak ve ortak mücadeleler konusunda bir şüphe duyulamaz. KUH’un demokratik ve haklı mücadelesinin ve taleplerinin desteklenmesinde bir tereddüt yaşanamaz. Kürt ulusunun yaşadığı acılar ve maruz kaldığı kıyımlar karşısında kayıtsız kalmak tasavvur edilemeyeceği gibi, Türk hakim sınıfların ırkçı-milliyetçi saldırganlığı karşısında Kürt ulusuyla dayanışmamak bir an bile düşünülemez… Lakin ulusal hareket olma niteliği ve buna bağlı stratejik yönelim, ideolojik-siyasi doku ve amaç ve hedefleri unutulup abartılı olarak anlamlandırılamaz. Ulusal hareketlerin ve somut ulusal hareketin tarihsel gelişim ve yol kıvrımları izlendiğinde durum daha net anlaşılmış olacak ve kabaran-inen gelişim seyri karşısında daha doğru siyaset benimsenmiş olacaktır. Dillendirilmesinden dahi rahatsızlık duyuyoruz, ancak maalesef ve maalesef KUH’un mevcut durumdaki politikası, onun tüm stratejik yönelimini ifade etmemekte ve uzlaşma eğilimini-çizgisini ortadan kaldırmamaktadır. Yazık ki, bu olumlu pratiğin belli şartlarda terk edilerek, masumca beslenen devrim hayallerini dumura uğratıp Türk hakim sınıflarıyla uzlaşma zemininde silahlı mücadele ve savaşı yadsıması çok uzak olmayan muhtemel gelişmedir. Türk hakim sınıflarının bu sürece çeşitli sebeplerle de olsa yanaşmaması ya da şimdilik geçici olarak yanaşmaması, bu bağlamda PKK’nin zorunlu olarak savaş-çatışma pozisyonunda kalması, PKK’nin ideolojik-siyasi çizgi ve stratejik yönelimini belirlemez, belirleyen durum olarak ele alınamaz. PKK’nin uzak olmayan bir zaman diliminde (ve elbette Türk hakim sınıflarının da yaklaşımıyla) Türk hakim sınıflarıyla uzlaşma zeminine döneceği yönündeki tespit ya da öngörümüzde yanılmış olmayı canı gönülden isterdik fakat tüm teorik-pratik sosyal gerçeklik ve siyasi doku ile sınıfsal zemindeki ışık bu yönelime işaret etmektedir. O halde anlayış ve genel siyasetin saptanmasında bu gerçeklerin göz ardı edilemeyeceği açıktır. Güncel siyaset güncel durum üzerine kurgulanabilir ama teorik tez ve görüşler kesinlikle daha derin gerçekler üzerine tesis edilebilirler…  

Savaş meselesine girmişken bir nüansa dikkat çekmek yararlı olacaktır. Direniş ve savaşın kahramanca olması, haklı olması ve desteklenmesi gerektiği ayrı bir mesele olmakla birlikte, yürütülen savaşta benimsenen eylem çizgisi de esasta olumluyken ciddi hatalar da barındırmaktadır. Hem de merkezi iradesinin olumlu açıklamalarına karşın, eylem pratiğinde es geçilmeyecek hatalara düşmektedir. Bu hata eylemde sivillerin gözetilmesinde yeterince titiz olunmamasıdır. Azami derecede sivillerin zarar görmemesi kaygısı taşınmalı, hedeflenmeli, bu sağlanıp pratikleştirilmelidir. Aynı hata, Halkların Birleşik Devrim Hareketi olarak üstlenilen eylemde de mevcuttur. Dolayısıyla eleştiri salt KUH’a değil, HBDH’yedir de. Özellikle eylemlerde sivil kayıpların devam etmesi, sistemli hale gelmesi ve bunun eylem çizgisi olarak gelişmesi olasılığı durumunda, bunun kabul edilmeyeceği bilinmelidir. Savaşın doğası istem dışı bazı gelişmelere yol açar, açabilir. Hassasiyetimize ve irademize rağmen bazı olumsuz gelişmeler gündeme gelebilir. Bütün bunlar anlaşılırdır. Fakat yeterli titizliğin gösterilmemesi, sivil kayıpları kolayca göze alan ve makul gören, sivil kayıplarını genelleştirip eylemde bu ayrımı gerektiği gibi dikkate almayan ve istenmeyen bu sonuçları genel hale getiren bir yaklaşım elbette anlayışla karşılanamaz. Halka zarar vermeme ilkesi net ve açık olarak benimsenip uygulanmak durumundadır. Ki, tersi pratik her bakımdan eylem sahiplerinin aleyhine olacaktır. Baltayı kendi ayağımıza vurmamalıyız! Halk hedef ve çıkarlarımızdan önde tutmalı, halkın zarar görmemesini ilke edinmeli, halkın çıkarlarını esas almalıyız! Tersi yaklaşım ne adına, hangi gerekçeyle olursa olsun yanlış, zararlı ve amaca, varlık gerekçelerimize, mücadelemize, mücadele sebeplerimize aykırıdır! Eylem çizgisindeki ilgili hataların düşman provokasyonlarına zemin sunduğu da atlanamaz bir gerçektir. Önemli gördüğümüz bu parantezi şimdiki gelişme durumunda yeterli görüyor, yazımıza devam etmek üzere kapatıyoruz.

Sınıf devrimi perspektifi ulusal enfeksiyon kapmıştır

Türk hakim sınıfları devleti veya iktidarı, Kürt ulusuna bu kanlı zulüm ve kıyımı reva görüp uygularken ve Kürt ulusu buna karşı desteklenmesi gereken haklı bir mücadele yürütürken, merkezi olan aynı devlet bu coğrafyada bulunan diğer azınlıklara, farklı inançlara, Türk halkı ve bütün bunlardan oluşan Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen-sömürülen emekçi halk ve en geniş kitlelerine dönük de görece aynı ton da olmasa bile faşist baskılar uygulamakta, katliamlar gerçekleştirmekte, azgınca sömürüp zulüm etmektedir ve bütün bunların öyle ya da böyle mücadelesine, direnişine de tanık olmaktadır. Bu baskı ve zulüm Kürt ulusu şahsında milli baskı-zulüm ile katmerli hal almakta, Kürt ulusunun dinamik direniş ve mücadelesiyle elbette öne çıkmakta, sürecin en dinamik yanını oluşturmaktadır. Bu bağlamda baskı, sömürü, zulüm biçimlerinin mağdurları geniş, farklılıklar taşıyan ve belli özellikleriyle değişen bir çerçevede bulunmakta ancak Kürt ulusu-Kuzey Kürdistan gerçeği mevcut dinamik haliyle belli biçimde öne çıkmakta, bir ayrım göstermektedir. Kuzey Kürdistan’da milli orijinli çelişkinin keskin bir savaş biçiminde seyrettiği inkar taşımaz reel bir doğrudur. Fakat faşist diktatörlüğün baskısına maruz kalan mağdur kesimlerin hepsinin merkezi tek devlet ve hakim sınıf iktidarlarına karşı ve onunla mücadele zemininde oldukları unutulamaz. Bütün bu kesimlerin kaçınılmaz hedefi ve devirmesi gereken iktidar ya da yıkması gereken devlet Türk hakim sınıflarının baskı aracı olan merkezi devletidir. Bu merkezi devlete ya da bu ortak düşmana karşı ortak mücadele ve ortak devrim isabetli yönelim olarak rasyonel olandır.

Kuzey Kürdistan’da milli çelişkinin keskin ve dinamik olması, buna bağlı olarak siyasi alanda mücadele ve savaşın da dinamik olup elverişli şartlar taşıması açısından ”devrimin” oradan patlak vermesi veya zayıf halkanın orası olması görece söylenebilir bir gerçektir. Ki bu da, orada sınıf hareketinin önderlik pozisyonunda olması koşullarında tartışılabilir. Devrimin sübjektif güçlerinin durumu ve devrime önderlik yapacak komünist olmasa bile devrimci örgütün varlığı, kitlelerle birleşme yeterliliği şartları da aranması gerekenlerdendir… ”Devrimin” patlak vermesinin nesnel ve siyasi şartlarının orada olgun olması temelindeki bu göreli gerçek, sınıf devrimi ve ortak-birleşik devrim perspektifinden ayrılıp, ”Kürdistan devrimi”, ”Türkiye devrimi” tezine geçmeyi doğrulamaz. Kuzey Kürdistan’da patlaması muhtemel görülen veya muhtemel olan devrim ortak-birleşik devrim perspektifiyle tüm Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi olarak ele alınıp, kesintisiz, ayrımsız ve ayrıştırıcı olmaksızın merkezi devlet ve iktidarın yıkılmasını hedeflemek durumundadır. Tek-merkezi devlete karşı iki devrimin planlanıp öngörülmesi, bir devrimin objektif olarak feda edilmesi anlamı taşır, taşıyacaktır. Kuzey Kürdistan’da yenilgiye uğratılan, uğratılacak veya uğratılmış olan bizzat merkezi devlettir. Merkezi devlet yenilgiye uğratılmışken Kuzey Kürdistan dışında neden ayakta kalsın? Ki kalmasının şartları zaten ve esasta ortadan kalkmıştır. Böyle ele almayıp, Kuzey Kürdistan’da yenip ”Türkiye’de” devam etmesini öngörmek devrimin mantığı ve tüm gerçeklik açısından sorunludur. Çelişkilerin keskinliği ve genel şartlar bakımından Kuzey Kürdistan’ın daha uygun ve dinamik olması, ”Türkiye”nin bu şartlar bakımından daha geri olması bir gerçek de olsa, bu gerçeklik devrimi ikiye ayırmanın, iki ayrı devrim olarak ele almanın haklı gerekçesi olamaz, uygun şartlara sahip olan yerden başlatılan devrimin sürdürülüp merkezi devlet sathında genel bir devrime dönüştürülmesi biçimindeki ortak tek devrim perspektifini yanlışlamaz. Şayet devrim, ”Kuzey Kürdistan devrimi” vb. biçiminde ele alınırsa, bu, merkezi devletin genel olarak yıkılmasını ortadan kaldırır, ”Türkiye’de” devrimi geciktirir, koşul ve şartlarını zayıflatır…

Kuzey Kürdistan’da sorun devrimci yolla da olsa çözüldüğünde, bu sürecin belli sonuçları şöyle özetlenebilir: 1) Bu devrim ”Türkiye” halkına ilham kaynağı olur, olabilir. Dolayısıyla orada devrimin gelişmesine etkide bulunur, bulunabilir. 2) Merkezi devlet siyasi-ekonomik olarak sarsılır, zayıflar, küçülür, güç kaybeder. Dolayısıyla nispeten güçsüz bir düşmanla karşı karşıya kalınır ve bu düşmanın-devletin bir devrimle yenilmesi daha olanaklı, avantajlı hale gelir. 3) Kürt ulusal sorunu ve bu eksendeki çelişkisi ortadan kalktığında ”Türkiye”de devrimin sübjektif şartlarında ya da devrimci dalgada gerileme olur. Devrimci hareket geriler. Çünkü, dinamik olan bir mücadele ve potansiyeli ve dinamiği fiilen ”Türkiye”nin devrimci koşullarından kopmuş-eksilmiş olur. KUH’un merkezi devlete karşı devre dışı kalmış olması bu devletin siyasal olarak soluklanmasına, rahatlamasına, yol açmakla birlikte, bura savaşının yüklediği ekonomik külfetten kurtulmuş olur. Bir taraftan siyasi-ekonomik istikrarda belli bir rahatlama dönemi yaşayabileceği gibi, tersinden Kuzey Kürdistan talanının ekonomik getirisinin ortadan kalkması bakımından da ekonomik küçülme veya istikrarsızlık yaşayabilir…

Ortaya çıkacak bu sonuç veya şartlar muhtelif biçimlerde yorumlanıp okunsa da, hepsinin doğruladığı gerçek esasta ”Türkiye” devriminin lehine uygun şartların ortaya çıkacağı yönündedir esas itibarıyla. Dolayısıyla, merkezi devlet koşullarında ve sınırları içinde ortak devrimi öteleyerek, ”Türkiye devrimini” ”Kuzey Kürdistan devriminden” kopararak ayrı ele almanın yanlış olduğu açığa çıkar.

Enteresan olan bir husus da şudur. Kürt Ulusal Hareketi ve Halkların Birleşik Devrim Hareketi söyleminde bütünlüklü-birleşik bir devrimden söz ederken, HBDH’nin kimi bileşenleri ”Kürdistan devrimi” ve ”Türkiye devriminden” bahsetmektedirler. Dahası, Kürt Ulusal Hareketi’nin de programsal ve somut stratejide bir devrim yönelimi de yoktur. Merkezi devlete bağlı olarak kendisini yönetme zemininde özerklik talebi, mevcuttaki en ileri talebi, somut yönelim ve hedefidir denilebilir. KUH’un önemli bir bileşeni olduğu Halkların Birleşik Devrim Hareketi, ”Türkiye”de demokratik halk devriminden bahsetmekte ama ayrı bir ”Kürdistan devriminden” bahsetmemektedir. Eğer devrim bu biçimde iki devrim olarak ele alınacaksa ve özellikle de ”Türkiye devrimi Kürdistan devrimine” endeksli görülecekse, o halde HBDH’de ”Kürdistan devrimi”nin esas alınması, HBDH’nin önceliğinin bu olduğu söylenmek durumundadır…

”Kürdistan devrimi” odaklı devrim tasavvuru, ”Türkiye”de devrimi erteleyip tatile çıkararak sınıf merkezli devrimini muammaya sokmuş olup, çeşitli millet ve milliyetlerden proletarya ve halkların ortak sınıf devrimi olan Türkiye-Kuzey Kürdistan ortak-birleşik devrimini kafasından silmiştir. Bu devrim anlayışı zımnen iki şey söylemiş olmaktadır: Bir; Kürdistan devrimini KUH’a ve bu önderliğe teslim ederek sınıf devriminin ve önderliğinin görevsizliğini ilan etmiş olmaktadır. Zira mevcut şartlarda sözü edilen ”Kürdistan devrimini” gerçekleştirme ve ona önderlik yapma pozisyonu objektif olarak KUH lehinedir. Sınıf orijinli hareketin buna önderlik yapma olasılığı ve iddiası mevcut şartlarda gerçek dışı, sübjektiftir. İki; Nasıl formüle edilirse edilsin, bu görüş, fiilen sınıf devrimi yerine ulusal devrim perspektifini benimsemiş durumdadır. Yani, ”Kürdistan devrimi” olarak ulusal devrimi benimseyerek sınıfsal niteliğini reddedip ulusal niteliğe konaklamış olmaktadır. Bu, sınıf devrimi perspektifinin ulusal enfeksiyona yakalanmış olmasıdır… Bahis konusu ”Kürdistan devrimi” bir sınıf devrimi olmayıp ulusal devrim niteliğinde olacağına göre ve bu sürece objektif olarak KUH önderlik yapacağına göre, ”Kürdistan devrimini” savunan sınıf hareketi bütün bunları kabul ederek ulusal devrim ve harekete yedeklenmiş, onun yörüngesine girerek yönünü kaybetmiş demektir. Dolayısıyla sınıfsallıktan milliyetçiliğe kaba bir geçişin sağlandığı da söylenebilir. Kimin kime önderlik yapacağı sorunu da ters orantılı olarak çözülmüş olmaktadır. Kısacası proletaryanın önderliği, proleter devrim ve devlet teorileri ve yönelimi bulanık suların akıntısına bırakılmıştır.  

Ulusal devrimin neden sınıf devriminin yerine geçmesinin gerektiği sorunu açıklanmış, anlaşılmış ve anlaşılır değildir. Komünist hareketin devrim ve devlet perspektifinde tamamen sınıf ve enternasyonalizm vardır ama ulusal devrim yaparak burjuva milli bir devlet kurma hedefi yoktur, böyle bir görevle yükümlendiğine de rastlanmamıştır.

Şayet, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gerçeğe karşın, ”Kürdistan devriminden” kastın bir ulusal devrim olmayıp demokratik devrim olduğu söylenir, söyleniyor ise, bunun da ulusal hareketi halk hareketi olarak değerlendirme yanılgısı taşıyan anlayışın ürünü olarak aynı kapıya çıktığını söyleriz. KUH’un halk hareketi olarak değerlendirmesindeki yanılgı demokratik devrim beklentisindeki yanılgı olarak nüfuz etmektedir, hepsi bu. KUH’un siyasi biçimlenmesi, taban ve gövde bileşenine bakılarak ona halk hareketi unvanı verilmesi elbette başka bir yanılgıdır. Oysa herhangi bir harekete damga vuran esas, ideolojik-siyasi çizgi, program gibi meselelerle birlikte, o hareketin önderliğidir, önderliğinin niteliğidir, tabanı değil. KUH’un gövdesine bakılarak halk hareketi olarak değerlendirilmektedir. Ne ki, hareketin kitlesine bakılarak o hareketin niteliği hakkında bir değerlendirme yapılamaz. Halk hareketi ile sınıf hareketi, amaç ve hedeflerinden, çıkış nedenleri ve önderliğine, ideolojik-siyasi niteliğine kadar tüm muhtevada ayrışan iki farklı kulvardır. Biri sınıf orijinli, diğeri ulus orijinli olduğunu söylemek esasen yeterlidir…  

”Türkiye devrimi” ile ”Kürdistan devrimi” arasında bu denklemi kuran yaklaşımın bir handikabı da şudur: KUH’un devlet ile uzlaşma-müzakere sürecini yeniden başlatması ve bunu belli taleplerinin kabul edilmesi veya belli bir statünün elde edilmesiyle sonuçlandırması durumunda ”Kürdistan’da” bir devrimden söz edilebilir mi? ”Kürdistan devrimi”ni akıbeti ne olur bu durumda ve ”Türkiye devrimini” ”Kürdistan devrimine” endeksleyen görüşün bir karşılığı kalır mı? Açık ki, boşa çıkarak ayakları havada kalır. Ki, varsayım olarak belirttiğimiz bu gerçek esas olarak varsayım değil, belli bir gerçekliği ifade etmektedir. Yani KUH’un bugün ve bu iktidarla olmasa da yarın başka iktidarla müzakere sürecine girmesi tamamen mümkün ve güçlü olasılıktır. Hatta bu iktidarla bile bu sürecin gündeme gelmesi mümkündür. Bu, yukarıda KUH’un girdiği süreç ve kırılmalar hakkındaki özetlediğimiz gerçeklikle de açıktır. Kısacası bu durumda hangi devrimden söz edilecek ve bahsi geçen yaklaşımların devamı ve durumu ne olacaktır… Gerçeklerden kopuk ileri sürülen teori ve tespitlerin karşılıksız kalması kaçınılmazdır…

Oysa devrimci teori, ilkeler, tezler ve devrim savunusu örgütsel-siyasi güce, göreli gerçeğe göre oluşmaz, oluşturulamazlar. Komünist ya da sınıfsal hareketin örgütsel-siyasi olarak güç olmaması veya olamamış olması, onun güç olana entegre olmasını gerektirmez. Bunun gibi, önderlik rolü ve iddiasını devrederek kuyrukçu pozisyonu benimsemesine ve sınıf devrimi rotasını ulusal devrime çevirmesine gerekçe olmaz, olamaz. KUH’un ciddi bir güç olması, şartlı olarak yetkin bir savaş yürütmesi sınıf hareketinin kendi mantalitesinden soyunarak argümanlarını terk edip KUH ve onun argümanlarını kuşanmasına gerekçe olamaz. 

Sınıfsal perspektif ve sınıf devrimi teorisi, toplumsal değişimi sınıf çelişkileri zemininde bu çelişkilerin devrimci sınıflar lehine bir sınıf devrimi ile gerçekleştirmeyi öngörür. Ulusal sorunu bu kapsamda ele alarak çözüme kavuşturur. Ama demokratik bir mesele olan ulusal sorunu sınıf devriminin yerine geçirmez ya da onu sınıf devrimi dışında salt bir ulusal devrim olarak tasavvur etmez, onun çözümünü esasta sınıf devriminin önüne koymaz. Milli Demokratik Devrim tam da bu zeminde karşılık bulur. Milli sorunun işgal gibi şartlarda öne çıkması son derece anlaşılır ve doğruyken, bu devrimin salt milli devrim olarak demokratik devrim niteliğinden bağımsız ele alınması düşünülemez. Milli-ulusal devrim sınıf devrimi olmadığına göre kuracağı iktidar veya iktidara getireceği nitelik de proleter değil, son tahlilde burjuvadır. Elbette bütün bunlar komünist devrimci perspektif açısından böyledir. Mümkündür ki, ulus burjuva devlet ve burjuvazisi altında yaşamayı benimser. Komünistler bunun karşısında engel olmaz, ulusun iradesine, kaderini tayin etmesine saygı göstererek tanırlar. Lakin, kendi perspektifleri olarak bunu benimsemez, uygulamazlar. Sınıf devrimi ve devleti yönelimiyle ulusal sorunu çözerler. Aksi halde ulusal sorunun çözümünde sosyalist çözümden söz etmenin manası kalmaz ve sorunun çözülmesi salt KUH’a terk ve havale edilmiş olurdu. İdeolojik erozyona maruz kalmış kimi kesimler pekala bunu yapıyor olsa da komünist partisinin ulusal sorunun çözümü karşısında kendisini yetkisiz-görevsiz görmesi düşünülemez.

”Kürdistan devrimi” ve ”Türkiye devrimi” noktasında bir ayrışıma vararak Türkiye-Kuzey Kürdistan ortak(birleşik) devrimi tezinden dönen anlayışın yeni bir devrim programı, yeni bir devrim stratejisi, yeni bir çelişki/baş çelişki tespiti yapmakla karşı karşıya olduğu inkar götürmez bir doğru ve mantık tutarlılığının devamı olarak vardığı ve kaçınamayacağı noktadır. Bu işin ayrı boyutudur. Esas olarak vurgulamak istediğimiz nokta ise, adı geçen anlayışın yanılgısının, KUH’un kendisine dayatılan gerici savaşa karşı haklı zeminde geliştirdiği başarılı karşı savaş sürecinin bu anlayışlar tarafından bir devrim süreci olarak değerlendirilmesi ve kuşkusuz ki bu devrimde yer almanın zorunluluğu fikridir. Süreci, devrim veya devrimin gelişmesi olarak değerlendirmeleri yanılgının esas halkasıdır. Ki, bu yanılgı veya sübjektif değerlendirme, ”Kürdistan devrimini” ayrıştırarak öncel almaları biçimindeki hatalı fikrin de besleyen kaynağıdır.

Şüphesiz ki, mevcut süreç bir devrim olsaydı bu devrimde yer almak tartışma götürmez bir doğru ve görev olurdu. Dahası, süreç devrim olamadığı halde de direnişte veya direniş sürecinde yer almak sosyalistler açısından aynı derecede tartışma götürmez bir görev ve sorumluluktur, sosyalist devrimci bilinç ve tavır açısından… Fakat yanılgı şu ki, yaşanan süreç tüm kahramanlığına, devrimciliğine, dinamizmi ve olumluluğuna karşın, ne yazık ki bir devrim veya devrimin yaşanması olarak değerlendirilmez. Erken bir değerlendirme olmakla birlikte, somut gelişmelerden etkilenen yanılgılı değerlendirmedir devrim beklentisi ya da değerlendirmesi. Ki, bu sürecin ‘Devrim mi, değil mi?’ sorusu uzun olmayacak kadar yakın zamanın sosyal pratiği tarafından da açıklığa kavuşturulacaktır muhtemelen. Özyönetim talebi ve iradesiyle geliştirilen bir süreç yaşanırken, salt savaşın keskinliği ve kahramanca direnişten yola çıkarak süreci devrim olarak tanımlamak tez canlı sübjektif değerlendirmedir… Şayet devrim anlayışı kuşa çevirtilip sıradanlaştırılmamış ise, sürece devrim demek, süreçten devrim beklemek sığ görüş olup ham hayaldir.

Tabi ki, tüm gerçeğe karşın ya da teorik çerçeve ve somut durumun doğrulamamasına karşın eğer Kuzey Kürdistan’da bir devrim gelişirse, bu devrimin karşısında durma, engel olma gibi gerici bir tutum almamız düşünülemez. Fakat olmayan bir devrimin varmış gibi gösterilerek yönelim belirlemek de doğru bulunamaz, kabul edilemez.

***

Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve sosyalist hareketinin içinden geçtiğimiz süreçte KUH’tan etkilenip ideolojik sarsıntılar yaşadığını söylemek abartı olmaz. KUH’un halk hareketi olarak değerlendirilmesi yanılgısı da bu etkilenmenin bir türevi ve biçim ile öz, önderlik ile potansiyel bileşen arasındaki tayin ediciliği seçemeyen kafa karışıklığının bir ürünüdür. Bu zeminde ulusal hareket ile sınıf hareketinin niteliği-ayrım çizgileri üzerinde bir tartışma açmak yerinde olacaktır. Sınıf hareketiyle ulusal hareketin ayrım çizgileri aslında tarif edilmeye muhtaç olmayan ölçüde açık ve çıplaktır. Ancak bu teorik doğru ideolojik etkilenmelere bağlı olarak belli bir karmaşaya sürülmüş durumdadır.

Peki ulusal hareket ile sınıf hareketi arasındaki temel fark nedir? Bu temel fark, birinin devrimci ötekinin son tahlilde burjuva olmasıdır.

Ulusal hareket dil, eğitim gibi kültürel sorun, yönetsel, vatan, bayrak gibi siyasi sorun, toprak, pazar sorunu gibi tarihsel koşullarda değişkenlik gösteren çeşitli vesilelerle doğar. Siyasi temele dayandığı gibi, ekonomik öz olarak pazar sorununa dayanır. Ulusal sorunun ekonomik özü pazardır-pazar sorunudur demekle birlikte, onun aynı zamanda bir dil sorunu olduğu, aynı zamanda bir toprak sorunu olduğu, aynı zamanda bir kültür sorunu olduğu Stalin tarafından söylenirken, söylenen tam da budur. Kısacası, ulusun burjuvazisi kendi pazarına sahip çıkarak kendisi sömürmek ister. Buna bağlı olarak da kendi kendisini yönetmek temelinde özerklikten bağımsız devletine sahip olmaya kadar siyasi bir yapılanmayı ihtiyaç olarak tespit eder, talepte bulunur, mücadele eder… Elbette ulusal baskı ezilen ulusun burjuvazisine uygulandığı gibi, tüm ulusa da uygulanır. Dolayısıyla ezilen ulus burjuvazisi gibi ulusal kitleler de ulusal harekette yer alır, katılırlar… Genel olarak ulusal hareketlerde ulus burjuvazisinin bayrak, dil, din, vatan gibi argümanlar kullanarak bu propaganda veya manipülasyon zemininde geniş ulusal kitleleri harekete katmayı başardıkları söylenebilir. Ancak ağır ulusal baskıya maruz kalmışlık ve bu baskının pervasız boyutlara varmış olduğu durumlarda bu manipülasyona gerek kalmadan ulusal kitleler ulusal harekete katılırlar. Bu durumda ulusal hareket, ulus burjuvazisinden halk kitlelerine kadar en geniş kesimleri barındıran ve son tahlilde burjuva olan bir harekettir. Burjuva olması, ulus burjuvazisinin önderliğinde olmasından kaynaklanabileceği gibi, ulusal devlet kurmayı geçmeyen siyasi hedef ve amaçlarından da ileri gelir. Ulusal hareketin demokratik muhtevasını desteklemekle yetinip, ulus burjuvazisinin gerici imtiyaz ve çıkarları temelindeki yönelim muhtevasının desteklenmemesi gerçeği de buradan ileri gelir ya da ulusal hareketin bu burjuva yanını kanıtlar…

Sınıf hareketi ise, ulusal hareketin tersine ulus ve etnisite temeline oturmaz. Bilakis her ulus ve azınlıktan ezilip sömürülen proletarya ve geniş halk kitlelerini temel alır. Yani sınıf karakterini baz alır ve sınıf zemininde anlam kazanır. Sınıf hareketi aynı zamanda halk hareketidir de denilebilir. Zira bileşenleri sınıf devrimi bileşenlerinden veya devrimci sınıflardan oluşur. Sınıf hareketi veya halk hareketi, sınıfsal olarak devrimci olan emekçi sınıf ve halk kitlelerini ihtiva eder. Halk hareketi kapsamında yer alan kesimler, sınıfsal devrimden menfaati olan objektif ya da sübjektif olarak devrimci olan kesimlerdir. Devrim süreçleri ve niteliklerine bağlı olarak devrimde proletaryanın müttefiki olup yanında yer alanlar, dolayısıyla sınıf kökenleri ve çıkarları itibarıyla devrimde yer alanlar devrimci ya da halk kesimleri olarak değerlendirilir ve halk hareketinin bileşenleri olurlar. Bu sınıf ve ara katmanlar üretim araçları karşısındaki pozisyonlarına, özel mülkiyet karşısındaki durumlarına ve gerici sınıf iktidarları tarafından ezilip sömürülmelerine göre belirlenir veya özellik edinirler. Bütün bu durumlarına bağlı olarak her türden burjuva ve gerici sınıf iktidarlarına karşı olup demokratik halk iktidarı veya sosyalist iktidarla birleşirler. Sınıf hareketi-halk hareketi, proletarya ve halkların etnik kimliklerine göre bölünüp ayrıştırılmasına ilkesel olarak karşı çıkar, bütün millet, milliyet ve inançlardan emekçi kitleleri birleştirmeyi amaç edinir. Dolayısıyla bu sınıfların devrimini örgütleyip geliştirir, bu kesimlerin proletarya diktatörlüğü karakterindeki iktidarını kurmayı görev edinip hedefler. Ulusal devrim ve devleti burjuva niteliklerinden dolayı benimsemez, proleter devrim ve devleti benimser… 

Proleter devrim ve devlet nitel olarak halk devrimi ve devletinden farklı olsa da, proleter devrim ve devlet burjuva egemen sınıflar karşısında ve sınıf muhtevası dolayısıyla halkın çıkarlarını temsil eder. Bu anlamda da proleter devlet aynı zamanda halkın devletidir de denilebilir. Ama proleter devlet halkın devleti midir diye sorulursa, kuşkusuz ki hayır, o proleter devlettir, esas niteliği budur. Sadece halkın çıkarlarını da temsil ettiği için aynı zamanda halkın devletidir de. Proletarya ve emekçiler devleti tanımlaması bu açıdan anlamlı olup, esasta bunu anlatan bir tanımlamadır. Devletin niteliği proleterdir ya da bu devlet proletarya diktatörlüğüdür fakat bu devlet-diktatörlük aynı zamanda emekçilerin de devletidir. Emekçi sınıfların bu devleti sahiplenmesi veya onunla birleşmesi bir rastlantı değil, bilakis çıkarları bu devlette olduğu için bu devleti destekleyip birleşmektedirler. Proletaryanın bütün emekçi halk kitlelerini ve bunların çıkarlarını temsil eden bir devlet niteliği-biçimi olduğu çıplak bir doğrudur. Tersi anlayış proletarya ile emekçi halk kitlelerini karşı karşıya koyan ve bunların sınıf çıkarlarının proleter devlette temsil edildiğini yadsıyan sakat anlayıştır.

Bu devlet ya da diktatörlük aynı zamanda ezilen tabi ulus veya sömürge ulusların kaderlerini tayin etme hakkını kayıtsız şartsız tanıyan, bura uluslarının ulusal kurtuluş mücadelelerini tarihsel olarak ileriye doğru adım olarak değerlendiren, bu hareketlerde ulus burjuvazinin gerici imtiyazlarına dönük özelliğiyle birleşmeyen ve ama bu hareketlerin demokratik muhtevasını tartışmasız olarak destekleyen, ulusal sorunu sosyalist çözüm projesiyle üstlenip tam demokratik normlarda çözüme kavuşturan ve son tahlilde ulusal kurtuluş mücadelelerini proleter dünya devriminin yedekleri arasında gören bir anlayışın taşıyıcısı ve temsilcisi bir devlet olarak, emperyalist tahakküm ve sömürgecilik karşısında ve ona karşı olmak kaydıyla esasta sömürge ve bağımlı ulusların demokratik talep ve haklar zeminindeki çıkarlarını da temsil eden özelliğiyle, ulusal kurtuluş mücadelelerini de üstlenen ve ulusal devleti de tarihe gömen bir devlet niteliğidir. Burjuva demokratik devrimler döneminin kapanıp proleter devrimler döneminin başlamasının bir anlamı da budur. Proleter devrim ve devlet tüm ulus ve azınlıkların haklarını garanti ettiği gibi, ulusların kaderlerini tayin etme hakkını, yani bağımsız devletlerini kurma hakkını tanıyarak ulusal soruna en ileri çözümü sunan ve getirendir. Bu durumda, tam bağımsızlık hakkını garanti etmeyen ve burjuva bir devlet hedefi taşıyan ulusal hareketlerin geri ve tercih edilemez olduğu açık, proleter devrim ve devletin tek geçerli devrimci yol olduğu sabittir. Sömürge veya bağımlı ulusların gerçek bağımsızlığı sosyalizmle mümkündür…

’17 Ekim Devrimi sınıflar mücadelesi tarihinde ve dolayısıyla toplumlar tarihinde bir milattır. Proletaryanın bu büyük devrimiyle tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, feodalizme karşı tarihsel olarak devrimci rol oynayarak onu tasfiye eden burjuvazi devrimci barutunu tüketerek gericileşti, feodal sınıflarla kol-kola girdi, birleşti. Bu tarihle birlikte burjuva devrimleri proletaryanın omuzlarına yüklendi. Tarihsel ve toplumsal olarak yeni ve en devrimci sınıf olan proletaryanın bu eylemi, burjuvazinin gericileşmesinin de tarihi oldu. Tarihsel olarak burjuva demokratik devrimler çağı kapanmış, proleter devrimler çağı başlamıştır. Burjuva demokratik devrimler burjuvazinin önderliğinden çıkarak proletaryanın önderliğinde yeni tipte ve biçimde burjuva demokratik devrimler olan özünde proleter olan Yeni Demokratik Devrimler dönemi açılmıştır… Bu çağda proleter devrimleri askıya alarak burjuva devrimlere meyletmek ya da eski tipte burjuva demokratik devrimlere saplanıp Yeni Demokratik Devrimi boşa çıkarmak tarihsel olarak geriye dönmek ve çağı inkara düşmekle eş değerdir. Bu eğilimin tersine, proleter partiler proletaryanın öncülüğü ve devriminden geri adım atmamalı-atamaz, sömürge ve tabi uluslar ise proleter partilerini kurarak bunlar vasıtasıyla ya da proletaryanın önderliğinde bağımsızlık ve demokratik devrim mücadelesine yönelmek durumundadırlar. Ulusal burjuvazinin, ideolojik-siyasi mantalitesine uygun olarak veya burada taşıdıkları zayıflığın sonucu olarak tam bağımsızlıkçı bir çizgide sonuna kadar gidemeyerek son tahlilde emperyalizmle ilişkilenme içine girmesi iftira değil tarihsel ve bilimsel bir gerçektir. Daha mücadele yıllarında girilen ilişkiler bunu tanıtlamaktadır. Emperyalist dünya sistemi şartlarında proleter olmayan (ulusal) burjuva önderliklerin ve kurtuluş hareketlerinin tam bağımsızlığa kavuşmasının olanaksızlığı bu hareket ve önderliklerin burjuva sınıf karakterlerinin ürünü olarak herhangi bir emperyalist güçle ilişkilenmelerinin koşulladığı bir gerçekliktir. O halde gerçek bağımsızlık ve kurtuluş için proletarya önderliğinde devrimler zorunlu ve şarttır.

Emperyalist güçlerle ilişkilenmeyen veya emperyalist bir güçten destek alıp ona dayanmayan bir ulusal hareket neredeyse yoktur. Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinin başından itibaren ya da belli bir aşamadan sonra emperyalist güçlerle ilişki içine girdiği bir doğrudur. Bu, ulusal hareketlerin burjuva önderliği, çizgisi, ideolojik-siyasi dokusunun sonucudur esasta. Diplomatik ilişkiler zeminde sürdürülen uluslararası ilişkiler de bu ilişkilenmesinin başka önemli bir aşaması olarak yaşanır. Dolayısıyla bu hareket ve önderliklerin gerçek ve tam bir bağımsızlık çizgisi izlemedikleri, emperyalist dünya şartlarında bağımsızlıkçı çizgi izleyemedikleri gerçektir ve bu onların sınıf dokusundan, ideolojik-siyasi çizgilerindeki kırılganlıktan ileri gelir. Bütün bunlara karşın, somut bir ulusal hareketin değerlendirilmesi içinde bulunduğu koşul ve aşamaya bağlı olarak belli nüanslar gösterebilir.

Örneğin Kuzey Kürdistan Kürt Ulusal Hareketi emperyalist güçlerle ilişkilenme konusunda henüz ve esasta olumlu zeminde durmaktadır. Bunda Kürt Ulusal Hareketi’nin doğrudan emperyalizmle karşı karşıya olmayıp dolaylı bir emperyalist tahakküme maruz olma gerçekliği rol oynar, oynamaktadır. Ama aynı zamanda bu gerçeklik Kürt Ulusal Hareketi’nin anti-emperyalist yanının diri olmamasının da bir sebebidir. Elbette Kürt Ulusal Hareketi’nin özellikle kuruluş koşullarına bağlı ve bu koşullardan itibaren sosyalizmden etkilenme süreci ve etkilenme derecesi, sınıf hareketiyle ilişkilenme süreci ve nihayet bütün bu zeminde ulusal hareketin önemli bir demokratik dinamiğe sahip olarak diğer ulusal hareketlere oranla daha devrimci-demokratik karakterde biçimlenmesi, Kürt Ulusal Hareketi’nin emperyalizmle ilişkilenme konusunda esasta olumlu olan mevcut pozisyonunu belirleyen öğelerdir.

Kürt Ulusal Hareketi görece olumlu olan bu pozisyonuna karşın, emperyalist güçlerle ilişkilenme konusunda belli bir süreçten sonra eğilimlerini ortaya koymuş ve hatta çeşitli ton ve biçimlerde ilişkilenme içine girmiştir. En azından belli siyaset ve süreçlerde bu ilişkilenmekten söz etmek yanlış olmayacaktır. Çok güçlü ve kalıcılaşmış ya da stratejik derecede bir ilişkilenmenin oturmuş olmasından söz edilemese de, belli bir ilişkilenme ve daha da önemlisi bu ilişkilenmeye yatkın olduğu birçok pratik ve siyasette açıkça görülebilirdir. Bunun da ötesinde, Kürt Ulusal Hareketi’nin doğrudan karşı karşıya olduğu Türk hakim sınıflarıyla ciddi ilişkilenmeler sürecine girdiği ve bilinen bu süreci ”çözüm-barış” süreçlerinden ”müzakereler” sürecine kadar ilerlettiği de ortadadır. Ki, bu sürecin öncesinden şimdi dondurulmuş olup keskin savaş biçiminde devam eden durum öncesi son aşamasına kadarki gelişme evresinde nelerin gündeme geldiğini ve bunların hangi yönelimin ürünü olduklarına dair yazımızın üst bölümlerinde belli parametreleriyle vermiştik.

Özetle ifade edersek, dondurularak kesintiye uğramış olsa da, Kürt Ulusal Hareketi’nin Türk hakim sınıflarıyla belli hak ve talepler zemininde uzlaşma konusunda net olduğu, bunun stratejik bir yönelim ve siyaset olduğu, bu kapsamda silahlı mücadele ve savaşını tasfiye ederek kendisini açık siyaset alanıyla sınırlamaya yatkın ve hazır olduğu, bu uğurda birçok ödünler verdiği ve taleplerini geriye çekerek de bu ödünleri vermeye müsait olduğu, Türk hakim sınıflarından beklentilere girerek ciddi yanılsamalar yaşadığı, mevcut durumda ise ”özyönetim” talebi olarak esasen taleplerinde düştüğü gerici noktadan nispeten ileri çıkarak bir statü talep ettiği ama her halükarda Türk hakim sınıflarıyla uzlaşma-anlaşma yönelimini koruduğu ve bu yönelimin silahlı mücadeleyi genel olarak yadsıyan, dolayısıyla Türk hakim sınıflarının tasfiye süreciyle stratejik yönelimde uyumlu zeminde bulunduğu, anlaşma-uzlaşma şartlarını esasta cılız tuttuğu, ödünler verme esasına uygun bir yönelim izlediği, hak ve taleplerinde pratik sürecinin tecrübelerinin gösterdiği üzere geri noktalara çekilmeye yatkın olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, girdiği ”çözüm-barış” ve son olarak ”müzakere” sürecinde, genel silahlı mücadele karşıtlığı zeminindeki ideolojik-siyasi-teorik anlayış yönelimi, Türk hakim sınıfları merkezi devletine bağlı kalma yaklaşımı, ulusal bağımsızlık hakkını tartışmaya bile açmaması, genel ulusal demokratik hak ve taleplerindeki geriye çekilme tutumu ve nihayetinde ödünler verme esasına dayalı bir uzlaşma eğilimi gütmesiyle hatalı bir süreç içinde olup eleştirilir bir durumda olduğu açıktır. Bu durumdaki KUH’un bağımsız bir Kuzey Kürdistan hedefinden uzak olup bunu gerçekleştirme veya bu hakkı elde etme dinamikleri taşımadığı, somutta da bu hedefinin olmadığı, bilakis Türk hakim sınıfları devletine bağımlı kalmayı benimsediği, dolayısıyla burjuva devlete esasta dokunmayıp onun sistem ve egemenliğinde ona uyumlu bir sistem ve statü içinde kalarak Kürt ulusunu bağımsızlığa taşımayıp ulusal sorunu esasta çözme durumunda olmadığı görülen ve görülebilir bir gerçektir. Ancak, bu ne kadar gerçekse, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını elde etmesi de o kadar gerçektir. Elbette diğer ulusal demokratik haklarını kazanması da aynı derecede ihtiyaçtır.

Mevcut Kürt Ulusal Hareketi veya önderliği bunu sağlayabilir mi? İşaret ettiğimiz gibi, uzlaşma-anlaşma zemininde mümkün olan veya bu anlaşma zemininde Kürt Ulusal Hareketi’nin dayattığı ya da kabul ettirebildiği ve Türk hakim sınıflarının da bunları kabul edip tanıdığı oranda Kürt ulusunun-KUH’un belli haklar elde etmesi mümkündür. Fakat Kürt Ulusal Hareketi’nin taşıdığı ideolojik-siyasi kırılganlıklarına bağlı olarak uzlaşma-anlaşma zemininde elde edilmesi mümkün olan bu hakların yetersiz ve nispeten zayıf olacağı geçmiş pratikten anlaşılmaktadır. Öte taraftan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını sağlaması açısından Kürt Ulusal Hareketi’nin son derece uzak bir yerde durduğunu söylemek yanlış olmaz. O halde Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkını elde etmesine olduğu gibi, ulusal demokratik haklarını en ileri düzeyde elde etmesi nasıl ve kimler önderliğinde mümkündür veya nasıl mümkündür? Açık ki, proleter bir önderlik ve mücadele hattında bu hakların kazanılması ve sosyalist devrimle kaderini tayin etme hakkını elde etmesi olası ve gereklidir. Sosyalist devrim ve iktidardan başka gerçek bir çözüm ve başarı düşünülemez. Şayet düşünülür ise, o halde sosyalist devrim ve devletin ulusal sorunda yetkili kılmadan devreden çıkarıp sorunu burjuvaziye havale etmek tek yoldur ama bu yol doğru değil, yanlıştır.

Bu gerçekler ışığında, mevcutta ”Kürdistan devrimi Türkiye devriminin önceli” veya ”şartıdır” minvalinde gündeme getirilen, ”Türkiye devrimi” ve ”Kürdistan devrimi” biçiminde iki ayrı devrim tasavvuruyla yeni bir devrim programı benimseyen ve sınıf devrimi perspektifinden uzaklaşarak KUH önderliğinde (KUH’a rağmen başka bir önderlikten pratik olarak bahsedile meyeceğine göre, KUH önderliğinde) bir ulusal devrime yönelen yaklaşım ve bu zeminde ifade edilen ”Kürdistan” ve ”Türkiye” devrimleri tanımlaması eğer Kürt ulusu eksenli ve lehine milliyetçi bir savrulma değilse, bir safsatadan ibarettir. Ki, bu akım, eğilim veya anlayışın başını çeken de esasen MLKP’dir.

***

Ulusal çelişki baş çelişki haline gelebilir mi, nasıl ve ne zaman gelebilir, gelir? Ulusal hareket açısından bunu tartışmak abestir. Ulusal hareketin doğma kaynağı bu çelişkidir. Sorunun ekonomik özü pazar olsa da, bu pazar sorunu ulusal sorun veya çelişkiden bahsedildiği yerde gündeme gelir, başka yerde keyfi olarak gündeme gelmez. Doğrudan emperyalist güdümlü ve kışkırtma olanları saymazsak… Kısacası, ulusal çelişki sömürge koşulları veya milli eksenli farklı tahakküm şartlarında da ulus veya ulusal hareket açısından tabiatıyla baş çelişkidir. Zira ulusal bağımsızlığın olmadığı, tersine ulusal baskı ve değişik statülerde tahakküm altında bulunan her bir ulus için ya da ulusal hareket için esas sorun bu tahakküm ve baskının kaldırılarak bağımsızlığını ilan etmesi veya ulusal haklarını elde etmesi sorunudur. Ulus orijinli hareketler için bu son derece anlaşılır ve tabiidir. Fakat komünistler için veya sınıf hareketi için durum aynı değil, tamamen farklıdır. Ulusal sorun ve çelişki, komünist hareket veya sınıf hareketi tarafından da tanınır, tarif edilir ve tespit edilir bir çelişkidir. Nitekim bu çelişkiyi başlıca çelişkiler içinde saymaktayız. Bu kadar net ve açık. Ancak bu çelişkinin komünist hareket için baş çelişki haline gelmesi veya komünist hareketin bu çelişkiyi baş çelişki olarak tespit etmesi belli şartlara bağlıdır. Nedir bu şartlar? Emperyalizmin doğrudan işgali, ilhakı şartlarıdır. Bu şartlarda baş çelişki değişerek, milli çelişki öne geçerek baş çelişki haline gelir. Zira emperyalizmin işgali durumunda, bu işgalin kaldırılması ön ve zorunlu bir şart haline gelir. Sorun milli bir sorun olarak somutlanır ve komünist hareketten bir avuç hain hariç diğer milli bileşenin tümüne kadar tüm ülke-ulus emperyalizme ve onun işgaline karşı mücadele eder. Milli birleşik cephe oluşur… Bu cephede komünistler ile emperyalist işgale karşı savaşan diğer yerli-milli burjuvazi arasında belli anlaşma ve ittifaklar gündeme gelir ve bu şartlarda milli mücadele yürütülür. Komünistler bu cephede bağımsızlıklarını korumak kaydıyla yer alır ya da karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde emperyalist işgale karşı savaşan diğer güçlerle karşılıklı dokunulmazlık zemininde ayrı güçler biçiminde mücadele edilir… Emperyalist işgal döneminde birinci sorun işgale son vermek veya emperyalist güçleri yenmek, ülkeden kovmak olur. Yani baş çelişki ülke genelinde emperyalist işgal-emperyalist güç ya da güçlere karşı mücadele olur. Komünistler için de aynı çelişki baş çelişkidir bu süreçte.

Aynı biçimde ilhak veya sömürge durumunda da milli çelişki baş çelişkidir. Zira işgalin siyasi-ekonomik olarak kalıcılaşmış veya oturmuş biçimi ilhak veya sömürge durumudur. İşgal esas olarak ilhak ve sömürgeleştirmeye dönük askeri adımdır. Başarılı olduğunda ilhak ve sömürgeleşme gündeme gelir. Başarılı olamazsa püskürtülmüş ve ilhakın, sömürgeleştirmenin önü alınmış olur…

Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine has sömürgeciliğin kapitalizmin tekelci aşamasında yarı-sömürgelik biçimine bürünmesi tamamen kapitalizmin çıkarlarına ve giderlerini azaltıp ucuz işgücünden yararlanmak ekseninde çıkarlarını maksimum düzeye çekme ihtiyacının ürünü olarak gündeme geldi. O halde günümüzde emperyalizmin eski sömürgeciliği terk edip yarı-sömürge(yi)ciliği tercih ettiği genel bir doğru olarak kabul edilendir. Ne var ki, bu dönemde de emperyalist işgal hareketleri büyük bir saldırganlık ve somut tehdit olarak devam etmektedir. Ulusların tahakküm altına alınıp bağımlı hale getirilmesi, yarı-sömürge duruma getirilmesi ve öyle tutulmaları da aktüeldir. Özcesi ezilen ulus gerçekliği, yarı-sömürge statüleri altında ulusal bağımsızlık sorunu, ulusal baskı ve milli zulüm gündemdedir ve bu durum emperyalist sistemdeki derinleşme ve gerici emperyalist yeni ihtiyaçlara bağlı olarak çok daha ağır şartlar altında devam etmektedir. O halde, burjuva devrimler dönemi kapanmış olmasa da, burjuva devrimlerin bir parçası olan ulusal kurtuluş veya ulusal hareketlerin gündeme gelmesinin maddi temeli ve siyasi şartları vardır. Dolayısıyla bu hareketler aktüeldir. Ekleyelim ki, ulusal mücadele-hareketler proleter veya devrimci sınıf hareketleri olmadığına göre, bunları son tahlilde burjuva hareket veya burjuva devrimlerin bir parçası olarak tanımlamak doğrudur. Ki, önderliklerinden amaç ve hedeflerine kadar tüm mantalitesi de bunların sınıf hareketi ya da proleter hareket olmayıp ideolojik-siyasi açıdan burjuva özlü hareketler olduğunu doğrular. Ulus kapitalizmin şafağıyla birlikte gündeme gelen bir içeriktir. Ulusun dayandığı temel kriterlere dönük bir ihlal ulusun bütünlüğüne yönelen hareket olarak değerlendirilir ve bu ihlal ya da hareket ulusal hareketin de temel gerekçesini yaratır. Ulus kapitalizmin şafağıyla birlikte şekillenirken, dil, toprak, pazar(iktisadi yaşam) birliği ve ruhi şekillenme süreci ulusu tarif eden temeller olarak belirlendi, ortaya çıktı. Ulusal hareket de bu temelden bağımsız olarak tarif edilemez, anlam kazanamaz. Bu anlamda ulusal hareketin sınıf veya halk hareketinden temelden farklı olduğu, muhtevasının son tahlilde burjuva olduğu açıktır. Halk kavramı ulustan önce var olduğu gibi, ulusun içinde de ayrı bir sınıfsal kategoridir. Aynılaştırılmaları da bilimsel gerçeğe aykırıdır. Ancak şöyle bir kader birliğinden söz edilebilir: Ulusal sorun, kapitalizmin şafağıyla birlikte oluşan uluslaşma gerçeğinin bir ürünü olmakla birlikte, doğrudan kapitalist sistemin yarattığı bir sorundur. Dolayısıyla sorunun gerçek manada çözülmesi veya ortadan kalkması kapitalist emperyalist sistemin tasfiye edilmesiyle mümkündür ki, bu tasfiyenin devrimci yoldan başka bir olanağı da yoktur. Bu durumda sorunun gelip sınıf devrimine dayandığı ötelenemez gerçektir. Aynı biçimde sınıf hareketi de sınıfların gündeme gelme tarihiyle yaşıt olup değişik niteliklerde gündeme gelen bir olgudur. Sınıf temelinde dayanmakla birlikte, günümüzde bu sınıfların tarifi burjuva-proletarya sınıfları ikileminde anlam kazanır. Dolayısıyla sınıf hareketi de kapitalist sınıf ve sistemi ortadan kaldırmakla yükümlü olup gelişimini bu zeminde sağlayabilir. Kapitalist emperyalist sistemi devrimci yoldan, yani devrimci sınıf savaşıyla yıkmaktan başka bir yolu yoktur. Ancak burada ayrıştırılması gereken husus şu ki, devrimci sınıf savaşımı ve devrimi ulusal soruna da çözüm getirdiği için, sınıf hareketinin ek olarak ulusal kurtuluş ve ulusal devrim gibi özel bir devrim yönelimine girmesi burjuva doğrultuya girmesi olur.

Her şeye karşın bir realite olarak ulusal mücadele ve hareketler aktüeldir, bu hareketlerin maddi zemin ve siyasi gerekçeleri gerçektir ve geçerlidir. Bu şu anlama gelir; burjuva devrimler döneminin kapanmasına, proleter devrimler döneminin açılmasına ve geçerliliğine karşın, aynı zamanda ulusal sorunun demokratik bir mesele olarak proletarya önderliğinde sınıf devrimleri vasıtasıyla en sağlıklı biçimde çözüleceği gerçeğine rağmen, ulusal hareketler-mücadeleler ortadan kalkmayıp bir ihtiyaç zemininde gündeme gelir, gündemdedirler. Buradaki çelişkinin(biçimsel çelişkinin) sırrı ise şuradadır: Sınıf devrimleri başarılı bir süreç yaşayıp sosyalist kampın kurulmasına varan bir gelişme seyri kaydetse de, bir; bu dönemin sosyalist veya demokratik devletleri ulusal sorunu çözme başarısı gösterse de bu başarıyı köklü olarak oturtamayıp belli sorunlu yanları barındırarak milli sorunun yeniden dirilmesi veya gündeme gelmesine belli düzeyde uygun bir zemin bıraktılar. İki; sosyalizm olarak yaftalandırılan ama gerçekte ise sosyal emperyalist olan süreçte, yani sosyalizm adına hareket edildiği fakat kapitalist restorasyonun sağlanarak geriye dönüşlerin yaşandığı iktidar koşullarında uygulanan politikalarla milli sorun ciddi biçimlerde tetiklendi veya sorun olarak yaşanmasına uygun politikalar izlenip gerekli zemin hazırlandı. Üç; emperyalist gericilik milli sorunu gerici emelleri için sürekli olarak kaşıdı, körükledi ve kullandı, böylece onu diri bir sorun hale gelmesinde rol oynadı. Sosyalist kampın açıktan çöküşü döneminde sosyal emperyalist dönemde bastırılmış olan ve ulusal soruna canlılık veren uygulamalarla ulusal sorunun belki de daha yaygın ve güçlü olarak gündeme gelmesinin şartlarını var etti. Özcesi, bu iki (ve hatta üçüncü) sebepten dolayı ulusal sorun gündemde olmaya devam etti, etmektedir. Ulusal sorun gibi kadim, hassas ve nazik duygular gerçekliği de bu sorunun diri kalmasının başka bir nedeni veya temeli durumundadır. Ancak esas olarak, sınıf devrimlerinin ve dolayısıyla sınıf iktidarlarının uzun bir dönemdir gündemde olmaması gerçeği ve dolayısıyla da fiilen ulusal sorunu çözme durumunda olmaması, öte taraftan emperyalist dünya gericiliği şartlarında derinleşerek devam eden ulusal eşitsizliklerin, baskının, zulmün, işgallerin, asimilasyon ve jenosidin sürmesi zemininde kaçınılmaz olarak ulusal sorun ve hareketler gündeme gelmektedir. Şayet proleter devrim ve devletler süreci pratik olarak yaşanıp gelişiyor olsaydı kuşkusuz ki ulusal sorun bunlar zemininde çözülür ve klasik ulusal hareketler itibar görmezdi… İşte, burjuva devrimler döneminin kapanıp proleter devrimler döneminin açılmasına, burjuva devrimleri proletaryanın sırtına yüklenmiş olmasına ve bu kapsamda ulusal sorunun da çözümünün sınıf devrimleri tarafından üstlenmesine karşın, ulusal hareketlerin aktüel olup gündemde olması biçimindeki formel çelişkinin nedeni, sınıf devrimleri ve iktidarlarının aktüel olmayıp tabii olarak ulusal sorunu çözmemiş olması realitesidir esasta…

 

Aynı realite ve gerçeklik, bugün coğrafyamız sınıf hareketinde ulusal sorun ekseninde gündeme gelen ideolojik kırılmanın da nedenidir demek yanlış olmaz. Sınıf hareketi örgütsel-siyasi güç açısından ulusal soruna önderlik yaparak sorunda çözüm gücü olamadığından, güç olan ulusal hareketten ve bu hareketin başarılı direniş ve karşı savaşından etkilenmekte, yetersizliklerini aşamadığı için güç ve gelişmeler karşısında ideolojik kırılma yaşamaktadır. KUH’un halk hareketi olarak değerlendirmesi, hatta sosyalist hareket olarak değerlendirilmesi, sınıf devriminden ödün vererek ulusal devrime yönelmesi, ”Kürdistan devrimini” esas alarak ”Türkiye devriminin” ön koşulu haline getirilmesi, objektif ya da sübjektif olarak KUH önderliğini bu devrimde tanıması ve devrimi ona havale ederek (bazı hareketler tipiğinde) ulusal hareketin kuyrukçuluğuna düşmesi bu ideolojik kırılmanın açık göstergeleri ve ürünleridir. Marksizm’e yaslanarak veya ustalardan alıntılar yapılarak, MLM’in bu doğrularla karşı karşıya konulup mahkum edilmeye çalışılması ise hatada ısrar etmenin belirtisinden başka şey değildir. Zira MLM’nin tarihi ve teorisi bu anlayış ve yaklaşımımıza ters değil, uygundur. İşgal anları ve işgalin ilhaka vararak sömürgeciliğe-sömürgeliğe dönüşmesi koşulları dışında baş çelişkinin milli çelişki olarak tespit edilmesine MLM tarihinde rastlanmaz. Klasik sömürgecilik döneminin kapanıp yarı-sömürgecilik döneminin başlamasıyla birlikte ise, milli çelişkinin baş çelişki durumuna gelmesinin koşulları sınırlanarak işgal koşullarına inmiştir esasta. Zira, sömürgeciliğin günümüzdeki geçerli biçimi olan yarı-sömürgecilikte veya özellikle yarı-feodal/yarı-sömürge ülkelerde demokratik devrimin milli bir karakteri de olsa buralarda baş çelişki milli çelişki değildir, işgal gibi şartlar dışında olmamıştır da. Yarı-sömürge kapitalist bir ülkede emperyalist işgal koşulları dışında salt sömürgeciliğin geçerli biçimi olan yarı-sömürgelik pozisyonundan dolayı milli çelişkinin baş çelişki olarak tespit edilmesine rastlamamıştır, rastlanamaz da. Tersi görüş, sübjektif ve ayakları yere basmayandır. 

Burjuva devrimler, dolayısıyla ulusal kurtuluş devrimleri döneminin kapanması ve proleter devrimler çağının açılmasına rağmen, ulusal hareketlerin gündemde olması bu devrimler döneminin kapanmadığı anlamına gelmez. Zira kapanan burjuva-ulusal devrimler çağıdır ama gündemde olan burjuva ulusal hareketler gerçeğidir. Devrim ile hareketin bir ve aynı şeyler olmadığı inkâr edilemez. Ki, bu çağda ulusal hareketlerin ulusal kurtuluş devrimlerini başarması olası olmamakla birlikte, bu dönemin bütün ulusal hareketler pratiği de bunu kanıtlamaktadır. Ki, bu dönemde hiç bir ulusal hareket tam bağımsızlıkçı ve bağımsız bir devlete varan bir devrim gerçekleştirememiştir. Dahası bu döneme ait bütün ulusal hareketler istisnasız olarak emperyalist güçlerle ilişkiler içine girmiş, ona yaslanmış ve onun öngördüğü veya onayladığı statülere kadar varmışlardır. Tarihsel olarak miadını doldurmuş ulusal kurtuluş devrimleri gerçeğine karşın, ulusal hareketler siyasi olarak miadını doldurmamış olup gündemdedirler. Dolayısıyla yukarıda tartıştığımız biçimsel çelişki durumu esas olarak ya da öz(ün)de bir çelişki değildir.

***

Ulusal hareket ile sınıfsal hareket ilişkisi ve KUH hakkında belli değerlendirmelerde bulunma bağlamında da yürüttüğümüz bu tartışmadaki anlayış ve yaklaşımlarımız KUH’la ilişkilenmemizi gözden geçirip araya mesafe koymak anlamına mı gelir? Asla! Sadece ters orantılı etkilenme ve muhtemel ideolojik kırılmaların önüne geçerek düzeltme zemininde doğru çizgi ve siyasetin ne olduğu, olması gerektiğine işaret etmektedir. Bunun ötesinde bir amaç veya kast aramak yanılgı ve yanlıştır. KUH’a bakış açımız, yaklaşımımız ve değerlendirmelerimiz ortadadır, geçerlidir. Bu anlayış ve yaklaşım, KUH’la dostluk zemininde ortak düşmana karşı ortak hedeflerde birleşmeyi, KUH’un demokratik muhtevasını desteklemeyi, onun ulusal demokratik hak ve taleplerine sahip çıkarak savunmayı ihtiva eder. Ki, KUH’la ortak mücadele kurumları oluşturma düzeyindeki pratiğimiz de bu anlayışımızın somut kanıtıdır. HBDH bunun en sağlam örneğidir. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz eleştiri, anlayış ve yaklaşımlarımız, asla KUH’a karşı önyargılı olup mesafeli olma veya ilişkilenme sürecimizden geri adım atma gibi bir muhasebe tutumu ve yaklaşımı anlamına gelmemektedir. Bilakis, KUH’la demokratik şartlarda olmak kaydıyla demokratik devrimci zeminde ilişkilenme, eylem-güç birlikleri, ittifak ve ortak mücadele kurumlarında bulunma süreç ve pratiğimizi geliştirerek devam ettirme iradesine sahibiz.

KUH’la bu ittifak ve dostluk zeminimiz, şüphesiz ki KUH’un demokratik niteliğinden, haklı mücadele ve mevcut politik duruş ya da kahramanca direnişinden, milli baskı, asimilasyon, imha-inkar ve soykırıma tabi tutularak ulusal iradesi yok sayılıp tahakküm altında tutulan Kürt ulusuna karşı yükümlülüklerimizden ve elbette ki, stratejik yaklaşımımız temelinde biçimlenen birlik, eylem birliği ve ittifaklar politikamızın muhtevasından destek bulmaktadır. Bu tabloda niteliksel değişimler olmadan KUH hakkındaki yaklaşım ve anlayışımızın değişmesi düşünülmemelidir, düşünülemez.

Sosyalist perspektif veya proleter devrimci politika açısından KUH’un genel ideolojik-politik niteliği, somut talepleri ve silahlı reformist olarak değerlendirdiğimiz genel siyasi yönelimi kapsamındaki genel muhtevası kuşkusuz ki geri ya da eleştirdiğimiz pozisyondadır. Ne var ki, bu yanına karşın mevcut politik atmosferde KUH’un oynadığı politik rol ve duruş esasta olumludur, desteklenmesi ve geliştirilmesi gereken eğilimdir. Dahası KUH demokratik bir hareket olma özelliğini korumakta, bu yanı önemli bir özellik olarak önemsenmek durumundadır. Kendisine dayatılan teslimiyet, vahşi saldırganlık koşullarına ve soykırım katliamlarına karşın onurlu olduğu kadar kahramanca bir direniş ve karşı savaş yürütmektedir. Kürt ulusunun yaşadığı bu kıyım ve KUH’un sergilediği devrimci pratik karşısında nötr kalmak gibi bir tutum sınıf hareketi ya da sosyalist hareket açısından büyük bir talihsizlik ve elbette sosyal şoven yaklaşım olur. Ancak bu ne kadar sosyal şoven yaklaşım ise, KUH’un genel niteliğini unutarak ona abartılı misyonlar yükleyip kendisinden devrim beklemek, devrimin önderliğini ona atfetmek ve sınıf devrimi perspektifinden koparak ulusal devrim potasına sürüklenmek de Kürt milliyetçisi tutum-yaklaşımdır. İlkeli siyaset ve tavır, Kürt ulusu ve demokratik hareketine karşı görev ve sorumluluklarda kafa açıklığına sahip olarak sosyalist bir çizgi izlemek ve KUH’a olduğundan fazla misyon yüklememeyi ya da onu gerçekliğine uygun değerlendirmeyi gerektirir. Kısacası, ilkeli sınıf siyaseti, ilerici ve demokratik yanı ile mevcut politik durumunu destekleyip, genel ideolojik-siyasi yönelimindeki kırılganlıklarını ise objektif olarak değerlendirip gerçekliğini doğru tespit etmek ve gerekli eleştiriyi dostluk zemininde yürütmektir… Somut olarak; örneğin KUH’un ”özyönetim” politikası, ”geniş bölgesel özerklik ve yerinde yönetim” biçimindeki sosyalist politika karşısında yetersiz ve geri bir politikadır. Bu anlamda gerekli olan eleştiriyi yürütmek ya da iki politika arasındaki farkı ortaya koyarak sosyalist politikayı propaganda etmek doğrudur. Ama aynı zamanda KUH’un ”özyönetim” politikası temelinde yürüttüğü mücadele veya bu talebinin kazanılmasına dönük mücadelesi, tamamen yok edilmiş hak ve olmayan statüsü karşısında ileri olup desteklenmesi gerekendir ve desteklenmek durumundadır. Bu iki yaklaşım bir biriyle çelişen değil, ilkeli devrimci siyaset ve devrimci sınıf tavrıdır.

Bu kapsamda, ortaya koyduğumuz eleştirel tutumun ilerisine giden ve KUH’la ittifak ve eylem-güç birliklerini eleştiren yaklaşımlar yanlış olup, eleştirel tutum olarak ortaya koyduğumuz objektif tutumla bir ve aynı değildir. Her şeyi eleştirmek ve her şeyi reddetmek analitik yaklaşımdan uzak toptancı yaklaşım olarak nasıl yanlış ise, her şeyi onaylamak ve hiç eleştirmemek de yanlış eğilimdir. Bir teori ve ilkeler boyutu vardır, bir de somut siyaset boyutu vardır. Bu ikisini birbirinden tamamen yalıtmak, birbirinden koparmak da yanlıştır, birbirinden ayırmamak, ayrı ele almamak da yanlıştır. Genel teori ve ilkeler açısından yaklaşım sahibi olmamız gerektiği gibi, somut siyaset açısından da yaklaşım sahibi olmamız kaçınılmazdır. Aksi halde siyasetin zenginliği öldürülerek kısır hale getirilir, ilke ve genel teori dondurulup bir dogmaya dönüştürülür…

Önceki İçerikHBDH: Katliamların hesabını soracağız
Sonraki İçerikBirleşik devrimci mücadele veya eylem birlikleri üzerine!