Birleşik devrimci mücadele veya eylem birlikleri üzerine!

Hiçbir ittifak ya da türevleri nedensiz gerçekleşmez. Kendiliğinden de oluşmaz. Maddi bir zemine dayanmak zorundadır ve bu maddi zeminde ortaklaşmayı gerektirir. Tarihsel ve siyasal koşullar bu türden oluşumları gündeme getirirler. Sınıf mücadelesinin seyri içinde toplumsal, sosyal, iktisadi, siyasi, kültürel, askeri noktalarda, toplumsal-siyasal yaşamı derinden etkileyen-etkileyecek olan ve baş çelişkiye bağlı bazı gelişmeler olur. Bu gelişme, yaşanan tarihsel kesitte devrim mücadelesinde, toplumun yaşamında önemli bir yer tutar ve öne çıkar. Maoist komünistler ve devrim-sosyalizm güçleri, tek tek örgütlü halk güçleri olarak bu politik gelişme karşısında şu veya bu biçimde bir tavır, bir duruş sergilerler. Bu gelişmenin tanımlanmasına ve mücadele yöntemine ilişkin yaptıkları tercihlerde benzerlikler ve ortaklaşmalar gündeme gelir ki bu ortaklıklar da ittifaklara konu olurlar. Oluşan tüm eylem birliklerine, ittifaklar ya da benzer birleşik devrimci mücadele çeşitlerine bakıldığında bunlar rahatlıkla görülebilir

HABER MERKEZİ (29.12.2016)- Sınıf Teorisi dergisi 22.Sayısında yayınlananBirleşik devrimci mücadele veya eylem birlikleri üzerine!” başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz

İnsanlık, tarihi boyunca gördüğü en şiddetli, en acımasız, en adaletsiz bir dönemini yaşıyor. Bugüne kadar katliamdan, kırımdan, tecavüzden, işgalden dolayı yaşamları alt üst olan insanların sayısı üzerinden bir kıyaslama yapılsa, tarih bugün ortaya çıkardığı sonuç gibi bir sonuç çıkaramayacaktır. Hiç de kader olmayan salgın hastalıklar, “doğal” olmayan afetler, uyuşturucu yaygınlığı, en önemli “sektör”lerden biri haline getirilen kadın bedenin pazarlanması ve saymakla bitmeyen örnekler yaşadığımız dünyanın gelinen aşamadaki durumuna örnek olarak ele alınabilir.

Tüm bunların sorumlusu insan gibi görülse de, birey olarak insanı da aşan bir durum olduğu hep tartışma konusu olmuş ve halen de tartışılmaya devam edilmektedir. Ne var ki insanlık tarihinin o en ilkel dönemine bakıldığında hiç de böylesi şeyleri göremiyoruz. Her şey doğallığı içinde yaşanıyor ve gerçekleşiyor.

Kitleleri saran metafizik-idealist düşünce sistematiği, her şeyi birbirinden koparmakta, birbiriyle olan ilişkisini görmesini engellemekte ve doğru bir sonuca çıkmasını engellemekte. Sırf bununla da sınırlı değil, çıkardığı sonuca uygun bir duruş sergilemesine de olanak tanımamaktadır. Durum bu olunca, kitlelerin dünyanın gidişatına ilişkin söylenecek onlarca gerçek sözü olmasına rağmen, çaresiz kalabilmektedir.

Her birisi sınıflar mücadelesinden bağımsız olmayan, ezen ile ezilen arasındaki mücadele pratiği göstermiştir ki, doğru bir tahlil ve sentez yeteneği geliştirilemediği ve doğru bir yönteme sahip olunamadığı sürece, kitleler gerçeklere varamamakta ve bu gerçeklere uygun bir duruş sergileyememekte, içinde yer aldığı mücadelede yaşadığı sorunları giderici, ortadan kaldırıcı nihai başarılar kazanamamaktalar.

Tarihin en modern sınıflarının ortaya çıkması, bilimlerin gelişmesi yeni ve bilimsel düşünlerin de oluşmasını sağlamış ve bugün sahiplendiğimiz bilimsel yaklaşımların güçlü bir silah olarak ezilenlerin elinde kullanılmasına da zemin sunmuştur. Bugün sınıf mücadelelerine önderlik etmeye çalışan tüm düşünce akımlarının ortak yanı bu bilimsel yaklaşıma kendi cephelerinden sahip çıkmalarıdır. Her bir düşünce akımı kendini farklı biçimde örgütlemiş, yapılandırmış ve dünyanın gidişatına ilişkin fikirler ileri sunmuş, perspektifler çıkarmış ve bu doğrultuda konumlanmıştır. Her biri bir yol çizmiş, gelecek toplum projesi çizmiş, gelecek topluma nasıl ulaşılacağının mücadelesine girmiş ve mücadele yürütmektedirler. Hangi yolun başarı kazanacağı, nihai kurtuluşa götüreceği ise rehber aldığı bilime, bilimi kavrayışına ve somutta nasıl uygulayacağına, uyguladığına bağlıdır.

Dünyayı değiştirmenin, temel alınan her bir coğrafyada yürütülen mücadelenin kazandığı başarının diyalektik bütünlüğü içinde anlam bulacağını savunmak doğru olandır. Her bir coğrafyada yürütülen mücadele proleter dünya devriminin bir bileşeni olarak ortak çıkarlara, ortak hedeflere dayanır. Ve ortak ilkelerden hareket eder. Bu komünizmin temel ilkeleridir. Sınıf mücadelesinin seyri içinde ortaya çıkan bu ilkeler, yaşanan devrim ve sosyalizm deneyimleriyle ilkeler bütünlüğü şekline bürünmüştür. Var olan devleti ele geçirme değil, yıkmada “zor”un vazgeçilmezliği, komünizmi hedefleyen KP’nin önderliği, iktidarın ele geçirilmesi ve devam ettirilmesinde proleter devletin zorunluluğu ve özne olarak kitlelerin devrimi sürdürmede rollerine sahip çıkmaları bahsi geçen ilkelerdir. Bu ilkeler her bir coğrafyada kendine has biçimler alırken, alt ilkeleri gerekli kılarken, komünizmi hedefleyen her politik hareket devrimin üç temel silahı olan Parti, Ordu ve HBC’nde açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Devrimin üç temel silahını gündemine almayan her politik hareket, ne kadar çok komünizmin temel ilkelerini savunsa da başarı kazanması olanaklı değildir. Yazımızın konusu HBC olduğundan devrimin diğer iki silahı olan Parti ve Ordu’ya ilişkin düşüncemizi ortaya koymayacağız.

 

Devrimin olmazsa olmaz silahı: Halkın birleşik cephesi!

Devrim ve komünizm mücadelesi hedefiyle yola çıkan her parti, politik yapılanma esas aldığı coğrafyayı tahlil ederken ve buna uygun mücadele yol yöntemlerini tespit ederken, coğrafyanın uluslararasındaki yerini, ilişkilerini göz ardı edemez. Bu, dünyanın da, özcesi emperyalist kapitalist sistemin de tahlili anlamına gelir.

Serbest rekabetçi dönemin ulus devlet yapılanmaları ve tek tek bu ulus devletlerin birbiriyle ilişkileri, emperyalist sistemin bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Emperyalist sistem gelinen aşamada dünya üzerindeki ekonomik, siyasi, askeri ve örgütsel denetimini daha da derinleştirip geliştirirken, toplumları ekonomik, sosyal, kültürel, ideolojik olarak da etkisi altına almış, elindeki devasa araçlarla, olanak ve imkânlarla toplumları sistemin devamı boyutuyla yönetip, yönlendirmektedir. Emperyalist sistem, devasa bir dünya sistemi olarak tüm yerel ekonomiler üzerinde belirleyici bir durumdadır. Hiçbir yerel ekonomik duruş, gelişme ve hamle emperyalizmden bağımsız yaşanmamaktadır. Ve tüm gelişme ve hamleler emperyalizmin çıkarlarıyla ele alınmaktadır. Bu durum, emperyalizmin her bir coğrafyadaki toplumsal-sosyal hareketlere karşı da örgütlü bir duruşunu gündeme getirmektedir. Başka türlü düşünmek de emperyalizmi bir dünya sistemi olmaktan çıkaran, yerel-bağımsız ekonomilerin varlığını kabul eden bir yaklaşımı kabul etmek anlamına gelecektir. Çok uluslu tekellerin günümüze damgasını vurduğu ekonomik örgütlenme biçimi, derinliğine paylaşılmayan hiçbir karış toprağın yeryüzü üzerinde kalmadığını anlatmaktadır. Böylesi bir dünyanın lokal bir parçasında, bölgesinde devrim ve komünizm mücadelesi yürütmek, emperyalizmi, emperyalist tüm örgütlenme ve birlikleri hedef olarak yadsıyarak ele alınamaz. NATO, BM, AB, NAFTA, Şanghay Beşlisi, Uluslararası Ticaret Örgütü, DB, Euro Pol gibi örgütlenmeler, kendi aralarında çıkar çelişkileri olsa da, dünya halklarına karşı oluşturulan emperyalist çıkar merkezli uluslararası örgütlenmeler olarak konumlanmışlardır. Çıkarılması gereken sonuç şudur ki; emperyalist ekonomilere bağlanmış tüm yerel ekonomiler ve bunları temsilen ortaya çıkan tüm siyasal aktörler ve partiler emperyalizmin-emperyalist sistem çarkının birer dişlileri olarak rol üstlenmişlerdir. Varlık koşulları da bu sistemin işleyişine ve devamlılığına bağlıdır. Her bir yereldeki çarklarda meydana gelen en küçük bir “arıza”, “kilitlenme”, “sorun”, bu uluslararası örgütlerin ve tek tek emperyalistlerin müdahalesine maruz kaldığı gibi, yerelde de yerel egemen güçlerin devlet eliyle ortak müdahalesiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Dünden bugüne bunun örnekleri çoktur. Hükümet ya da iktidarda olmak hükümet ya da iktidar olmayan diğer egemenlerin kayıtsız kalmalarını gündeme getirmemektedir. Aslolan sistemin çarklarında olası bir “arıza”nın kendilerini de etkileyeceğidir. Çıkarlarının zedeleneceğidir. Aralarındaki çıkar çatışmaları, iç siyaseti yönlendirmede farklı yaklaşımların, argümanların kullanılmasını gündeme getirse de, farkın özü, “müdahale”de doğan fırsatlardan kimin ne kadar faydalanacağıdır. Yoksa ki, egemenler cephesinden bir kayıtsızlık beklemek, sistemi ve sistemle ilişkili egemen sınıf ilişkilerini görmemek, anlamamak ve buna ilişkin duruş sergilememek anlamına gelir. Geçmişin bulaşıcı hastalığı olarak da adlandırılan sınıf uzlaşmacılığı, bu somutta ise sınıf işbirlikçisi duruşu gündeme getirecektir. Buradan bir devrim ve komünizm yürüyüşü beklemek de hayalden öteye gitmeyecektir.

Sınıf işbirlikçisi konuma düşmeme adına da devrimin dostları diyebileceğimiz ve devrimden çıkarı olan küçük mülk sahiplerini de dışlamamak önemlidir. Rekabet üzerine kurulu olan emperyalist sistem, tekelci rekabet koşullarında kendine rakip olabilecek irili ufaklı tüm sermayeye, sermaye birikimine yaklaşımı dostça değildir. Yayılma ve genişleme eğilimi, iradesi dışında sermayenin hangi biçimi olursa olsun rakibidir ve rekabet onun doğasıdır. Haliyle, küçük sermayenin büyük sermaye karşısında direnme olasılığı ya da rekabet gücü, bahsedilemeyecek kadar azdır veya hiç yoktur. Bu doğrultuda, sınıfsal olarak özel mülkle ilişkisi bağlamında burjuva-kapitalist olan bu kesim, sürekli olarak mülksüzleşme gerçeğiyle karşı karşıya olmasından kaynaklı proletaryaya en yakın olan kesimlerden, sınıflardan biridir ve devrimle ilişkisi de bu bağlamdadır. Mülksüzleşme gerçeği bu kesimi devrim saflarına itmekte ya da doğal olarak onu devrimin bir müttefiki haline getirmektedir. Bu yüzdendir ki devrim ve sosyalizm mücadelesinde ara katman olarak da adlandırabileceğimiz bu kesim kendisini ve çıkarlarını ifade edebilecek politik yapılanmalarla da kendini gösterebilmektedir. Bilimi ele alışı da bu minvalde olmakta ve kusurlar barındırmaktadır. Buna rağmen devrim-sosyalizm karşısında devrimci bir konumda yer almasından kaynaklı toptancı bir yaklaşımla(veya sınıf indirgemeciliğinin sol radikal bir boyutu olarak) devrim saflarının karşısına itmek, büyük bir müttefik gücünü de kaybetmek anlamına gelecektir. Mülkiyet karşısındaki konumu ve mülkiyete yaklaşımı, dünya görüşünü de yansıtan küçük burjuvazinin, devrim mücadelesi karşısında sergilediği heyecan, sol radikallik, sekterlik, kaygı, karamsarlık bu sınıfın devrim ve sosyalizm mücadelesindeki müttefikliğini yadsımaz. Aksine proletaryaya sürekli olarak uyanık olmasını ve halk içindeki çelişkilerin biricik çözüm yöntemi olan ideolojik mücadelede, kararlı, ısrarlı ve sebatkâr olmasını dayatır.

Tüm bu özetten sonra şu sonuca varılır: İster dünya genelinde olsun, isterse tek tek siyasal coğrafyalarda olsun egemen sermaye ve sınıfların varlığı karşısında mülksüzleşen ve mülksüzleşmeyle karşı karşıya olan devasa bir güç vardır ve bu güç devrimden, sosyalizmden çıkarı olan sınıfları temsil ederler. Hem üretim karşısındaki yerleri, hem de bölüşümdeki yerleri itibariyle ezilen-sömürülen ve sürekli emeklerine yabancılaştırılan bu sınıflar devrim mücadelesinde örgütlenmeye duyarsız değildirler. Tek farkla ki, içinde yaşadıkları dünya sisteminin ideolojik kuşatması altında düşün dünyaları, alışkanlıkları, fikirleri, devrim karşısındaki duruşları sorunludur ve dağınıktırlar.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi bu dağınıklığın giderilmesini, devrimden çıkarı olan bu sınıfların KP’nin potasında birleştirilmesini ve eğitilerek yeniden kalıba dökülmesini şart koşar. Bunun dışında, KP’nin varlığına rağmen devrimden çıkarı olan her bir sınıfın kendini politik olarak sınıf mücadelesinde temsil etmesi gerçeği karşısında da KP duyarsız değildir, olamaz da. Sosyalizmden çıkarları olması itibariyle sosyalizmin güçleri de diyebileceğimiz bu kesimler sosyalizm hedefli mücadelenin bir bileşeni olarak KP’nin yürüttüğü mücadele alanı içindedir. Ve nasıl ki, kendi içinde bu kesimden her bireye ilişkin bir siyaseti olmak zorunda ise, aynı şekilde kendi dışında kendini politik bir yapılanma olarak ifade eden bu kesimlere karşı da tutarlı ve doğru bir siyaset izlemek zorundadır. Devrim ve sosyalizm karşısındaki duruşları itibariyle ortaklaşmanın, birlikte mücadele yürütmenin siyasetine sahip olmalı ve bunda da ısrarlı olmalıdır. Bilinmelidir ki, devrim safları sürekli olarak proleterleşen ve proletarya sınıfına geçmesi kaçınılmaz olan küçük burjuvaziyi ve orta burjuvazinin devrimci kanadını kazanmak, kazanamadıklarını ise ortak mücadeleye çekmek zorundadır. Bunun nedeni, onlar olmadan ve devrim-sosyalizm mücadelesine katılmadan, bağımsız politik hareket olarak katıldıklarında ise ortak noktalarda birleşmeden devrim mücadelesinin yetersiz ve eksik kalacağıdır.

KP’lerinin devrimin üç silahından biri olarak ifade ettikleri HBC politikasının anlamı da budur. Nasıl ki, KP olmadan devrim olmazsa, aynı şekilde devrimci “zor” ilkesi gereği ordulaşmayan bir parti-halk ordusu olmadan büyük alt üst oluşlar olanaksızdır. Yine KP ve Ordu’ya rağmen HBC’nin de olmaması devrimi imkânsız kılan bir durumdur. Devrimin üç

silahı buradan çıkmaktadır ve devrim ve sosyalizm mücadelesi için olmazsa olmaz silahlarıdır.

Parti ve Ordu nasıl ki sonraya ötelenecek bir mesele değilse, aynı şekilde HBC’de sonraya bırakılacak, daha sonra ele alınacak bir mesele değildir. Devrim mücadelesi başladığı anda göz önüne alınması ve başından itibaren siyasetinin yürütülmesi gereken bir özelliğe sahiptir. Başından itibaren savunulan bu siyasetin, somut koşullarda nasıl bir şekil alacağı, bileşeni, hedefi, verili an itibariyle belli sınırlılıklar taşısa da hedefi net ve açık olmalıdır. Başka bir deyişle; somut politika(lar) özgülünde gündeme gelecek eylem birlikleri ya da ittifak gibi politikalar bugün değilse bile yarının HBC’ni hedefleyen bir perspektifle ele alınamazsa, an’ı kurtarmanın ötesinde bir işlev görmeyecektir ve HBC’ne birikim işlevi görmeyecektir. Devrim mücadelesine faydası da yetersiz olacaktır. Devrim mücadelesinde birleşik devrimci mücadeleye yaklaşımdaki sığlığın da bir göstergesi olacak bu yaklaşımın, kısa vadede kazanımları olsa da, orta ve uzun vadede kaybettirici yanları daha çoktur. Kısa vadeli ortaklaşmalar doğru ele alınmadığında doğru bir perspektife sahip olmadığında, an’ın ihtiyaçları temelinde bir araya gelmeler genel olarak kitlelerde bir heyecana neden olmakta, olumlu tepkileri açığa çıkarmaktadır. An’la sınırlı olmasının ve doğru bir perspektife sahip olunmamasının bir sonucu olarak da an’ın ihtiyacı karşılandıktan sonra yaşanan dağılma-birleşik devrimci mücadeleye son verme genelde devrimci kültür ve prensiplere uymayan gelişmelere tanıklık etmekte, bu da kitleleri demoralize eden bir işlev görevi görmektedir. Mücadele tarihi, oluşturulan ve dağılan bu türden birlikteliklerle, ortaklıklarla doludur. Her oluşan eylem birliği ya da cephe genel olarak devrimci kitlelerde bir heyecan yaratmış fakat çeşitli nedenlerle dağılması sonrasında ise bu heyecan kitlelerde ters etki yaratmış, beklentileri karşılamamış ve demoralize eden bir etkiye dönüşmüştür.

Devrim ve sosyalizm güçlerinin karşı devrim güçleriyle yürüttükleri mücadelede devrim ve sosyalizm saflarında bulunan, devrim ve sosyalizmden çıkarı olan tüm kesimlerle ortaklaşmak, kısa ve uzun vadeli hedefler noktasında veyahut da tek tek demokratik-ekonomik-akademik talepler noktasında ortak yürümek, ortak mücadele yürütmek, yürütülen mücadelenin güçlülüğü anlamında tartışma götürmez bir yerdedir. Karşı devrim güçlerinin egemenlik sınırlarını, ekonomik çıkarlarını zorlayan her türden talep ve istem karşısında güçlerini birleştirmeleri kadar doğal ve onlar için zorunlu bir davranış-tutum yadsınmıyorsa, diğer şeyler bir yana, halkların da güçlerini birleştirmeleri kadar doğal ve mantıklı bir tavır ve tutum olamaz. Özellikle de emperyalist-kapitalist sistemin gelinen aşamada sergilediği yoğunlaşma-yaygınlaşma ve derinliğine hakim-egemen olma, tüm dünya ekonomisini ve egemen siyaseti belirleme gerçekliği karşısında, yürütülen her türden sosyal-siyasal-ekonomik, kültürel, ekolojik, cinsel, kimliksel mücadeleler tek tek yerel coğrafyaların ötesi de düşünülerek ele alınmasını gerektirdiği gibi en geniş katılımı, birliktelikleri, cepheleri de hesaba katmak zorundadır. Bu keyfi bir durum değildir. Gelişmelerin doğru okunmasının doğal sonucudur.

“Birlikten güç doğar” veciz sözü alelade ortaya atılmış bir deyim değildir. Halkların belleğinde yer edinen bu söz, binlerce yıllık tarihselliğin halklara öğrettiği bir gerçeğin özetlenmiş halidir. Bu özetin devrim-sosyalizm güçlerinin elinde nasıl bir şekil alacağı, içeriğinin ne ile doldurulacağı, hedefi ve misyonunun ne olacağı ise somut duruma, gelişmelere ve ihtiyaca bağlıdır.

“Faydalı olan mı doğrudur, doğru olan mı faydalıdır”, bu unutulmamalıdır. Güçlü olmak için birlik oluşturmak pek doğru sonuçlara varmayabiliyor ve esas olan siyaseti-niteliğini göz ardı eder bir yerde durur.  Ama doğru bir birlik hedeflenirse, o birlikten güç doğmaması için ise hiçbir neden yoktur.

Doğru bir birlik, doğru bir ortaklık, doğru bir eylem birliği ya da doğru bir cephe gerekli midir sorusunun ötesinde, “doğru” bir yana, birlik, ortaklık, birleşik devrimci mücadele, cephe gerekli midir, bunlara yaklaşım nasıl olmalıdır sorusunun doğru bir şekilde cevaplandırılması gereklidir. Bu noktada doğru ve içeriği yeterince doldurulamayan belirlemeler, bulunan cevaplar, pek doğal olarak eksik kalacak, içinde yer alınmayan bu örgütlenmelere yaklaşım sekter/liberal olacak, hem de, içinde yer alınarak yapılan birlikteliklerin ve birleşik devrimci mücadelenin de yeteneğini zayıflatacak, hedefini muğlaklaştıracaktır. Neye karşı, kime karşı ve neyi hedeflemeli soruları orta yerde cevap bekleyen belirleyici sorulardır ve bu sorulara cevaplar doğruya en yakın cevabı talep ederler.

Çok uzağa gitmeden ve tarihsel bir kronoloji çizmeden belirtmek gerekir ki, devrim ve sosyalizm mücadelesi seyri içinde bu sorulara sürekli cevaplar aranmış ve bulunan cevaplara uygun da pratik adımlar atılmıştır. İster uluslararası, ister her bir coğrafya özgülünde olsun, isterse her bir lokal alanda ve lokal sorunda olsun yürütülen mücadeleler bu türden ortaklıkları, birleşik devrimci mücadele çeşitlerini sürekli gündeme getirmiş ve devrim-sosyalizm güçlerini bu türden canlı tartışmalar içine çekmiştir. Bir ihtiyaç olarak kendini sürekli gündemde tutmuştur. Devrim ve sosyalizmin bir ihtiyacı olarak ta kendini sürekli gündemde tutacak özelliğe sahiptir.

Devrim, sosyalizm ve komünizm hedefli mücadeleler olduğu sürece de bu türden ihtiyaçlar sürekli gündemde olacağı gibi, bu gündeme yönelik tartışmalarda dün olduğu gibi, bugün ve yarın da olacak ve sürecektir. Ve tartışma içeriği de; bu ihtiyacın nasıl anlaşıldığına, ona nasıl bakıldığına, nasıl ele alındığına ve ona nasıl bir misyon biçildiğine göre de değişecektir. İhtiyaç olarak dile getirilen birleşik devrimci mücadele çeşitlerine göre dünden bugüne yürütülen tartışmalar ve oluşturulan oluşumlara bakıldığında kimin nerede durduğu, birleşik devrimci mücadeleye nasıl yaklaştığı, nasıl ele aldığı ve birleşik devrimci mücadeleye nasıl bir misyon yüklediği görülebilir.

Lokal demokratik bir sorun karşısında talep edilen iyileştirmeden, ücret artışı talebine, kadın haklarından, bir mahalleyi ilgilendiren konut ya da başka bir soruna, küresel bir talepten, devrim istemine kadar çeşitlendirilebilecek istem ve talepler doğrultusunda ele alınan birleşik devrimci mücadele çeşitlerine yaklaşımda illa da devrim hedefli(ekonomik, çevre, barınma vb.) misyon biçilemez. Bilinmeli ki reformlar uğruna mücadele devrimleri hedeflemese de devrim mücadelelerinin gelişimi açısından bir birikim yaratma özelliğine de sahiptir. Burada mesele reformist politikaların genel yönelimini doğru okumak, reform mücadelelerini devrim mücadelesine hizmet edecek bir perspektife sahip olmaktır. Reform uğruna yürütülen mücadelelerinin devrim mücadelesine sağlayacakları olanak ve imkanları doğru değerlendirmektir.

HES’ler karşısında oluşturulan bir birliktelik ya da platformlar, kentsel dönüşüme karşı oluşturulan eylem birlikleri, seçimler vesilesiyle oluşturulan ittifaklar, bir alanda kitle eylemi için oluşturulan birliktelikler, hak gasplarına karşı oluşturulan sendikal ortaklıklar, çeşitli isimler altındaki “ağ”lar, platformlar, koordinasyonlar yanında, askeri eylemsellikler için oluşturulan kısa ve uzun vadeli oluşumlar, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Devrimci Demokratik Güç Birliği, Birleşik Devrimci Güçler Platformu gibi daha bütünlüklü, silahlı ve illegal mücadeleyi de yadsımayan Birleşik Devrimci Mücadele çeşitlerinden bahsedebiliriz. Bunların bazıları reformları hedeflese de, böyle bir içerik ve özelliğe sahip olsa da ve önderliklerini reformist hareketler yapsa da bunları görmezden gelmek, seyirci kalmak, toplumda yaratacağı hem örgütlenme hem de siyasi-ideolojik yönelim açısından sağlayacağı olumlu-olumsuz etkiye gözleri kapatmak doğru bir yerde durmaz. Kitleleri yakından ilgilendiren her bir sorun noktasında bir araya getirip örgütlenmesine zemim sunması, örgütlenmeye davet, örgütlü mücadeleye seferberlik noktasında olumlu bir yana sahipken, düzen içi sınırlara sıkışması, reformsal iyileştirmelerle kendini sınırlaması, siyaseti-iktidar mücadelesini kitlelerin, kitle mücadelesinin dışında tutması eleştirilecek bir yanını oluşturmaktadır.

Tüm bu olumlu-olumsuz yanlarına rağmen devrimci-sosyalist hareket bunlara duyarsız kalamaz, kalmamalıdır da. Devrim ve sosyalizm mücadelesi bakımından kitlelerin örgütlenmesi, örgütlü bir güç olarak tarih sahnesinde yer alması muazzam derecede önemlidir. Kitleleri örgütleyemeyen, örgütlü bir güç olarak mücadeleye seferber edemeyen bir hareketin devrim yapması beklenmemelidir. Özellikle de devrim kitlelerin eseridir perspektifini savunan hareketlerin bu konudaki yaklaşımları daha derinlikli bir kavrayışı gerektirmektedir.  Eğer kitleler bizlere rağmen örgütleniyorsa, bu örgütlenmeye burun bükülemez, görmezden gelinemez. Aksine bu türden örgütlenmelerle bir araya gelen kitlelere nasıl ulaşılacağı noktasında açık bir fikre sahip olmalıdır. Reformsal talepler doğrultusunda bir araya gelen kitleler ile bu reformsal talepler doğrultusunda kitleleri bir araya getiren reformist hareketler birbirine karıştırılmamalıdır. Bazı durumlarda (genellikle) kitlelerin bir araya geldiği bu örgütlenmelere önderlik yapan reformist hareketlerden kaynaklı kitlelerin sınıf bilincine olan ihtiyaçları görmezden gelinerek cezalandırılmakta ve kitleler reformist hareketlere teslim edilmektedir. Bu yanlıştır. Kabul edilmesi gereken ilk şey, kitlelerin ilk ve esas olarak kendi somut sorunları üzerinden örgütlenmeye daha yatkın ve yakın olduklarıdır. Reformist hareketlerin bu konuda yetkin ve yetenekli olduğu, dahası varlık koşullarının bir sonucu olarak bu konuda devrimci-sosyalist hareketlerden daha “duyarlı” oldukları ortadadır. Sınıf karakterleri, ideolojik yönelimleri ve düzen içi sınırlılıkları onları reformlar uğruna mücadeleye sürükler. İyi niyet-kötü niyet meselesi değil; mülkiyet karşısındaki duruşları, sınıfsal karakterleri gereği reformisttirler. Onlar görevlerini yapmaktadırlar, devrimci-sosyalist hareketlere düşen görev ise, bir araya getirdikleri kitleleri reformist düşüncelerden kurtaracak sınıf bilincini kitlelere taşımak, onları aydınlatmak ve örgütlenmeye yatkın-yakın olan bu kitleleri devrim ve sosyalizm mücadelesinde örgütlenmelerini sağlamaktır. Bu hem reformizmin eleştirisini, teşhirini sürekli canlı tutmayı gerektirir, hem de kitleleri sürekli eğitmeyi ve aydınlatmayı gerektirir. En önemlisi de onların yanında olmayı zorunlu kılar.

Bugüne kadar yapıldığı gibi, kitlelerle ilişkiye girmeden, onların somut sorunlarını dinlemeden uzaktan yapılan ajitasyon/propagandayla veya uzaktan verilen öğütlerle kitleler örgütlenemezler. Bizzat kitlelerin içine girmek, onlara dokunmak olarak da adlandırılan bu durum kitlelerle gerçek teması işaret eder. “Yeşil Yol” projesine tepki olarak bir araya gelen Karadeniz köylüleri içinde, kendilerine engel olan polis-asker ve devlet yetkililerine “Siz kim oluyorsunuz, devlet benim” diyen ananın, bu devletin niteliğini ve neden yıkılması gerektiğini bilince çıkaramazsa ve eğer sınıf bilincine varmazsa var olan devleti kutsadığı ve yönetimini kendi eline aldığında aynı türden uygulamaları-politikaları kendisinin de yapmak zorunda kalacağını, özel mülkiyet üzerine kurulu olan ve onu meşrulaştıran sistemin ve devletin devamını sağlayacağını kim ona anlatacak. Elbette ki reformistler anlatmayacak. Anlatacak olan sınıf bilinçli proleterler olarak Maoist komünistlerdir.

Maoist komünistlerin oluşan ve oluşturulacak olan eylem birliklerine, ittifaklara, cephelere, koordinasyonlara, “ağ”lara, ortak çalışma ve Birleşik Devrimci Mücadeleye ilişkin açık ve net bir yaklaşımı vardır. Özü şudur: Devrim kitlelerin eseridir doğru ve bilimsel önermesinin bir gereği olarak en geniş şekilde kitlelerin Sosyalist Devrim mücadelesi doğrultusunda bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve konumlanması sağlanmalıdır. Daha somut olarak ise, sınıflara bölünmüş toplumun dost ve düşman sınıflar ayırımına paralel olarak dost sınıf ve katmanları(sosyalizmin güçleri ve diğer ilerici-devrimci hareketler) ortak hedefler ve çıkarlar doğrultusunda bir araya getirmek, sosyalist devrim mücadelesini güçlendirecek tüm mücadele alanlarını harekete geçirmek, devrim ve sosyalizm güçlerini sosyalist devrim mücadelesinin hizmetine sokmak. Bu vesileyle de düşman sınıfları daha güçlü kuşatmak, ideolojik, siyasi, örgütsel, askeri, kültürel, ekonomik alanlarını daraltmak, daha güçlü darbeler vurarak yıkılmasını hızlandırmak ve kolaylaştırmaktır.

Bu özet belirleme, somut tahlillerin bir sonucu olarak farklı biçimlere bürünür, kapsama alanı değişir, hedefleri farklılaşır. Öncesinden belirlenmiş bir biçimi yoktur. Her bir somutta alacağı içerik ve biçim farklılıklar gösterecektir. Halkın Birleşik Cephesi’nin içeriği ve biçimi her bir somutta farklılaştığı gibi, eylem birlikleri ya da ittifakların da içeriği ve biçimi değişiklik gösterir. İşgal koşullarında, yarı feodalizm koşullarında, gerilla alanında, demokratik alanda, Cezaevlerinde, yurtdışında vb. içeriği ve biçimi somut duruma göre değişiklik içerir. Lakin, Maoist komünistler açısından değişmeyen tek şey, Sosyalist Devrim’in hizmetinde olup olmadığı, kitleleri devrim mücadelesine seferber edip etmediğidir. Doğru mu/faydalı mı ikileminde “doğru” mu sorusu belirleyici ve öncel olandır. Doğru’luğun karşılığı ise; Sosyalist Devrim yöneliminin hizmetinde olup olmadığı, Sosyalist Devrim mücadelesine hizmet edip etmediğidir.

Komünizm mücadelesi tek düze bir mücadelenin ötesinde çok geniş ve çeşitlidir. Her bir somut durumda farklılıklar gösterir. Belirlenmiş bir mücadele yöntemi yoktur. Özü değişmez. Özü komünizm hedefli olmasıdır. Sınıf mücadelesi pratiği(devrim ve sosyalizm mücadelesi pratiği) bu hedefe ulaşmada temel ilkeler ortaya çıkarmıştır. Bu ilkeler komünizm mücadelesi için olmazsa olmaz ilkelerdir. İlk gelen, burjuva devlet mekanizmasının “zor” yoluyla parçalanmasıdır. İkincisi, proletarya diktatörlüğünün savunulması ve devrimin proletarya diktatörlüğü altında devam ettirilmesidir. Üçüncüsü, komünizmi hedeflemesi, komünist ideolojinin-komünist partisinin rehberlik etmesidir. Dördüncüsü ise, kitlelerin eseri olan devrim, kitlelerin öne çıkmaları ve devrime sahip çıkarak sürdürmelerinde özne olmalarıdır. Bu ilkeler Paris Komünü, Büyük Ekim Devrimi, Halk Demokrasileri, Çin DHD, BPKD devrim pratiklerinden ortaya çıkmış evrensel ilkelerdir. Bu ilkeler evrensel olmakla birlikte her bir siyasal coğrafyanın somut koşullarında farklı biçimlere, farklı yol yöntemlere ve mücadele biçimlerine, araçlarına bürünürler. Daha öz ifade ile var olan devletin niteliği ve karakteri, emeğin gasp ediliş biçimi ve bu biçim üzerinde şekillenen sınıfların nitelikleri, emperyalist sistemle ilişkileri bağlamında ortaya çıkan devrimin stratejisi, yolu, mücadele yöntemleri, devrimin temel ve ittifak güçleri her bir siyasal coğrafyada farklılık gösterir. Bu farklılıklar birleşik devrimci mücadelenin ele alınışında değil ama bileşiminde ve yöneliminde farklılıklar gösterir. Bahsedilen farklılıklar doğru bir yöntem ile ele alınmaz ise doğru sonuçlar veremezler. Eylem birliklerine, ittifaklara HBC gibi yaklaşmak ya da tam tersi ele almak gibi. Veya, bu oluşumlara boyundan büyük misyonlar biçmek ya da daha önemsiz araçlar olarak ele almak gibi.

1 Mayıs, 8 Mart ya da belirli tarihsel günler için gündeme gelen eylem birlikleri, ortaklıkları elbette ki HBC gibi ele alınamazlar. Ya da, ekonomik, demokratik, akademik veya ekolojik bir gündem vesilesiyle oluşturulan eylem birliği, ittifak ya da platformlar HBC gibi ele alınamazlar. Bu türden ortak mücadele platformları tarihsel takvime ya da, parça sorunlara bağlı olarak ele alınmasından kaynaklı geçici bir özelliğe sahiptirler. Fakat bu geçicilikten kaynaklı günü kurtarma yaklaşımıyla ele alınamazlar. Doğru bir perspektife sahip olmalı, yarının HBC siyasetinin hazırlığına ve ortak mücadele kültürünü geliştirmeye hizmet etmeli, zeminini güçlendirebilmelidir.

Yarının iktidar organlarının nüveleri için gerekli olan zemin bugünden hem kültürel olarak hem de örgütsel olarak hazırlanmalıdır.

Eylem birlikleri, ittifak ve çeşitli biçimlerde oluşturulan Birleşik Devrimci Mücadele örgütlerinden biri de Halkın Birleşik Cephesi’dir.  Devrimin üç sacayağından biri olan HBC, Maoist komünistler açısından stratejik öneme sahiptir.

Devrim bir altüst oluştur. Bu büyük alt üst oluş, toplumun en geniş kesimlerinin bizzat devrime katılmasıyla anlamlı olacağı bir gerçektir. Devrime önderlik edecek olan proleter sınıf, kendisine en yakın ve devrimden çıkar ve menfaatleri olan sınıfları da yanına alarak devrimi gerçekleştirebilir. Saf proleter bir devrim yoktur. Devrim-sosyalist devrim, sosyalizmden çıkarı olan tüm kesimleri, sosyalizmin güçlerini de yanına almak zorundadır.

Unutulmaması gereken husus, devrim ve sosyalizm mücadelesini yalnızca proletaryanın yürütmediği, aksine bu mücadelede küçük burjuvazinin çeşitli kesimlerinin de yer aldığı, örgütlü halk gücü olarak mücadele yürüttüğüdür. Devrim mücadelesine kent-kır küçük burjuvazisi ve orta burjuvazi de katılmaktadır. Proletarya olarak devrimin dost güçlerinin emperyalizme, komprador tekelci kapitalizme ve gerileyen-çözülen ama tasfiye olmayan feodalizme karşı yürüttükleri mücadele, Maoist komünistlerin de yürüttüğü mücadeleyle ortak yanlar taşımaktadır. Ve Maoist komünistler, kendi iradeleri ve mücadeleleri dışında düşmanlarına karşı yürütülen bu mücadelelere seyirci kalamazlar, sahiplenir ve desteklerlerken, koşulları yaratıldığı oranda bu mücadelede ortaklaşmalara, ittifaklara özen gösterirler. Başka bir tutum da düşünülemez.

Yarı feodal coğrafyaların önünde duran Yeni Demokratik Devrim’e birden fazla sınıf ve kesimler katılmaktadır. Bu devrimin esas konusunun toprak sorunu olması ve köylülük sınıfını ilgilendirmesi, bu mücadelede nicel olarak köylülüğü öne çıkarsa da, bu devrime önderlik eden sınıf proletaryadır. Bu devrim mücadelesine ne yalnız köylülük ne de yalnız proletarya katılmaktadır. Bu ikisinin yanında şehir küçük burjuvazisi ve milli(şimdi ise orta) burjuvazinin devrimci kanadı yer almaktadır. Proletarya önderliğinde yürütülen bu devrim Yeni Demokratik Devrim’dir.

Sosyalist Devrim’in gündemde olduğu coğrafyamızda ise devrim mücadelesi yalnızca proletarya tarafından yürütülmemektedir. Şehir, kır küçük burjuvazisi ve orta burjuvazinin devrimden yana olan kanadı da bu devrime katılmakta, bağımsız irade ve örgütleriyle mücadele yürütmektedirler. Proletarya dışındaki bu halk, sosyalizmin güçlerinin varlığına gözlerimizi kapayamayız. Komünizmi kavrayışları, mücadele yol ve yöntemlerinin eleştiri konusu olması, bu kesimleri devrim mücadelesinden dışlamayı getirmez, görmezden de gelinemez. O halde bu kesimlere ilişkin bir yaklaşım bir siyaset olması gerekmektedir. Bu noktada Birleşik Devrimci Mücadele çeşitleri devreye girer ki, yukarıda da bahsetmeye çalıştığımız da budur.

Hem 2015 7 Haziran-1 Kasım Genel Seçimleri’nde, hem öncesindeki yerel seçimlerde, hem de 1998 yılında oluşturulan Birleşik Devrimci Güçler Platformu bu yaklaşımla ele alınmış, ortaklaşma ve ittifaklar bu perspektifle kurulmuştur.

Bu türden ittifak, eylem birliği, birleşik devrimci mücadelenin örülmesine yön veren perspektif, halk sınıf ve tabakaları içinde yer alan ve devrim-sosyalizm mücadelesi yürüten örgütlü halk güçleriyle ortak noktalarda buluşmak, devrimin halk güçlerini ortak hareket ettirmektir. Yalnızca, örgütlü halk güçlerini yan yana getirmek de değildir, örgütsüz ve dağınık olan milyonlarca halk kitlesine de ulaşmaktır. Örgütlüsüyle-örgütsüzüyle halk kitlelerini birleştirmektir. Bunlara bir Cephe denilemez elbette. Bunlar dönemsel ve geçici ittifaklar olarak ele alınmalıdır.

Hiçbir ittifak ya da türevleri nedensiz gerçekleşmez. Kendiliğinden de oluşmaz. Maddi bir zemine dayanmak zorundadır ve bu maddi zeminde ortaklaşmayı gerektirir. Tarihsel ve siyasal koşullar bu türden oluşumları gündeme getirirler. Sınıf mücadelesinin seyri içinde toplumsal, sosyal, iktisadi, siyasi, kültürel, askeri noktalarda, toplumsal-siyasal yaşamı derinden etkileyen-etkileyecek olan ve baş çelişkiye bağlı bazı gelişmeler olur. Bu gelişme, yaşanan tarihsel kesitte devrim mücadelesinde, toplumun yaşamında önemli bir yer tutar ve öne çıkar. Maoist komünistler ve devrim-sosyalizm güçleri, tek tek örgütlü halk güçleri olarak bu politik gelişme karşısında şu veya bu biçimde bir tavır, bir duruş sergilerler. Bu gelişmenin tanımlanmasına ve mücadele yöntemine ilişkin yaptıkları tercihlerde benzerlikler ve ortaklaşmalar gündeme gelir ki bu ortaklıklar da ittifaklara konu olurlar. Oluşan tüm eylem birliklerine, ittifaklar ya da benzer birleşik devrimci mücadele çeşitlerine bakıldığında bunlar rahatlıkla görülebilir.

Maoist komünistlerin de içinde yer aldıkları tüm Birleşik Devrimci Mücadele temelli oluşumlar incelendiğinde görülecektir ki; ilkesel konular hariç politikada esnek olunmuş, ilkelerde ise tavizsiz bir duruş sergilenmiştir. Genel olarak bu oluşumlarda izlenmesi gereken siyaset de bu olmalıdır. İlkesel konularda taviz verilmemeli, politikada ise esnek olunmalıdır.

 

Tarihsel ve siyasal bir gelişme olarak birleşik mücadele!

Her olgu ve olay tarihselliği içinde verili koşullar dikkate alınmadan değerlendirmeye tabi tutulamazlar, tutulduklarında ise niyetler devreye girer ve ezberci-dogmatizmin ürünü bir sonuç ortaya çıkar.  Devrim ve karşı devrim arasında yürüyen çetin mücadelede her bir gelişme ve olay somut gelişmelere bağlı olarak farklı farklı tutum ve davranışları, yönelimleri ve araçları gerekli kılar, Sosyalist Devrim’in hizmetinde olmak kaydıyla gündeme gelen bu somut siyasetler ne kadar doğru ve isabetli, ne kadar eksiksiz olursa o kadar da başarılı bir yönelim ve konumlanma olur. Her olay ve olgu, bunların sonucu ortaya çıkan ve kendini dayatan ihtiyaç ve girişim kendi tarihselliği içinde ele alınmak zorundadır. Bu gerçeklerden kopuk yapılan belirlemeler ve bu belirlemelere denk düşen yönelim ve araçların sosyal yaşamda bir karşılığı olmaz.

.Verili koşulları içinde sorunun ortaya somut konuluşu

Uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına cevap verme konusunda hem bürokratik mekanizmanın tıkanıklığı ve hantallığı, hem yürütülen iç ve dış siyasetin emperyalist yeni siyasetlerle uyumsuzluğu faşist ‘’TC’’ devleti emperyalizmin yeni dönem ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmasını zorunlu kılmıştır. Yapılandırılma yalnızca faşist ‘’TC’’ devleti için değil, bu yeni dönemin ihtiyaçlarına cevap olamayan tüm yarı sömürgeleri de kapsayan bir politika olarak emperyalizm tarafından gündeme getirilmiştir. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Orta ve Güney Asya’dan Latin Amerika’ya, Doğu Avrupa’dan Balkanlara kadar çok geniş bir coğrafyayı içine almıştır.

Sermayenin tıkanan birikim sürecinin önünü açmak ve sermayenin kendisi için ihtiyaç duyduğu daha “özgürlükçü” ve daha “bağımsız” bir ortamın, zeminin oluşturulması için gerekli olan düzenlemelerin yapılabilmesi, bir dizi ülkede “ayak bağı” olmuş iktidarların, bürokrasinin, devletin temel kurumlarının yeniden düzenlenmesini, yeniden konumlanmasını gündeme getirmiştir.

‘’TC’’nin Kemalist ideoloji ekseninde sürdürülen iç ve dış politikalarının sürdürülemez ve kendini tekrar eden özeliği, bu siyasetin sürdürücüsü olan partilerinin teşhir olma gerçekliği ve hem bu siyasetle hem de bu aktörlerle yeniden yapılanmanın sürdürülemez olmasının bir sonucu olarak hazırlanan ve siyaset sahnesine sürülen AKP, aynı zamanda “yeni” siyaset tarzı-dili ve yaklaşımıyla toplumunda dikkatini çekmesi sağlanmış ve ilk seçimlerde hükümet olması için tüm olanaklar sunulmuştur. İleri sürdüğü vaatler; toplumu derinden etkileyen sorunlara bir karşılık olması nedeniyle halk kitlelerinin desteğini alan AKP, aynı zamanda burjuva-demokrat aydınların büyük çoğunluğunun da desteğini alarak hükümetteki konumunu sağlamlaştırmakla kalmamış, iktidar olmanın da mücadelesini yürüterek egemen sınıflar içinde hâkim klik durumuna gelmiştir. Egemen sınıf klikleri arasında hâkim durumda olan AKP-Erdoğan kliği gelinen aşamada bu konumunu korumak ve sağlamlaştırmak istemektedir. Bunun birçok nedeni sıralanabilir.

Bunların başında egemen sınıflar içinde Kemalist kliğin köklü bir geçmişinin olması, hem toplumsal, hem de devlet bürokrasisinde halen büyük oranda varlığını korumasıdır. İkincisi, siyaset sahnesine ilk çıktığı andan itibaren yaptığı “özgürlük” ve “demokrasi” bayraktarlığı, gelinen aşamada koyu bir faşizme yönelmiş olmasının toplumda yarattığı tedirginliğin ve öfkenin sosyal patlamalara zemin özelliği sunmasıdır. Bu iki nedenden kaynaklı daha geniş yetkilerle donatılmış tek adam-tek parti diktatörlüğü üzerinden kendisine karşı gelişecek olan hem burjuva, hem de toplumsal muhalefeti etkisiz kılmanın gayreti içindedir.

AKP-Erdoğan iktidarının, işçi-emekçi-köylüleri ilgilendiren sorunlardan, Kürt ulusal sorunu ve diğer azınlık sorunlarına, Alevi sorunundan diğer ezilen inanç sorunlarına, çevre-ekolojik sorunlardan kadın ve cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, aydın-sanatçı ve akademisyenlere yaklaşımından gençliğe yaklaşımına, bilcümle toplumsal yaşamı ilgilendiren tüm sosyal, ekonomik, demokratik ve akademik sorunlara yaklaşımı bugüne kadarki egemen burjuva siyasetin, burjuva faşist devlet geleneğinin bir devamıdır. Hâkim klik, bu geleneği devam ettirirken egemen siyasetten ödün vermemiş; aksine iktidarını pekiştirmek, sağlamlaştırmak için daha koyu bir faşizmi gerekli ve zorunlu görmüştür. Dünden bugüne dozu iyice arttırılarak sürdürülen karşı devrimci politikalar, anti-demokratik uygulamalar, katliamlar, baskı ve şiddetler bunun açık göstergesidir.

Egemen sınıflar içinde hâkim klik olarak iktidarda esas söz sahibi olma mücadelesinde tek başına hükümet olma gibi avantajları kullanarak diğer kliklere oranla daha etkin ve iktidarda söz sahibi olmayı başaran AKP-Erdoğan kliği, kendisine rakip olabilecek hem sermaye çevresine, hem de bu sermayenin siyasi temsilcilerine yönelik burjuva yasalara, kendi hukukuna, “devlet” teamüllerine dahi uymayan uyguladığı politikaları, iktidar üzerinde oluşturduğu hakim konumunu koruma ve pekiştirme olarak okunmalıdır. Burjuva siyasi çevrelere, burjuva medyaya, kendine rakip olan sermaye kesimlerine devlet içinde elinde tuttuğu bürokratik mekanizmalar üzerinden baskı uygulayarak geriletmeyi hedefleyen AKP-Erdoğan kliği, bugüne kadar devlet içinde köklü bir yere sahip olan Kemalist bürokrasinin toparlanmasına, güçlenmesine olanak tanımayacak şekilde yönelime girmiştir. Bu yöneliminde haksız da değildir. 1940’ların ikinci yarısında CHP’den koparak partileşen ve DP adıyla siyaset sahnesine çıkan egemen sınıfın temsilcisi DP kliği, aynı AKP kliği gibi devlet bürokrasisine yerleşmek ve iktidar koltuğuna oturmak için bugünküne benzer uygulamalara girmekten çekinmemiş, her türlü yaptırımı gündeme getirmiş, hatta ordu ile “kanka” olacak derecede ilişkilerini geliştirmekten sakınmamıştı. Fakat iktidar mücadelesi kolay ve basitçe sonuçlanacak bir mücadele olmadığı Yassıada duruşmaları ve sonrasındaki idamlarla diğer egemen sınıflara ilan edildi. Devletin kurucu öğeleri ve kendilerini bu devletin asli sahipleri olarak adlandıran bu Kemalist kesim dün olduğu gibi bugün de iktidar mücadelesinden kolay kolay vazgeçmeyeceklerdir. Eğer dil sürçmesi değilse Kılıçdaroğlu’nun, zamanında Erbakan gibi “kan”dan bahsetmesi öylesine ortaya atılmış bir söz değildir.  İktidar mücadelesinin ne menem bir şey olduğunu anlatan bir gerçeğin ifade ediliş biçimidir. AKP-Erdoğan kliği, burjuva siyaset sahnesinde kalkıştıkları işi gevşettikleri takdirde nasıl bir sonuçla karşılaşacaklarını gayet iyi bilmektedirler. 1 Kasım’a ertelenen Genel Seçimler bu sonuçla karşılaşmanın ötelenmesinin girişimidir. Anlaşılacağı üzere AKP-Erdoğan kliği hâkim durumunu sıkı tutmakta, herhangi bir gevşemeye-toleransa zemin sunmamaktadır. Bu hâkim sınıflar arasındaki çelişkinin gelinen aşamada nasıl bir gelişme içinde olduğuna da işarettir ve bu daha da şiddetlenme eğilimi içermektedir.

1 Kasım Genel Seçimleri bazı gerçekleri de su üzerine çıkarmıştır. Bu gerçeğin adı da, AKP’nin bugüne kadar arkasına aldığı halk desteğini kaybetmeye başladığıdır. Verdiği vaatlere paralel politik bir seyir izlemesi beklenmemekle beraber, izlediği siyasetle “ümüğü”ne kadar sıkılan, nefes dahi alamaz duruma getirilen bir halk gerçeğinin geç de olsa AKP’yi tanımaya başladığını, yavaş yavaş uyandığını söyleyebiliriz. Bu tanıma bilimsel süzgeçten geçirilerek varılan bir sonuçtan öte, kendi sosyal, çalışma, kültürel, siyasal yaşamına karşı geliştirilen müdahale, baskı ve yönlendirmeden hareketle vardığı bir sonuçtur. 7 Haziran seçimleri öncesinde gelişen Gezi-Taksim başkaldırısı bir mesaj olarak ele alınırsa, 7 Haziran seçim sonuçları daha iyi anlaşılabilir. AKP tek başına hükümeti kuracak ve var olan imkânları kullanarak iktidarını pekiştirecek bir halk desteği bulamamıştır.  AKP-Erdoğan kliği için sonun başlangıcı anlamına gelecek bu durum bir koalisyon hükümetiyle de giderilecek tehlike değildi. Çünkü koalisyon demek belli imkânlardan, olanaklardan taviz vermek, az da olsa geri adım atmak demekti ki bu, AKP-Erdoğan kliği karşısında Kemalistleri-diğer egemen sınıfları cesaretlendirecek, güçlerini toparlayacak bir zemin anlamına gelmekteydi. AKP-Erdoğan kliğinin kendi içindeki farklı düşüncelere, “koalisyon” yanlılarına rağmen buna izin veremezdi, vermedi de. 7 Haziran seçim sonuçları sonrasındaki tavırları da buna işaretti. Bu yüzden 7 Haziran seçim sonuçlarıyla 1 Kasım seçim sonuçları karşı karşıya getirildiğinde esas olarak baz alınması gereken 7 Haziran seçim sonuçlarıdır. Bu seçim sonuçları AKP-Erdoğan’a olan halk desteğinin gerçek karşılığıdır. 1 Kasım seçim sonuçları da, Temmuz ayı ile birlikte dozu arttırılarak uygulanan faşizmin halklar üzerinde yarattığı baskı, korku iklimine sokulan halkların “istemeye-istemeye” verdiği oyların sonucudur(seçim hilelerinden bahsetmiyoruz). Halklar üzerinde uyguladığı terör, baskı, şiddet ve katliamla ayakta duran, hükümet olan AKP-Erdoğan kliği bunun farkındadır. Bu farkındalık, aldıkları tedbirleri, gündeme getirdikleri anti demokratik uygulamaları, burjuva yasalara dahi uymayan politikaları süreklileştirmeyi gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Bundan geri adım atış önlenemez çöküş anlamına gelecektir.

7 Haziran seçim sonuçları yalnızca halk desteğinin azaldığıyla açıklanabilir belki, fakat bunun ekonomik ayağının da hiç de anlatıldığı gibi olmadığı da ortadadır. Emperyalistlerin Ortadoğu üzerindeki pazar-hâkimiyet mücadelesinde ABD emperyalizminin ileri karakolu olarak konumlansa da,  Sünni-Osmanlıcılığı yeni biçimde diriltme yönelimi birçok yerel politikada AKP-Erdoğan kliğini ABD ve diğer emperyalistlerle karşı karşıya getirmiştir. Libya, Mısır, Suriye örnekleri AKP-Erdoğan kliğini esas olarak ABD ve Rus emperyalistleriyle karşı karşıya getirmiş, bu karşı karşıya gelme durumu ekonomik olarak da emperyalist sermayenin (sıcak para) ülkeden yavaş yavaş geri çekilmesine, ekonomik ilişkilerin bozulmasına zemin sunmuştur. IMF’ye borç para vermekle öğünen Erdoğan’ın AB’den serbest bırakılmasını istediği 3 milyar doların peşine düşmesi boşuna değildir. Ekonomi pek  iyi durumda değildir, sıcak para akışı yavaşlamış, hatta gerilemiştir. Dolar değer kazanmakta ve devlet-özel sektör borçları değer kazanan dolarla birlikte artmaktadır. Bu AKP-Erdoğan’a yakın sermaye çevresini de tedirgin etmekte ve AKP-Erdoğan’a daha sıkı tedbirler geliştirmesini, rakip sermayelere karşı baskısını arttırmasını dayatmaktadır. Bu dayatma ihalelerde izlenen yol-yöntem ve kayırmalarla, bazı sermayedarlara getirilen vergi cezalarıyla, “paralel” adı altında yapılan soruşturma ve tutuklamalarla gözlenmektedir. Esas olarak ABD emperyalizminin yavaş yavaş desteğini çektiğini ve bunun karşıtı olarak da Rus emperyalizminin ekonomik yaptırımları sıklaştırdığını söylemek abartı olmaz. Bu gelişme karşısında AKP-Erdoğan kliği, Osmanlı’nın yaptığı gibi Alman emperyalizmine yaklaşım politikası izlemektedir. Rus devlet yetkilisinin Erdoğan’a; Osmanlıcılığa fazla bel bağlamamasını, Osmanlı’nın karşılaştığı sonu unutmaması gerektiği yönünde yaptığı gönderme yersiz ve ayakları havada değildir. Gidişata düşülen bir dip nottur.

Ekonomik olarak yaşanan-yaşanacak olan sıkıntıların siyasete yansımaması düşünülemez. Ekonomik istikrarsızlık, siyasi istikrarsızlığı koşullar. Ve gidişat da bu yöndedir. “Barış-çözüm” süreci altında görece çatışmasızlığın yaşandığı bir süreçte akan sıcak paranın yarattığı rehavet, toplumsal algıda oluşturduğu “gelişme ve refah” yerini yavaş yavaş karamsarlığa bırakmakta, gelecek kaygısı daha derin etkilerde bulunmaktadır.

“Barış-çözüm” aldatmacasının siyaseten AKP-Erdoğan’ın elini güçlendirdiği bir gerçektir. 7 Haziran seçimlerinde bu aldatmacanın artık tutmadığının, aksine toplumsal muhalefetin güçlenmesini de sağladığının ortaya çıkmasıyla birlikte, çatışmasızlık ortamı yerini çatışmalı bir ortama bıraktı. Kürt ulusuna, demokratik kazanımlarına, devrimci komünist harekete karşı başlattığı ve dozunu giderek arttırarak sürdürdüğü saldırının, yalnızca 7 Haziran sonuçları üzerinden gelişen bir “cezalandırma” olmadığı açıktır.

Dozu arttırılarak yürütülen bu saldırılarda esas olarak devlet-AKP-Erdoğan kliği, toplumsal muhalefete, devrimci, demokratik, ilerici, sosyalist yönelimlere karşı gerçek olan yüzünü göstermektedir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Şaşılacak olan durum, böylesi bir “çatışmalı” ortamın emperyalistlerin Ortadoğu üzerinde yürütmeye çalıştıkları politikaya etkisidir. Ortadoğu üzerinde emperyalist politikaların sürdürülmesinde faşist ‘’TC’’ devletinin kendi içinde çatışmalı bir sürece girmesi, faşist ‘’TC’’ devletinin “ileri karakol” olarak misyonunu oynamasını zaafa uğratır yanı güçlüdür. Emperyalizmin faşist ‘’TC’’ devletinin böylesi bir çatışmalı ortama girmesini kabul etmesi, AKP-Erdoğan kliğinden yavaş yavaş desteğini çekme olarak okunmalıdır. Kürt sorunu bugün açısından faşist ‘’TC’’ devletinin “başını” ağrıtan ve onu uğraştıran bir yerde durmaktadır. Gelinen aşamada görüldüğü üzere özyönetim mücadelesi devleti çaresiz bırakmış, Kuzey Kürdistan’da devlet kontrolü gittikçe zayıflamıştır. Görünen odur ki, esas olarak 24 Temmuz saldırısı emperyalizmden bağımsız olarak gerçekleşmeyen, ama emperyalizm tarafından hazırlanan urganın AKP-Erdoğan kliğinin kendi eliyle kendi boyunlarına geçirilmesini, “kendi ipini” kendisinin çekmesini sağlayan bir “destek” olduğu, bir işlev gördüğü göz ardı edilmemesi gereken bir olasılıktır. Bu olasılık ne devletin sınıf niteliğinde, ne karakterinde, ne de AKP-Erdoğan kliğinin sınıf niteliği ve karakterin de bir tartışmaya neden değildir. Hem devletin hem de AKP-Erdoğan kliğinin niteliği faşizmdir. Bu nitelik devletin kuruluşundan beri varlığını koruduğu gibi, böyle bir devletin sahibi egemen sınıfları da bu nitelikten bağımsız düşünmek büyük bir yanılgı olur. Dün ve bugün tüm düzen partilerinin (komprador ve komprador tekelci burjuva partileri) faşist karakterli olduğu tartışmasız bir gerçektir. “Barış ve çözüm” derken de faşistti, “ne barışı, ne çözümü” derken de faşistti. Konjonktürel olarak dönemsel politikalardan kaynaklı madalyonun diğer yüzü daha iyi iş görüyordu o kadar.

Toplumsal tabanındaki bu zayıflama, desteğin gözle görülür bir şekilde azalması, faşist AKP-Erdoğan kliğini MHP’ ile dirsek temasını daha da arttırmasına yöneltmektedir. 2015 Haziran öncesi politik yönelimdeki farklılıklardan kaynaklı “didişme” yaşansa da esas olarak iç siyasete dönük bir propaganda olarak yansıyan bu çelişkiler, 7 Haziran sonrası ile birlikte gerçek halini almaya başlamıştır.

MHP içindeki çelişkiler ve bu çelişkilerde MHP’ye hâkim durumdaki Bahçeli’ye sunulan “bürokratik-yargısal” destek, hem “Gülen”e yakın kesimlerin tasfiyesine kapı aralarken, aynı zamanda AKP-Erdoğan kliğinin iktidarlaşmadaki koltuk değneğine olan ihtiyacına da cevap niteliğindedir.

Esas olarak MHP’nin politik yönelimiyle birleşen AKP-Erdoğan kliğinin politik yönelimi, halkların nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğuna da bir işarettir.

Bu işaret 7 Haziran seçimleri öncesi de görülebilir bir durumdu. Fakat 7 Haziran seçimleri sonrası Suruç’taki katliam, Ankara ve bir dizi yerdeki katliamlar, uzun bir aradan sonra Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik geliştirilen kapsamlı askeri operasyonlar, devrimci-komünist harekete yönelik artan saldırılar, ister burjuva olsun, isterse devrimci-komünist-yurtsever ve ilerici olsun tüm muhalefete yönelik saldırı ve kuşatma (ki, burjuva muhalefetle devrimci-komünist-yurtsever hareketler bir değildir ve saldırıların dozu da bir ve aynı değildir), AKP-Erdoğan kliğinin nasıl bir yönelimde olduğunun, koyu bir faşist dikta oluşturmaya çalıştığının da göstergesidir.

Bu saldırı ve kuşatma toplumu terörize eden, korku ve kaygı iklimine sokan bir içeriğe de sahiptir. Bunun yanında bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki; korku ve kaygıya rağmen Gezi-Haziran başkaldırısı deneyimini de arkasına alan bir toplumla da karşı karşıyayız. Kendiliğinden gelişen bu başkaldırının haftalarca ve milyonları kapsayan bir genişlikte sürmesi biriken öfke, kaygı ve değişim isteminin bir sonucuydu. “Bana dokunma, dokunursan yanarsın” dercesine; yaşamına, yaşam tarzına müdahaleye, ötekileştirilmeye, mahalle baskısına, sosyal-siyasal-ekonomik aldatılmışlığa biriken tepkinin patlamaya dönüşmesiydi. Devrimci-komünist önderliklerden yoksun olmasına rağmen kitlelerin elde ettiği bu mücadele deneyimi daha sert ve şiddetli kitle mücadelelerinin “başlangıcı” olarak önemli bir yerde durmaktadır.

Tüm bu yukarıda sıralanan nedenler toplumu derinden etkilememesi düşünülemez. Kolundaki kelepçenin, nefes borusunun sürekli sıkıldığını gören, ekonomik olarak sürekli alım gücü düşen, kentsel dönüşüm adı altında evini-barkını-mahallesini terk etmeye zorlanan, yıllardır birlikte yaşadığı komşusuyla laik-dinci ikilemine sokularak karşı karşıya getirilen, her gün taşınan tabutlar eşliğinde şovenizm zehriyle bilinci köreltilen, düşünmesi-konuşması- örgütlenmesi en sert şekilde cezalandırılan dahası sonu koyu karanlık faşist bir diktanın alametlerini gösteren bir gidişatı kaygıyla izleyen toplumun, halk kitlelerinin daha büyük, daha çetin ve daha şiddetli bir başkaldırıya yeltenmemesi için hiçbir neden yoktur. Ve bu durum devletin, özellikle de AKP-Erdoğan kliğinin halk kitlelerini, onlarla buluşmaya-onları örgütlemeye çalışan devrimci-komünist öncülerini hiç ama hiç “boş bırakmaması”, “sürek avı”nı sürekli ve sistematik bir şekilde yoğunluğunu arttırarak sürdürmesi yukarıda sıraladığımız tüm bu nedenlerden dolayıdır. Gidişat daha büyük başkaldırılara gebedir. Ve yeni yeni “Haziran”lar yoldadır.

Toplumdaki sosyal patlamanın zemini düne göre güçlü bir şekilde varlığını korumakta ve sürekli birikmektedir.

Diğer taraftan devlete hâkimiyet savaşında egemen sınıflar arasındaki mücadele de gittikçe şiddetlenmekte fakat “her şeye” rağmen iktidardaki AKP-Erdoğan kliği diğer egemenlere rağmen devlet olanaklarını arkasına aldığından daha üstün bir durumdadır ve bu iktidarını garantilemek için kendi burjuva hukukunu dahi hiçe sayan bir yönelimi meşru görmektedir.

Ne var ki, “her şeye” rağmen dediğimiz nokta önemli bir yer tutmaktadır. AKP-Erdoğan kliği en zayıf dönemlerini de yaşamaktadır. 7 Haziran- 1 Kasım seçim sonuçları arkasına aldığı kitle desteğinin düşen bir yöne evirildiğini gösterirken, kurulduğu andaki “irade” birliğinin de gittikçe zayıfladığını gösteren gelişmeler yaşanmaktadır. A. Şener, A. Gül, B. Arınç gibi kurucu kadroları ve diğer kadroların tasfiye edilmesi, kendi içinde farklı seslere tahammül göstermemesi, en son kendi memuru Davutoğlu’nun “memuriyetten” “el” çektirilerek parti genel başkanlığından dahi azat edilmesi, AKP içinde derinden yürüyen mücadelenin yüzeye çıktığını göstermektedir.  AKP içinde çatlamalar daha da büyümüştür ve gizlenememekte, saklanamamaktadır. İç ve dış siyasette, ekonomik-politikalarda, uygulamalarda, devlet içindeki iktidar mücadelesinde Erdoğan kliği AKP’ye hâkimdir ve bu parti içinde AKP’ci olan ama Erdoğancı olmayan kesim tasfiyeyle yüz yüzedir. “Dava” arkadaşlarının dahi tasfiye edildiği bir AKP ve Erdoğan diktasını kabule zorlanan bir AKP “irade birliğinin” en zayıf olduğu dönemleri yaşamaktadır. Koyu faşizmin tahkimine yönelmesi dahi bunun göstergesidir. Hem ekonomik olarak yaşanan düşüş, hem siyaseten “içte(kendi içinde dahil) ve dışta” istikrarsızlığa evirilen ibre bunu koşullamaktadır.

Faşizmin AKP-Erdoğan kliği eliyle yeniden ve daha koyu bir yönelimle tahkim edilmesi ve bunun uygulamalarının toplumu kuşatması, devletin egemen sınıflarının içinde hâkim durumda olan AKP-Erdoğan kliğini baş köşeye, hedefe oturtmaktadır. Faşist olan diğer düzen partilerinden, egemen sınıflarından tek farkı, faşizmi tek adam diktası üzerinden ve daha koyu bir şekilde tahkim etmeye çalışmasıdır.

Toplumsal desteği düşen ve gerçek anlamda hükümet olamayan, kendi içinde sorunlar yaşayan bir AKP en zayıf dönemini yaşamaktadır. Ordu ve polis içinde alttan alta gösterilen tepkiler, itirazlar, devlet bürokrasisinde hala tasfiye edilemeyen “paralel”ciler, kendilerine rağmen alınan yargısal kararlar, öğretim kurumlarında sürdürülen “KPSS” tutuklamaları, bazı bürokratik mekanizmalara boyun eğdirtme adına “düşürülen” maaşlar vb. göstermektedir ki, AKP-Erdoğan kliğinin devlet bürokrasisine hâkimiyeti yeterli değildir. Üst yönetici bürokrasiye hâkimiyeti üzerinden yürüttüğü baskı ve şantajla bürokrasinin alt kesimlerini denetimde tutmaya-tasfiye etmeye çalışsa da, “işi”nin daha çok olduğu anlaşılmaktadır. Bu dahi kendi içinde çalkantılar yaşayan ve zayıflama trendine giren AKP-Erdoğan kliğine, hem burjuva hem de devrimci-komünist-yurtsever harekete, itirazları yükselen halk kitlelerine daha çok baskı uygulamasını, daha “şiddetli” darbeler indirmesini, deyim yerinde ise “göz açtırmamasını”, “nefes aldırtmamasını” dayatmaktadır.(Egemen sınıflara aynı şekilde elbette ki yönelmemektedir!)

Kurulduğu andan itibaren faşist diktatörlüklerle yönetilen Türkiye-Kuzey Kürdistan siyasal coğrafyası, yeniden tahkim edilmeye çalışılan koyu bir faşizmle daha karanlık günlere, geleceğe sürüklenmektedir. Toplumun büyük bir kesiminde kendiliğinden oluşan algı da bu yöndedir ve halk kitleleri bundan bir çıkış yolu aramakta, çözüm gücünü görmek istemektedir.

Toplumun yaşadığı kaygı ve tedirginlik, halk kitlelerinin aradığı çıkış yolu ve çözüm gücü devrimci komünist harekete büyük bir görev ve sorumluluk yüklemektedir. Devrimci-komünist hareket, esasta ise Maoist hareketin bu duruma sessiz kalması, gelişmelerin yönünü, oluşan avantaj ve dezavantajları tahlil edememesi, net bir tavır ve tutum takınamaması, ihtiyaç olan örgüt ve mücadele biçimleri oluşturamaması demek, ’70’ler ve ’80’ler sürecinden ve sonuçlarından yeterli derslerin çıkarılamadığı anlamına gelecektir. Bu devrim ve sosyalizm mücadelesi açısından diğerleri gibi kayıp “an”lardan biri olacaktır.

Birleşik devrimci mücadele!

Verili somut koşullar, toplumda kendiliğinden “faşizm” yargısının oluşmasını, tepkilerin, dilin, yaklaşımın aynılaşmasını gündeme getirmiştir. Faşizm yeni bir şey, ya da bugün gündeme gelen bir şey olmamakla birlikte, bugün toplumsal hayatta büyük bir çoğunluk tarafından dile getiriliyorsa, hiçbir teorik çözümlemeye başvurmadan böyle bir sonuca kendiliğinden varılabiliniyorsa, karşı karşıya bulundukları tehdidi çok yakından hissetmeleri ve yaşamalarından kaynaklıdır. Bu durumda devrimci-komünist harekete düşen sorumluluk faşizme karşı ortak dili kullanan halkları devrim-sosyalizm mücadelesinde ortaklaştırmak, bir araya getirmek ve örgütlemek olmalıdır. Çıkış yolunu ve mücadele yöntemini göstermeli, çözüm gücünün örgütlü halk kitlelerinde olduğunu göstermelidir.

Buradan bakıldığında birleşik devrimci mücadele, somutta ise HBDH yerli yerine oturtulabilir. Yeniden ve daha koyu bir şekilde tahkim edilmeye çalışılan faşizme, bunun birince dereceden hedefi olan AKP-Erdoğan kliğine karşı ortak bir mücadele yürüterek bu saldırıları püskürtmek, bu saldırıları geriletmek devrim-sosyalizm mücadelesinde ön açıcı ve mücadeleyi geliştirici bir yer tutacaktır. AKP-Erdoğan kliğinin başköşeye–hedefe oturtulması, en güçlü darbelerin devletle özdeşleşen bu kliğe indirilmesi, egemen sınıfların diğer temsilcilerinin ne faşist karakterini gölgeler, ne de hedef olmaktan azade eder. AKP-Erdoğan kliğinin, iktidarda oturması ve devlet içindeki dengelerde bir taraf olması nedeniyle aldığı her darbe, devletin ve sistemin de darbe alması anlamına gelecektir. Okun sivri ucunun bir kliğe dönmesi, diğer kliklerin hedeften çıkarıldığı anlamına da gelmemelidir ve böyle de anlaşılmamalıdır. Bu büyük bir hata, yanılgı olur ve sınıf işbirlikçisi bir yaklaşıma da kapıyı da aralama özelliği taşır.

“Milyonların özlemi” olarak da dile getirilen birleşik devrimci mücadele verili tarihsel koşullar dikkate alındığında, sürece-gelişmelere uygun isabetli bir tutum-davranışı gerekli kıldığı kadar isabetli konumlanma ve örgütlenmeyi de şart koşar. Tek tek mücadelelerin zayıflığı, etki kabiliyeti, kitleleri harekete geçirme olasılığı, örgütleme düzeyi birleşik devrimci mücadeleyi gerekli kıldığı ölçüde, bunun nasıl bir biçim alacağı da bu mücadelede önemli bir yer tutar.

Tarihsel deneyimler, verili koşulların somut tahlili, devrim ve sosyalim mücadelesine sunduğu imkân-olanaklar, devrim-karşı devrim cephesindeki olanak-avantaj ve dezavantajlar, nasıl bir birleşik devrimci mücadele ve izlemesi gereken yol-yöntem ve kullanılacak mücadele araçlarına da ışık tutar.

Yerel seçimlerde ve genel seçimlerde tek tek yürütülen mücadelelerin alacağı sonuçlar ile birleşik devrimci mücadele ile alınacak sonuçların bir ve aynı olmadığının görülmesi açısından önemlidir. Demokratik legal siyasetin kendisini kuşatan “yasal” sınırlılıkları içinde, aşılması gereken engellere ve kazanılması hedeflenen mevzilere ulaşmada benimsenen ittifak politikası yerinde bir tespit olarak sonuç vermiştir. Yine 18 Mayıs şehitleri dolayısıyla oluşturulan eylem birlikleri yaklaşımı da hedeflediği amaç açısından sonuç alıcı bir yönelim olarak görülmelidir.

Her verili durum, gelişme ve planlama kendine uygun araç ve yöntemleri gerekli kılmaktadır. Uygun araç ve yöntemler benimsenmediği durumda verimli sonuçlar almanın da önü kapatılmış olur.

Faşizmin artan dozuna, katliam girişimlerinin sürekliliğine, baskı ve şiddetin artış durumu gösterdiği ve örgütlü devlet “zor”unun en küçük bir hak talebine, çevrecilere, öğrencilere, aydın-akademisyenlere, barınma hakkını savunanlara vb. sistematik olarak kullanıldığı bir siyasal coğrafyada demokratik legal siyaset kurumlarının da bundan fazlasıyla nasibini aldığı düşünüldüğünde, birleşik devrimci mücadelenin farklı bir biçimde ve araçlarla ileri taşınmasının gerekliliği daha iyi anlaşılır.

Burjuva devletin örgütlü “zor”una karşı birleşik devrimci “zor”un önemi ve gerekliliği de buradan çıkmaktadır.

Faşizm, devrim ve demokrasi mücadelesinin konusudur, tavırsız ve duyarsız değildir. Maoist komünistler faşizme karşı yürütülen mücadeleye de sessiz kalamaz. Bizzat içinde yer alarak aktif bir tutum takınırlar. Ortak nokta AKP-Erdoğan kliği eliyle yeniden tahkim edilmeye çalışılan faşizmdir. Faşizmin geriletilmesinin, vurulacak darbelerin, devlette, egemen sınıflar içinde açacağı gedikler devrim-sosyalizm mücadelesine büyük fırsat ve olanaklar sunacaktır.

Diğer yandan HBC’nin yarın değil bugünden örülmesi, örgütsel-politik-kültürel-askeri zemininin hazırlanması-güçlenmesi perspektifine sahip olan Maoist komünistler, ‘Ben komünistim,  küçük burjuva veya Kürt Ulusal Hareketi’nin etkin olduğu bir ittifak-hareket içinde yer almam’ diyemez. Geçici veya kalıcı devrimci ittifakları-hareketleri reddeden, devrimci-demokratik sosyalist halk güçleriyle devrimci bir perspektife sahip oluşumlarda bulunmayı, dahası gelecekte devrimci bir iktidar kurmayı reddeden sol Troçkist yaklaşımları benimseyemez. Komünizme yürümüyor, sosyalizm yaklaşımı sorunlu diyerek devrimci bir yönelime karşı hatalı bir tutum belirleyemez.

Devrimin, sosyalizmin halk güçleriyle hangi durumlarda eylem birliğinin, ittifakın, platformun ve birleşik devrimci mücadelenin örüleceği açık ve nettir. İlkesel meselelerde, ilkesel konularda taviz verilemez. İlkesel konularda verilecek tavizler geçici olarak da ele alınsa birleşik devrimci mücadelenin çeşitli biçimlerinin örülmesine hizmet etmez. Geçici de olsa anlaşmalara dahi gidilemez. Bu siyasi iradenin başkalarına teslimi anlamına gelir. Diğer taraftan her bir konu ve meseleyi ilkesel olarak da ele almak yanlış olur. İlkesizlik, günübirlik çıkarlara uygun hareket etmektir. Günü kurtarmayı hedefler; pragmatizmdir. Bu tür durumlarda ittifakta gerçekleşmiş olmaz, bu durumda ittifaktan, eylem birliğinden bahsetmek, birleşik devrimci mücadeleden bahsetmek doğru değildir. Tek taraflı ne bir eylem birliğinden, ne bir ittifaktan ne de gerçekleştirilen birleşik devrimci mücadeleden bahsedemeyiz.

İlkelerden taviz verilmemeli, verilmez. Fakat politikada esneklik ise devrimin mantığına uygun olandır. Politikada karşılıklı esneklik tarihsel deneyimlerinde öğrettiği bir gerçektir. Birleşik devrimci mücadele ortak paydalarda, hedeflerde(yakın-uzak) birlikte yürümek, yönetmek, hareket etmektir. Bunun kısa vadeli ya da uzun vadeli olacağı meselesi somut hedef ve ortaklaşılan paydayla ilgilidir. Bazı durumlarda, buluşulan ortak payda ya da hedefler üzerinden şekillenen birleşik devrimci mücadele, yürütülen mücadelenin belirli bir aşamasında yeni ihtiyaçları gündeme getirebilir, yeniden ve ileri düzeyde ele alınmasını koşullayabilir. Bu devrimin çelişkilerle dolu özgünlüğünün, devrimci halk güçlerinin ideolojik-siyasi yönelimlerinin ve ideolojik mücadelenin gerçeğidir.

Devrimci-demokratik sınıflar, devrim ve sosyalizm mücadelesinin müttefik güçleri olması nedeniyle, onların çıkarlarını savunan-temsil eden devrimci örgütler, sosyalizmin devrimci örgütlü halk güçleridir. Temsil ettikleri çizginin, yönelimlerinin, mücadele yöntemlerinin yanlış olması onların sosyalizmin güçleri arasında görülmemesi anlamına gelmez. Bu dışlayıcı, sekter bir yaklaşımdır.

Sosyalizmin örgütlü halk güçleriyle yalnızca bugün, devrim ve sosyalizm mücadelesi noktasında bir araya gelmeyi ve birleşmeyi, ortak hareket etmeyi hedeflemek Maoist komünistlerin açısından eksik olur. Aynı zamanda komünizm perspektifi doğrultusunda proletarya ve emekçiler devleti koşullarında da birlikte yürümenin perspektifine sahip olunmalıdır. Böyle bir perspektif bugünden HBC’nin hazırlığında olur, onun kültürünü, siyasetini, yakınlaşmasını, birlikte çalışma zeminini güçlendirmeyi hedefler.

Sosyalizmin örgütlü halk güçleri, devrimin, devrimci mücadelenin gelişmesinin güçleridir. Devrimin-devrimci mücadelenin gelişimini engelleyen güçler olarak ele alınamaz, böyle bir anlayışa hizmet eden tavır, davranış ve yaklaşım da kabul edilemezdir. Devrim mücadelesinin gelişmesi sosyalizmin örgütlü halk güçlerinin güçlenmesine bağlıdır, sosyalizmin örgütlü halk güçlerinin zayıflaması ya da bitmesini beklemek, istemek, böylesi bir beklentide olmak dar grupçu bir yaklaşımın ürünü olur.

Sınıf mücadelesinin gelişimi içinde verili somut koşullarda çeşitli boyutlarda ortaya çıkan birleşik devrimci mücadele olanakları Maoist komünistlerin reddedeceği bir konu değildir. Devrim mücadelesini geliştiriyor mu? Sosyalist Devrim’e hizmet ediyor mu? Sosyalizmin örgütlü halk güçlerinin ortak hareket etmesini sağlıyor mu? Örgütsüz milyonlarca halk kitlesini örgütlemeyi hedefliyor mu? Halkın Birleşik Cephesi’nin kurulmasının sosyal, siyasal, kültürel olarak alt yapısını hazırlıyor mu? Bunlara verilecek doğru cevaplar birleşik devrimci mücadelenin nasıl ele alınması gerektiğine, böylesi mücadeleye nasıl yaklaşılması gerektiğine de ışık tutacaktır.

Halkların Birleşik Devrim Hareketi!

Kurulduğu andan itibaren egemen sınıfların “şer” cephesi olarak adlandırdıkları birleşik devrimci mücadelenin biçimlerinden biri olan, somut koşulların ihtiyacı olarak kendini dayatan HBDH, sürece cevap anlamında ele alındığında bir Cephe olarak elbette ele alınamaz. Fakat basit bir eylem birliği, kısa vadeli bir ittifak olarak da görülemez. HBC’nin bugün değilse bile, bugünden zemininin hazırlanmasına olanak tanıyan güçlü özellikleri vardır.

Verili koşullar dikkatle ele alındığında, HBDH’ni basit bir eylem birliği derekesinde ele almak, halk kitlelerinin, devrimci-komünist hareketlerin bugüne kadar biriktirdikleri mücadele deneyimlerinden, pratiklerinden geri düşmek olurdu. Mücadeleyi geri çekmeye hizmet ederdi. Sürecin özgünlüğü daha planlı, programlı davranmayı, sınırlanmış militan eylemlerinin ötesinde daha yaygın ve geniş eylemlilikleri, geniş halk kitlelerinin mücadeleye çekilmesini hedeflemeyi önüne koymamazlık edemezdi.

Tırmanan faşizme cevap, legal demokratik siyaset üzerinden kitlelerin legal olanaklarla örgütlenip “dar” bir alanda, sınırlandırılmış pratiklerle olamaz. Bu, devletin örgütlü “zor”u karşısında kitleleri silahsızlandırmak ve egemen sınıfların “zor”una kitleleri tepside sunmak anlamına gelir.

Veya bugüne kadar benimsendiği şekliyle yalnızca “gerilla Eylemleri”ne sıkıştırılan, bu eylemler vesilesiyle bir araya gelmeler de bugüne cevap anlamında yetersiz ve eksik kalır.

Daha ötesi, gerçek anlamda HBC olmayan ama ona hizmet eden, onun zeminini, kültürünü, birlikte çalışma alışkanlığını da geliştiren bir örgütlenme ve hareket bugüne cevap anlamında daha gerçekçi olur. Ki, geniş halk kitlelerinin dahi devletin-AKP-Erdoğan kliğinin durduğu noktanın tehlikeleri karşısında seslerini yükseltmeleri, ne sınırlandırılmış sokak protestolarıyla, parlamenter mücadeleyle, basın açıklamalarıyla ileriye çekilebilir, ne de sırf gerilla eylemlilikleriyle ileri çekilebilir. Her bir yaklaşımın, mücadele biçiminin uygun düştüğü, cevap olduğu zamanlar, süreçler ve gelişmeler vardır. Fakat tüm yaşanan gelişmelerden sonra bu türden ele alış yetersiz ve eksik kalacağı gibi, gelinen aşamadaki sınıf mücadelesinin boyutunu, gelişim dinamiklerini de geri çekme anlamına gelecektir.

Açıktır ki, sürece cevap olacak birleşik devrimci mücadele biçimi daha ileri seviyede, daha kapsayıcı bir perspektife sahip olmalıdır.

Ezilen ulusların ve azınlık milliyetlerin, ezilen inanç kesiminin, kadın mücadelesi, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinin, çevrecilerin, öğrencilerin, işçi-emekçilerin, toplumun çeşitli kesimlerinin demokratik alan üzerinden yürüttükleri mücadeleler, ortak paydalarda bir araya gelerek mücadelelerini platformlarla, ittifaklarla, eylem birlikleriyle güçlendirerek, önlerine koydukları mücadele yöntemiyle bazı reformları hedefleyebilirler. Reformlar temelli ve düzenin önlerine koymuş olduğu “yasal” sınırlılıklar zorlanarak yürütülen bu mücadelelerin kitleleri bilinçlendirme, örgütleme ve bazı reformlar elde etme özelliği yadsınamaz. Düzenin “yasal” olanaklarıyla ve sınırlılıklarıyla var olan bu alanların ve kazanılan mevzi-reformların, -daha da koyulaşan ve gericileşen faşizmle birlikte- kaybedilmesi, bu “yasal” olanakların gasp edilmesi, yasaklanması olmayacak şeyler değildir. Bugüne kadar yaşanılanlar bunu teyit etmektedir. Devrimin, sosyalizmin araçlarından biri olarak demokratik alan mücadelesi yadsınacak bir mücadele alanı değildir, fakat olmazsa olmaz da değildir. Devletin örgütlü “zor”una en açık alanlardır. Devletin örgütlü “zor”una karşı, devrimci “zor”u örgütleyen ve harekete geçiren bir özellikleri de yoktur. Bu özellikleri barındıran alanlar ve örgütlenmeler başkadır. Devrim ve sosyalizm mücadelesini hedefleyen ve bu mücadelenin gerektirdiği mücadele araç ve yöntemlerini, devrimci örgütlü “zor”u, hiçbir yasal sınır tanımadan ele alan devrim-sosyalizmin illegal silahlı halk güçleridir. Kabul etmek gerekir ki, devrim ve sosyalizmi gerçekleştirmeye yetenekli halk güçleri silahlı, devrimci, sosyalist halk güçleridir.

Devrim ve sosyalizmi sürdürme ve yaşatma konusunda her bir örgütlü halk gücünün ideolojik dokusu belirleyici konu olmakla birlikte, bunu tartışma ayrı bir konudur. Ve birleşik devrimci mücadeleyi örme ve yürütme önünde engel de değildir. Bilakis, yarının inşasında belirleyici bir yere sahiptir. Bugünden örülen birleşik devrimci mücadele yarının inşasının da temeli olacak özelliklere sahip olacaktır.

Bu gerçeklik, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünü açması, bu mücadeleyi güçlendirmesi ve daha geniş halk kitlesini bu mücadelenin öznesi haline getirmesi bakımından devrim-sosyalizmin örgütlü silahlı halk güçlerine büyük bir sorumluluk yüklemektedir.

Somut durumda ise tırmanan faşizme, sürüklenen koyu karanlık günlere dur demek, AKP-Erdoğan kliğini, bu klik şahsında egemen sınıfları ve faşist burjuva devleti geriletmek, paramparça edilmesini kolaylaştırmak için çok yönlü mücadele yöntemlerini ve bu yöntemleri ilkesel olarak reddetmeyen devrim-sosyalizmin örgütlü halk güçlerini, bu güçlerin birleşik devrimci mücadelesini şart koşar.

Bağımsız siyasi kimliklerin karşılıklı saygı temelinde korunarak gözetildiği, büyük parti-küçük parti demeden iradelerin temsiliyetinin tanındığı, farklılıkların kendilerini özgürce ifade edebildiği, ortak müşterek konularda ve hedeflerde birleşildiği, ayrışılan noktaların ise ortak hareket etmenin önüne çıkarılmadığı, yakın hedefler üzerinden planlamaların benimsendiği, her türden tarihsel-toplumsal-sosyal haksızlıklar karşısında ilkesel bir tavrın sergilendiği birleşik devrimci mücadele doğal olarak devrim-sosyalizm mücadelesine destek olur, güçlendirir. Bunun hangi boyutta olacağı ise içeriğine ve ele alınış ve örgütlenme biçimine bağlıdır. Ve böylesi birleşik devrimci mücadele örgütlerine koordine rolü verilebileceği gibi, somut pratik önderlik rolü de verilebilir. Bu mücadelenin gelişim seyrine, birleşik mücadelenin ele alınışına bağlı olacaktır.

HBDH ise, bu ikisi arasında bir yerdedir. Ne tek başına koordinedir, ne de somut pratik önderliktir. Koordinenin ötesinde, genel perspektif sunan, somut örgütlenme önerilerine açık, kitle şiddetinin örgütlenmesini hedefleyen, kitleleri önemseyen, şehir ve kır ayağının koordineli çalışmasını, yerellerin somut önderliklerini önemseyen, geniş bir mücadele alanını hedefleyen bir perspektife sahiptir. Bunun yanında merkeziyetçi ve tek merkezden yönetilen değil, her bir siyasi iradenin iç işleyişine, anlayışına, yönelimine ve örgütlenme şekline saygılıdır. Ve ortaklaşılan noktalarda, belirlenen hedeflere karşı birleşik devrimci mücadeleyi esas alan bir yönelime sahiptir.

Bu açıdan bir Cephe olarak görülemez. Geçmiş deneyimler, mücadele tecrübesi-birikimi, halkları bekleyen yakın tehlike tespiti üzerinden ele alındığında, bugüne kadar benimsenen eylem birliklerinden, ittifaklardan farklı ve daha ilerisinde olduğu, olmak zorunda olduğu anlaşılacaktır. Bu gelinen aşamadaki mücadelenin ihtiyacının mantıki sonucudur.

Doğada, toplumda ve düşüncede reddedemediğimiz çelişki, birleşik devrimci mücadelenin de gerçeğidir. Devrim ve sosyalizmin halk güçlerinin ideolojik dokuları, yönelimleri, esas-talileri, yakın-uzak hedefleri, örgütlenme ve mücadele biçimleri farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar çelişkidir. Çelişkili doğası gereği nicel-nitel gelişmeler Birleşik mücadeleyi etkilememezlik yapamaz. Bugün açısından sürece cevap olan, gelişmenin, büyümenin, genişlemenin belli bir aşamasında yeni temelde bir birleşik devrimci mücadeleyi gerektirebilir ve eski temelde oluşan birleşik devrimci mücadele günü cevaplamada yetersiz kalabilir. Ya da bugün “taviz” olarak gündeme gelen siyasetler veya politikalar yarının ihtiyacı olarak kendini dayatır bir hale gelebilir. Bugün birleşik devrimci mücadelenin bir parçası, gelişmenin bir aşamasında bu mücadelenin parçası olmayabilir.

Hiçbir şey tam ve kusursuz değildir. Çelişki esastır. Kendi içinde dahi çelişkili olan halk güçlerinin, farklı farklı halk güçleriyle birleşik mücadelede yer almaları, birleşik mücadelenin eksik-yetersiz-tartışmalı vb. ideolojik-siyasi yanlar taşımasının da kaçınılmaz zeminidir. Bu zemin yalnız bugün değil, sosyalist toplumun da bir gerçeğidir.

Hiçbir ikileme mahal vermeden, faşist ceberut devlet ve bu devlete sahip olan egemen ezen sınıflar içinde, iktidar koltuğunda olan ve bu iktidarını ekonomik-siyasi vb. çıkarları gereği daha da sağlamlaştırma adına işçi-emekçilere, Kürt ulusu ve azınlıklara, ezilen inanç grupların, kadına, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerine, gençliğe, çevrecilere, mahallesini korumak isteyenlere, aydın-sanatçı ve akademisyenlere, devrimci-sosyalist komünist ve yurtseverlere, farklı ses çıkaran, itiraz eden, eleştiren toplumsal her kesime daha baskıcı, daha inkârcı, ötekileştirici, soykırımcı, katliamcı politikaları uygulayan, yöneldiği koyu karanlık bir faşizm inşasıyla, en geniş halk yığınlarının başına karanlık bir bela olan AKP-Erdoğan kliği şahsında somutlaşan ezen egemen sınıflara ve burjuva devlete karşı yürütülen birleşik devrimci mücadelede aktif yer almak ve bu mücadeleyi geliştirmek yalnızca Maoist komünistlerin ulvi görevi değil, kendini devrimci-ilerici gören her bir kesimin ve bireyin de görevidir.

Önceki İçerikUlusal hareket ve devrim sorunu
Sonraki İçerikDHF: Baskılara karşı meşru mücadelemizi sürdüreceğiz