Bayık: DAİŞ’i destekleyen bir güç Türkiye’de Kürt sorununu çözemez

Yurt Gazetesi’nden Nazan Özcan ve Veysi Polat’a konuşan KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık Erdoğan’ın sürekli ‘Kürt sorununu çözecekmiş gibi yapıp’ oyaladığını kaydederken  DAİŞ’i destekleyen bir gücün ne Kürt sorununu, ne Alevi, ne kadın, ne de demokrasi sorununu çözemeyeceğini ifade etti

HABER MERKEZİ (09.11.2014)- KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, çözüm süreci hakkında Yurt gazetesi’nden Nazan Özcan ve Veysi Polat’a bir röportaj verdi. Röportajda son süreçte hükümet ve KUH arasında yaşananları değerlendiren Bayık Erdoğan’ın sürekli ‘sorunu çözecekmiş gibi yapıp’ oyaladığını kaydederken  “DAİŞ’i destekleyen bir güç Türkiye’de ne Kürt sorununu çözer, ne Alevi, ne kadın, ne de demokrasi sorunlarını çözer.” dedi.

Savaş haksızlıktan çıkar. Eğer sen çelişkiyi ve çatışmayı ortadan kaldırmak istiyorsan, kendin için neyi öngörüyorsan, kendi dışındakiler için de aynı şeyi öngörmelisin

9 Kasım’da yayınlanan röportaj şöyle:

Türkiye’dekiler “çözüm süreci”, siz “ateşkes” diyorsunuz, onca olaydan ve açıklamadan sonra ateşkes devam ediyor mu?

Ateşkes devam ediyor. Bu ateşkesler meselede ne kadar ısrarlı olduğumuzu gösteriyor. Biz bugüne kadar dokuz defa tek taraflı ateşkes ilan ettik. Önder Apo, 2013 Nevroz’unda dünya şahitliği önünde “Biz sorunun artık demokratik siyasetle çözülmesi gerektiğine inanıyoruz” dedi ve başladık tek taraflı ateşkese. Dünyada hiç kimse, bir üçüncü gözün gözetimi altında tartışmadan, bazı kararlara ulaşmadan, bunları yazılı hale getirmeden ve imzalamadan bizim attığımız adımları atmazdı. Biz niye böyle kapsamlı adımlar attık? İki nedenle…

Nedir o nedenler?

Bir, kendimize güvendiğimiz için; ikincisi sorunu demokratik siyaset yoluyla çözmede ısrarlı olduğumuz için. Bunların doğru okunması gerek. Biz, diyaloğun müzakere sürecine evrilmesini hedefledik. Türkiye’yi çözüm sürecine çekmek istedik. Onun için tek taraflı ateşkes ilan edip, bu zemini yarattık.

Birkaç gün önce “Türkiye hiçbir zaman Kürt sorununun çözümünü gündemine koymadı” dediniz. Peki, o zaman 2013 Nevroz’undan beri olan neydi?

Biz gerçek bir barışa ulaşmak istedik. Onun için tek taraflı ateşkesle sorunu çözmede ısrarlı olduğumuzu gösterdik. Ama takdir edilir ki, tek taraflı çabalar bir yere kadardır. Ondan öteye gidebilmesi için karşı tarafın da adımlar atması gerekir. Aksi takdirde süreç bir yerde tıkanır. Biz tek taraflı adım attık, Türk devleti ve hükümeti ise bu sürece cevap vermedi. Kesinlikle çift taraflı çabalardan söz edilemez. O da Önder Apo’nun ısrarla geliştirdiği çabalardır. Türkiye devlet ve hükümetini müzakere zeminine hazırlamak ve Türkiye toplumu çözüme destek versin diye bu adımlar atıldı ve bir zemin yaratıldı. Bugün Türkiye’de toplumun büyük bir kesimi, aydını, yazarı, sanatçısı, düşünürü Kürt sorununun demokratik siyaset içinde çözümünü istiyor. İstemeyen devlettir. Hükümet sorunu çözmek istemiyor. Biz sorunun çözümü için bu kadar çaba yürütürken, onlar hareketimize, halkımıza ve Türkiye’de çözümü isteyen kesimlere yönelik psikolojik özel savaşı yürüttü. Herkesi aldatmaya çalıştılar. Sorunu çözecekmiş gibi yaptı, hep bundan söz etti, ama hiçbir zaman çözüm sürecine girmedi Erdoğan. Hep beklenti yarattı, oyaladı, zaman kazandı, kendi iktidar amaçları için her şeyi kurban ettiler. Ve gerçekten bizi çok zorladılar.

Nasıl zorladılar?

Sabotajlar yürüttü, tehditler etti, şantajlar yaptı. Tüm bunlara rağmen Önder Apo ısrarlı davrandı ve bugünkü aşamaya kadar getirdi. Ama Türk devleti hiçbir zaman çözüm amacı taşımadı, bir program oluşturmadı. Müzakerenin olabilmesi için bazı şartların yerine getirilmesi gerekir.

Nedir o şartlar?

Bir, Önder Apo’nun içinde bulunduğu koşullarının değiştirilmesi gerekiyor. Bu koşullarda diyalog olabilir ama müzakere olamaz. İkinci, üçüncü bir tarafın müzakerelerde gözlemci olması, şahitlik yapması gerekiyor. Dünyadaki bütün sorunlar, üçüncü tarafın gözetiminde çözümlenmiştir. Üçüncüsü, bir izleme komitesinin oluşturulması ve bu izleme komitesinin hem bizim hem Türk devletinin hareketlerini izlemesi ve kim sürece doğru yaklaşıyor, kim sabote ediyor, kim boşa çıkartıyor, kim savaşta ısrar ediyor, komite tarafından izlenmesi ve kamuoyuna açıklanması gerek. Biz 2013 Nevroz’unda hem Türkiye’ye hem Önder Apo’ya şu öneriyi yaptık: Madem böyle bir süreç başlatılacak, o zaman sürecin sağlıklı yürüyebilmesi için bir komisyonun oluşması ve komisyonun süreci denetlemesi gerekiyor. Bu uluslararası bir güç, bir devlet olabilir veya uluslararası bir kurum da olabilir, eğer bunlar kabul edilmiyorsa, Türk parlamentosunda böyle bir komisyon oluşturulsun. Bu da kabul edilmiyorsa, Türkiye’deki sivil kurumlardan bir komisyon kurulsun. Bu önerilerin hepsini yaptık. Yani bizim için kimin olduğu önemli değildi, önemli olan üçüncü bir gözün olması, sürece katılması, gözlemci olup şahitlik yapmasıydı. Ama bunlar kabul edilmedi.

Karşılığında size bir şey önerdiler mi?

Hayır. Bize söyledikleri, biz hiç kimseyi bu işe bulaştırmak istemiyoruz, biz kendi aramızda yerli bir çözüm geliştireceğiz.

Başbakan Davutoğlu geçenlerde tekrar etti: “Milli, özgün ve yerli çözüm”.

Evet. Çözümden kaçmamaları için buna da evet dedik! Eğer sizin gerçekten bir çözüm niyetiniz varsa, uluslararası güçleri katmak istemiyorsanız, biz ona da uyarız dedik. Eğer siz de buna varsanız, bunun mekanizmaları yaratılsın dedik.

Ondan sonra mı Akil Adamlar oluşturuldu ve sizce bir işe yaradı mı?

Tabii ondan sonra oluşturuldu. Fakat Akil Adamlar’ı AKP hükümeti kendi yanlısı kişilerden oluşturdu. Bizim de önerilerimiz vardı, ama bizim önerilerimizin çok azını aldılar. Bunu da fazla mesele etmedik. Çünkü biz kendimize güveniyorduk ve sorunun çözümünü istiyorduk. Önemli olan mekanizmanın oluşmasıydı. Biz orada kendi tezlerimizi ortaya koyardık, çünkü kendimize inanıyoruz. Bizim istediklerimiz öyle Türkiye toplumunu zayıflatacak şeyler değildi. Tam tersine Türkiye’ye büyük bir itibar kazandıracaktı. Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük sorunlarını çözecek şeylerdi. Yeter ki, bizim düşüncelerimizi açıklayabileceğimiz bir ortam yaratılsın. Hâlâ da bunda ısrar ediyoruz.

Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi dediğinizde, medyada “Apo’ya bahçeli villa istiyorlar ya da devlet Apo’ya villa verecek” gibi haberler çıktı.

Bunlar hep çarpıtma. Biz hiçbir zaman öyle yerler istemedik, istemiyoruz. Çünkü bu bizim felsefemize, yaşam tarzımıza ve ahlakımıza ters. Bizim halkımız ev bulamazken, gecekondularda ya da sokaklarda yaşarken, biz villada yaşamak istemeyiz. Bizim dediğimiz şudur: Önder Apo’nun müzakere yürütebilmesi için özgür şartlarda olması gerekir. Şu anda ağır bir mahkum muamelesi görmektedir. Bu süreci tek yanlı sürdüren kendisidir, ısrar eden kendisidir, ama koşullarında en ufak bir değişiklik yok. Bu koşullarda nasıl müzakere yürütebilirsiniz? Hâlâ kardeşi istediği zaman gidemiyor, avukatlar zaten üç senedir gidemiyor. Bir giden HDP heyeti,  heyetin de neler yaşadığını herkes biliyor. AKP hem kendi heyetini belirliyor hem de Önderlikle görüşecek HDP heyetini. Çözüm amacı taşıyan biri böyle yaklaşabilir mi meseleye?

Erdoğan 26 Ekim’deki konuşmasında “PKK bir defa barışı istemiyor, PKK’nin uzantısı olan parti de barışı istemiyor. Fakat gördüğüm kadarıyla 6-7 Ekim’deki olaylardan İmralı rahatsız oldu, çözümü bozmayın açıklaması yaptı” dedi. Yani aralarında anlaşmazlık var, Öcalan’ın dediğini dinlemiyorlar diyor. Gerçekten böyle bir kopukluk var mı?

Bunlar tamamen psikolojik özel savaşın gereği olarak, toplumun beynini karıştırmak için söyleniyor. Öteden beri hep Önder Apo’yla PKK, PKK ile halk arasında çelişkilerin olduğu söylenir: Bütün egemenlerin taktiği budur. Kendi durumlarını kamufle etmek için karşı tarafı suçlar, aralarında ikilik var derler. ‘O zaman biz kimle oturup sorunu çözeceğiz, biriyle konuşsak diğeri boşa çıkarıyor, dolayısıyla da bu tarzda sorun çözülemeyecektir, eğer çözülemiyorsa nedeni biz değil PKK’dir’ algısı yaratılmaya çalışılıyor. Bugün herkes de çok iyi biliyor ki, Önder Apo, PKK ve Kürt halkı arasında herhangi bir kopukluk ya da çelişki yoktur. Önder Apo’nun bulunduğu koşullar ve halk ve örgütü açısından üstlendiği rol dikkate alınırsa, Önder Apo’nun rolüyle PKK’nin rolü farklıdır. Veya Önder Apo’yla PKK’nin farklı rollerini yine toplum üstlenemez. Bunlar birbirini bütünleyen rollerdir. Bütün egemen güçler daima ezilenleri suçlarlar. Buna psikolojik savaşla kendi haksız konumlarını kamufle etmeye çalışıyorlar.

Toplumdaki karşılığı ne oluyor sizce?

AKP’nin kurmayları hep toplum anlamaz, bilmez, rahatlıkla aldatılabilir sanıyorlar. Onun için toplumun gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar. Artık o dönem geçti. Bugün toplumun büyük kesimi, bunların yalan olduğunu görüyor. AKP’nin Kürt sorununu, Türkiye’deki diğer hakların, kültürlerin, dinlerin sorunlarını çözmek istemediğini, Türkiye’yi demokratikleştirmek istemediğini görüyor. En son güvenlik yasalarını genişletmek istiyorlar. Yine orduyla birlikte davranmak istiyorlar. En çok asker vesayetinden şikayet eden bu hükümet, şimdi ordu vesayetine sığınıyor. İktidarını bununla sürdürmek istiyor. Türkiye’nin uluslararası düzeyde bir itibarı kalmadı. Geçmişte Türkiye’ye hizmet eden, destek veren ülkeler ve kuruluşlar bu desteği çekmiştir. Yine içerde giderek yalnızlaşıyor ve iç savaş koşulları da gelişmektedir. Eğer Erdoğan bu politikalarında ısrar ederse, bu ya Mısır gibi bir darbeye ya da iç savaşa yol açacaktır. Irak ve Suriye’nin yaşadığı duruma düşecektir Türkiye. Eğer Türkiye toplumu bunu istemiyorsa, hükümete karşı demokrasi mücadelesini yükseltmelidir.

Ama hükümete karşı yapılan her demokratik eylem, mücadele veya itiraz bile “darbe” denerek kıyamet kopartılıyor. Gezi, Kobani için eyleme çıkanlar veya 17 ve 25 Aralık yolsuzluklarını hatırlatanlar darbeci ilan edildi. Ayrıca bunu HDP’den Sırrı Süreyya Önder de “darbe mekaniği”nden diyerek onayladı.

Evet, hükümete göre herkes düşman ve herkesin dış güçlerle ilişkileri var! Özel savaş taktikleri bunlar. Devletin bir felsefesi var ve bu felsefeye göre devlet sürekli düşman yaratıyor. Düşman üretmeden, ürettiği o düşmanla mücadele etmeden bu rejimin kendini sürdürmesi mümkün değil. Geçmişte solu, İslamiyet’i, Müslümanları, Kürtleri, Alevileri vs.’yi düşman olarak görüyordu. Zamanla bunlarda değişiklikler oldu ama hâlâ Türk devlet rejimi bir özel savaş rejimidir. AKP önce toplumun demokrasi istemlerini dillendirerek, umutlar yaratarak yürüttü özel savaşını, ama gelinen aşamada AKP artık kimseyi aldatamadığı için, şimdi de tekrar vesayete sarılıyor ve iktidarını korumaya çalışıyor. İkiyüzlü siyasettir bu. Toplumu aldatan siyasettir. Bu toplum çok darbe gördü, acısını yaşadı. O darbeleri hatırlatarak yaptıklarına meşruluk kazandırmaya çalışıyor. Gezi Parkı olayı bir demokrasi gösterisiydi ve AKP, ‘Gezi Parkı hükümeti devirmek için dış güçlerin yaptığı bir oyun, darbe teşebbüsü’ dedi. Hatta dedi ki, ‘arkasında Almanya var’. Halbuki Türkiye’ye NATO’da, AB’de en çok destek veren Almanya idi. Ondan sonraki bütün demokrasi taleplerini hep darbe girişimi olarak değerlendiriyor ve hep kökünün dışarda olduğuna işaret ediyor. Basında bir eleştiri olsa, diyor ki ‘bu darbecidir’! Korkunç bir mantık var şu anda. Erdoğan geçmişte dışardan kendisine en büyük desteği verenlerin hepsine ihanet etti. İçerde yine AKP’yi destekleyen ve AKP’yi birlikte kurduklarının hepsine ihanet etti ve kendisi de büyük bir kaya gibi toplumun üzerine oturdu. Türkiye toplumu da buna tahammül etti ama artık Türkiye toplumu da tahammül edemez noktaya geldi. Biz de tahammül edemez noktaya geldik. Ve bizle Türkiye toplumunu yakınlaştıran ve buluşturan da budur: Demokrasi isteği. Bunu Kobani etrafında çok iyi gördük. Sadece Kürtler Kobani etrafında bütünleşmedi, Türkiye’deki bütün demokrasi güçleri, aydını, yazarı, sanatçısı, akademisyeni, çözümden yana ve vicdanı olan herkes Kobani için Kürtlerle birlikte hareket etti. Bu vesileyle, Türkiye halkına, onun vicdanı olan aydınlarına, sanatçılarına, yazarlarına, bazı basınına -çünkü bir kısım basın vicdanlıdır, hepsi AKP yanlısı da değildir- teşekkür ediyorum. Saygılarımı gönderiyorum. Ve bu konuda gerçekten bir adım atıldı ve bu adımı sürdürmeleri gerekir. Çünkü Türkiye’deki demokrasi güçlerinin çıkarı bundadır.

Son açıklamanızda “Rojava kazanırsa, Kuzeyli Kürtler de statü ister diye bütün dert” dediniz. Zaten Kuzeyli Kürtlerin statü meselesi çok daha önceden konuşuluyordu. Hatta eskiden devlet deniyordu, şimdi demokratik federasyonu savunuyorsunuz. AKP’yi ya da Erdoğan’ı Kobani konusunda çığrından çıkaran bu olamaz. Ayrıca Erdoğan ‘bir üst akıl var orada’ diyor.

Üst akıl derken, Kürtler böyle mücadele yürütemez, basittirler, başkaları bunları yönlediriyor demeye çalışıyor. Hep tezleri budur ya, dışardan yönlendiriyorlar yani. Onun için siyasal çözüme gelmiyor. Sorunu hep savaşla çözmek istiyor. Dikkat edilirse, Ortadoğu’daki ve Kürdistan’daki gelişmeler bu hükümeti oldukça zorladı, o da ne yaptı, parlamentoya bir yasa getirdi. Yasanın ismi ne? “Terörizmi sonlandırma yasası”. Demiyor Kürt sorununu çözme yasası. Zihniyet aynı zihniyet. Bilinçaltları bütünüyle yansıyor. Onun için terörist başı, terörist hareket, terörist örgüt diyor. Ve bunun kökü de dışarıda tabii. Halbuki Türkiye’yi yaşatan dışardan gelen yardım oldu. Türkiye; Avrupa, NATO, kapitalist, modernist güçler tarafından siyasi, askeri, diplomatik ve ekonomik olarak desteklendi ve Türkiye PKK’yle mücadelede böyle ayakta kaldı. Ayrıca da nankör.

Yani yardımlar olmasa Türkiye olmaz mıydı?

Elbette, dayanamazdı. Ayakta kaldıysa bunların desteğiyle kaldı. Şimdi de siyasal çözüme girmemesinin bir nedeni de şu: Eğer ben bu yönde adım atmazsam, PKK çatışmaya dönebilir. Dönerse aleyhine olur. Ben de sorunu çözmem. Dünyada da PKK terörist listelerde, NATO’yla ilişkim var, Avrupa’yla ilişkim var, ben güçlüyüm, Kürtler güçsüz, ben psikolojik savaşı yürütürüm, herkesi aldatırım, umut yaratırım, uzattıkça uzatırım, zaman kazanırım, bir taraftan da nasıl olsa asimilasyona televizyon, gazete ve eğitimle devam ediyoruz, bu durumda ilerleyen zamanlarda ortada sorun diye bir şey kalmaz. Erdoğan diyor ki, “düşünemediğim şeyler olabilir”. Bu kadar tehdit ediyor. Neden bu kadar çılgınca davranıyorlar? Bir, kendilerine geçmişte destek veren NATO ve Avrupa artık eskisi gibi destek vermiyor. Bütün bu güçler, artık Erdoğan yönetimi altındaki Türkiye’yi kendileri için yük olarak görüyor. Onun için bu güçler ne yapıyor, Kürtlerle ilişkilenmeye çalışıyor. Türkiye’nin en büyük korkusu da Kürt sorununun uluslararası sahaya çıkmasıdır.

Gene darbeyle ilişkili olacak, Aysel Tuğluk bir yazı yazdı, ‘AKP’nin artık partner olmaktan çıktığını’ söyleyip ‘Türkiye’nin seküler güçlerine’ seslendi. Bunun üzerine yine kıyamet koptu. “Seküler dedikleriniz CHP’liler ve ulusalcılardır ve onlar zaten militarist ve dolayısıyla darbe yanlısıdır, şimdi Kürt siyaseti de darbeci oluyor” dendi. Bu durumda yeni partner kim olacak, seküler kesim kim ve Kürt hareketine yönelik darbeci yaftasına ne diyorsunuz?

Eğer darbeden bahsedilecekse, darbeyi yapan Erdoğan ve AKP’nin kendisidir. Her gün darbe yapıyor hatta. Her gün toplumu aşağılıyor, her gün sanatçıyı, yazarı, akedemisyeni, aydını, gazeteciyi, demokrasi ve özgürlük isteyen herkesi susturmaya çalışıyor. Herkese bir kulp takıyor, töhmet altında bırakıyor, baskıya alıyor, tutukluyor, işinden atıyor, tehdit ediyor. Hatta insanları öldürüyor. Ahmet Karakaş’ın HDP binasında, gözler önünde boğazını kesmek istediler. Bu, Erdoğan ve Davutoğlu’nun açıklamaları sonucu gelişti. Açıkça HDP’yi hedef gösterdiler. Hatta son MGK’da HDP hakkında bazı kararlar aldılar. Bunu kamuoyuna duyuran kim? Edoğan, Davutoğlu ve bazı bakanları. Ve onların basındaki kalemşörleri. Açıkça HDP’yi ve HDP’nin şahsında aslında bütün demokrasi güçlerini hedef gösterdiler. Bu darbe değil de nedir? Polise 12 Eylül’de tanınmayan hakları tanımaya çalışıyor. Tamamen polis devleti ve keyfi bir yönetim geliştiriyor.

Sonuç olarak, sorunu sadece sekülerler olarak ele almamak gerek. Daha genişletilmeli bu. Bu rejimden rahatsız olan, karşıt olan sadece seküler kesim değil ki… Onun için demokrasi güçlerini kapsayan bir hareketin geliştirilmesi lazım. Eğer bu geliştirilirse, o zaman bu rejim ya geri adım atar, yapmak istediklerinden vazgeçer ya da vazgeçmezse antidemokratik toplum karşıtı yüzü ortaya çıkar, bu da demokrasi güçlerinin sıçramasına neden olur. O yüzden dar tutmamak gerek, Müslüman kesimin bir kısmı, çeşitli din ve mezhepler, çevreciler, feministler, kadınlar, emekçiler, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler hepsi rahatsız. Böyle bir rejimin yaşama şansı yoktur. Bu rejim kendi sonunu kendisi getiriyor.

Kürtlere de şöyle bir eleştiri var: “Kürtler çözüm nedeniyle bu kadar destek verdikleri için AKP iktidarını bu kadar güçlendirdi ve onlar da kibire kapıldı”…

PKK’ye ya da Kürtlere haksızlık etmemek gerek. Kimse PKK ve Kürtler kadar bu rejimle mücadele etmedi. Savaşın ne demek olduğunu da PKK kadar, Kürtler kadar kimse bilemez. Yapılması gereken Kürtlerin büyüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesini anlamak ve onunla bütünleşmektir. Eğer bu mücadeleyle bütünleşme olursa, Türkiye’deki herkes kazanacaktır. Kalkıp da PKK’yi Kürtleri, AKP’nin stepnesi oldular eleştirisi yapılması, Kürtlerin ve PKK’nin mücadelesine haksızlık olur, hatta ondan da öte vicdansızlık olur. Bugün AKP, DAİŞ’tir (Irak Şam İslam Devleti IŞİD’e Irak Kürdistanı’nda Arapça ismi olan DAİŞ deniyor). Bugün Kobani savaşını yürüten AKP’dir, bugün DAİŞ’i Kobani’ye saldırtan AKP’dir. Kobani’nin düşürülmesi için yoğun çaba sarf eden AKP’dir. DAİŞ’i desteklemek demek, insanlığa karşı olmak, kadına karşı olmak demektir. DAİŞ faşizmi Hitler faşizminden daha tehlikelidir. DAİŞ faşizmi sadece bazı yerleri işgal etmek, buradaki halkları kendine hizmet ettirmek için saldırmıyor. Tam tersine, etnik temizliği gerçekleştirmek için yapıyor. Kobani’ye de saldırmasının esas amacı Kürtleri oradan çıkarıp kendine bağlı olan Sünni Arapları yerleştirmekti.

Zaten Erdoğan da diyor ki, “Kobani değil, Ayn el- Arap”…

Burdaki amacını da bu cümle zaten ortaya koyuyor. Güçsüzleştirmek ve etnik temizlik politikası. Kadını satan bir hareket insani olabilir mi? Ve böyle bir hareketi desteklemek insani ya da ahlaki olabilir mi? Erdoğan ve Davutoğlu, Beşar Esad yönetimini devirmeyi uluslararası koalisyonda şart olarak öne sürdüler. Eğer gerçekten Esad yönetimini değiştirmek isteseydi, DAİŞ’e destek vermezdi. DAİŞ’e destek vererek, bu rejimin yaşamasını sağladı. Onun için milletin gözüne baka baka yalan söylüyor. Bu da DAİŞ’le olan ilişkilerini gizlemek için. Ama gizleyecek bir yanı kalmadı. Dünya alem biliyor artık. Onun için DAİŞ’i destekleyen bir güç Türkiye’de ne Kürt sorununu çözer, ne Alevi, ne kadın, ne de demokrasi sorunlarını çözer.

Ve Kürtler Kobani’yle epeyce uluslararası sahaya çıktı değil mi?

Evet. Bütün sosyalist, demokratlar güçler, vicdan sahibi olan insanlar nasıl ki bir dönem Vietnam, bir dönemse Stalingrad etrafında toplandıysa, bugün de Kobani etrafında toplandı. Bu Kürt sorununu hem uluslararası düzeyde bir yere getirdi, hem de demokrasi güçlerini birleştirdi. Bu uluslararası siyaseti de etkiliyor. Artık dünya eskisi gibi Kürt karşıtlığı yürütmüyor, Türkiye’yi desteklemiyor. Erdoğan’ı çıldırtan bir neden budur. Diğer bir nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çok açık ortaya çıktı ki, HDP önümüzdeki seçimlerde AKP’yi zorlayabilecek. 2015 seçimleri çok önemli. Çünkü, Ermeni katliamının 100. yıldönümü. Bu 100. yıldönümünü karşılayabilmesi için hükümetin çok güçlü olması gerekiyor. Ama HDP zorlayabilir. Onun için HDP’nin toplumda karalanması, linç edilmesi gerekiyor ki önümüzdeki seçimlere zayıf girsin. Kapatma, hatta olmazsa bazı Kürt siyasetçileri tutuklama tehditi yapılıyor. Bununla toplumun HDP’ye ilgisini azaltmak istiyor. HDP ilgisi azalırsa, onlara göre CHP-MHP bir güç olamaz ve böylece seçimleri rahatlıkla kazanırlar. Ve büyük olasılıkla seçimleri 24 Nisan öncesine getirecekler ki, Ermenilere karşı güçlü durabilsinler. Onun için Türkiye’deki vicdanlı insanların bunları görmesi ve HDP’ye sahip çıkması gerekiyor. Eğer HDP’ye sahip çıkmazlarsa, tutumlarıyla AKP’ye hizmet ederler.

Kürtleri ve çözüm sürecini artık “Kobani’den öncesi ve Kobani’den sonrası” diye mi okumak gerek?

Doğrudur, Kobani’den sonra artık ne daha önceki siyaset yapılabilir ne savaş ne de diplomasi yürütülebilir. Eğer eski şekilde devam ederseniz, büyük kaybedersiniz.

Türkiye’de bir yandan da “savaşın iyisi, barışın kötüsü olmaz” tartışması yapılıyor.

Savaşın iyisi yoktur. Biz en büyük acıları ve tahribatları yaşadık. Savaşın ne demek olduğunu bizim kadar bilen başka bir örgüt yoktur. Savaş demek yıkım demektir. Biz sosyalist ve devrimci bir hareketiz, bu konuda da reel sosyalizmden farklıyız. Bütün iktidar ve devlet amaçlı savaşlar, cinayettir. Biz böyle bir savaşı kesinlikle reddediyoruz. Eğer bir halkın üzerinde kültürel, ideolojik, askeri yok edici saldırılar varsa, halkın kendisini savunması için geliştireceği savaş, meşrudur. Uluslararası alanda da bu böyle tanımlanır. Bizim Türkiye ile savaşımız da böyledir. Eğer meşru bir savaş yürütmek zorunda kaldıysak, bu devletin bize yaşama hakkı tanımamasındandır. Bir varlık, bir varoluş, bir yaşama savaşıdır. Eğer Türk devleti, Kürt halkının temel haklarını verirse, biz kesinlikle tek bir silah sıkmayız. Kim sıkmak isterse de karşı çıkarız. Bir ulus devlet ya da iktidar kurmak için kesinlikle savaş yürütmeyiz. 

İyi barışın içinde sizce neler var? Çünkü Türkiye barışı “kardeşlik” üzerinden kurmak istiyor, hak, adalet ya da eşitlik üzerinden değil…

İyi barış demoratik ulusu kabul etmekle, yani bütün halklara, dinlere, kültürlere saygılı olmayla ve onların haklarını tanımayla olur. Gerçek barış böyle olur. Her zaman geçici barışlar olabilir, bunlar işte kötü barışlardır. Çünkü devlet ve iktidar amaçlı bütün sistemler, üst ve alt toplumlar yaratır. Daima üst toplum alt topluma baskıyla adaletsizliği uygular. Savaş haksızlıktan çıkar. Eğer sen çelişkiyi ve çatışmayı ortadan kaldırmak istiyorsan, kendin için neyi öngörüyorsan, kendi dışındakiler için de aynı şeyi öngörmelisin.”

 

Önceki İçerikMeksika’da sokaklar katledilen öğrenciler için tutuştu
Sonraki İçerikTunceli Üniversitesi öğrencileri Kader Ortakaya için yürüdü