HABER MERKEZİ (04.09.2016) – YDAB Hukuk Komisyonu, bir açıklama yaparak 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ardından Anayasaya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve uluslararası tüm mahkemelerin kararlarına rağmen tutsakların haklarının gasp edildiğini ve askıya alındığını vurguladı.
Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB) Hukuk Komisyonu tarafından yapılan açıklamanın tam metni ise şu şekilde;
“15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimi vuku bulmuş ve daha sonrasın da OHAL ilan edilmiştir. Biz devrimciler tüm darbe girişimlerine karşıyız. Sivil ya da askeri ayrımını yapmaz, iki güç arasında ehven-i şer bir duruş içinde olmayız, olmamız söz konusu olamaz. Kronolojik olarak darbeleri ele alınca tüm darbeler; sadece ülkemizde değil, tüm Dünya’da; işçi sınıfı ve ezilenlere karşı yapılmıştır. Her darbe döneminde işçiler, yoksullar ve azınlıklar zarar görmüş ve zindanlara tıkılıp, işkencelerden geçirilmiştir. Dünya tarihine bakınca darbeler daha çok Amerika, Orta Doğu eksenli olduğunu görüyoruz. Çünkü bu ülkeler her dönem emperyalistlerin sömürgesi ve arka bahçesi olmuştur. Hangi kliğin yöneticiliği üstünde başlayan çelişki kimi zaman sivil darbeler şeklinde, kimi zamanda askeri darbe tarzında vuku bulmuştur. Biz devrimciler/sosyalistler darbe döneminde her zaman bir tarafız. Tarafımız; ezilenlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin saflarıdır. Bundan dolayı ister; “sivil ya da askeri, gerici, ilerici” tarafına bakmaz, askeri darbeye nasıl karşıysak, sivil kisveli bürokratik kapitalist faşizme de karşıyız. Ki bu darbeler her zaman devrimci ve sosyalistlere karşı yapılmıştır.
15 Temmuz darbe kalkışmasıyla egemenlerin makro zirvesindeki iktidar çatışması yeni bir evreye taşınmıştır. Darbe girişimi Gülen cemaati ile AKP arasında başlamış daha sonra CHP, MHP’de bu darbede taraf olup “Milli birlik oluşturup” Saray kliği etrafında toplanmışlardır. Aslında bu darbe erken doğumdur; her iki kliğin önce kim darbe yapacak beklentisi içinde olup güç toplamışlardır. Cemaat darbeyi fark edince erken davranıp az hasarla süreci kapatmak istedi, ama beklenen sonucu alamayınca tasfiye süreciyle yüz yüze kaldı. Önemli olan hangi emperyalist gücün kimi destekleyip kimi yarı yolda bıraktığıdır. Görünen o ki cemaat yarı yolda bırakılıp tasfiye edilmiştir. Hükümet kanadı desteklenmiştir. Darbe sonrasında; Rusya, İran ve Çin daha sonrada ABD’nin ziyaretleri durumu özetliyor. İlk günler AB bloğu sessiz kalıp hükümete destek açıklaması yapmamış daha çok cemaat yanında yer almıştır, utangaç bir tarz da. Daha sonra ise askeri darbelere karşıyız deyip durumu kurtarmak istemiştir.
Her iki kliği iyi incelemek gerekiyor ki bunlar 1960’larda komünizmle mücadele derneklerinde faaliyet yürüten Gülen ve diğer kanatta yine aynı tandanslı olup sadece ismi farklı olan MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) de yetişen güçlerdir. Her ikisi de Türk-İslam sentezli olup 1960’lardan bu yana devrimci-demokrat güçlerle mücadele etmek üzere NATO tarafından kurulmuştur. Gülen kliği ve MTTB kliği yani hükümet aynı ağacın dalları olup aynı ideolojiden besleniyorlar. Sadece kim yönetecek çatışmasıdır. Özü bir olup sadece biçimde farklıdırlar. Gülen kliği her dönem desteklenip, Özal’dan Demirel’e ve Ecevit dönemlerinde iktidara hep ortak olmuştur. Devlet tarafından yaratılan özel bir klik olup kadro hareketi tarzında hep iktidar olmuştur. Erdoğan-AKP dönemindeyse gücünün zirvesine ulaşıp, iktidarla aralarında çatışma başlayınca “kandırıldık”, “bilmiyorduk”, “ne istediler vermedik” söylemleri durumu özetliyor ki bu söylemler halen arşivlerde yerini koruyor.
Sistem ciddi bir kriz içinde. Devlet erkânı 15 Temmuz’un ardından apar topar OHAL ilan etti, her fırsatta ulusal ve uluslararası basına demeç verip “OHAL darbecilere karşıdır” diyorlar. Oysa OHAL hak ve özgürlüklere dönük olduğu uygulamalarla kendini göstermiştir. Yönetememe krizi hat safhada olup devletin tüm kurumları büyük bir darbe almıştır. Bu fırsattan yararlanamayan ilerici güçler her zaman olduğu gibi durumu sadece seyretmişlerdir. Halka bir daha umut olamamış, halkın sisteme yedeklenmesinin önüne geçememişlerdir Üstlerine düşen rolü oynayamamışlardır.
Olağanüstü hal, olağan üstü koşulların bir uygulaması olmakla birlikte, OHAL ilanı, hukukun bir yana bırakıldığı anlamına gelmez. Burjuva demokrasi farklı yönetim versiyonlarıyla yönetilen devletlerde; OHAL hak ve özgürlüklere sınırlama getirmeyip yalnızca güvenlik önlemleriyle hukuksal bir çerçeve kazanır. Olağanüstü dönemlerde farklı bir hukuk rejimi kurulamaz. Mevcut “82 Cunta Anayasası’nda bile; OHAL uygulamalarında olası sınırlamaların”, “özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz” (13. madde) ve ” Olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla” vurgusu yapıp; yaşam hakkı, maddi ve manevi bütünlük dokunulmazlığı; din, vicdan, düşünce ve kanaat özgürlüğü, “suç ve cezamlar geçmişe yürütülemez” atfında bulunur. AİHS 15. Maddesinde ulusun yaşamına yönelik bir tehdidin mevcut olması durumunda sözleşmenin askıya alınabileceğini kabul ederek; yaşam hakkı, işkence yasağı, kölelik yasağı, suç ve cezaların kanuniliğine ilişkin maddelerin askıya alınmasına izin vermiyor. Bu evrensel bir hukuktur. Şimdiki OHAL uygulaması cunta dönemine bile rahmet okutuyor. KHK’ların Meclisin onayına sunulması gerekirken bunu dahi dinlemiyor ve bir nevi Meclis fes edilip çalıştırılmıyor. KHK’ları hükümet çıkarıp uygulamaya alınıyor. Lenin ustanın, Meclisin kimin yeri olduğu tespiti her şeyi özetliyor. OHAL için ayrı hukuksal rejim kurulamaz. KHK’ların hukuka uygunluğu hem iç hukuk hem de AİHS açısından incelemek gerekir. Örneğin; KHK’lar yasa niteliği taşımaz ve yasa yerine geçemez. Darbeci tutuklulara getirilen sınırlamalar, OHAL’in KHK uygulamalarıyla tüm tutuklu kitlesini içine alarak genişletildi. Devletin amacının yalnızca darbeciler (ki bunları büyütüp besleyen kendileridir) olmadığı; kendisine biat etmeyen, muhalif tüm demokratik-devrimci kitleleri hedeflediğini ortaya koymaktadır. Yasal bir hak olan; telefon, görüş hakkı ayda 4’ten 2’ye düşürülmesi, birinci ve ikinci dereceden akrabalar dışındakiler artık bu haktan mahrum durumda. 3’lü görüşçü hakkının ortadan kaldırılması ve ayda bir defa olan açık görüş hakkının 2 aya çıkarılması KHK’ların nasıl işletildiğini gözler önüne seriyor. Oysa “önceden yasalaşmış bir hak KHK’lerle sınırlandırılamaz” diyor AYM’nin 10.01.1991 tarihli kararı.
OHAL’in KHK’larıyla yeni bir hukuk uygulanamaz. Sadece tehdit oluşturan konuları kapsar. Ki bu yönde kararlar var ve AYM’nin içtihadı da bu yöndedir ve bu içtihatlar kazanılmış bir haktır. Bir kez daha anlaşılıyor ki, bugün tüm topluma uygulanmak istenen KHK’ların keyfiyetçiliği esas olarak uygulandığı alan çok açıkça ortadadır. Mahpuslara uygulanan KHK’nin bir hukuki yönü bulunmuyor. Üçlü görüş hakkının gasp edilmesi, telefonun 15 günde (ki daha önce her haftaydı) 1 defaya çıkarılması, açık görüş hakkının 1 aydan 2 aya çıkarılması tamamen keyfi olup “ceza” almadan “ağırlaştırılmış müebbet” statüsü uygulanmasının rasyonel mantıkta dahi bir izahı bulunmuyor. Bu keyfiyet varla yok arasında zig zag çizen hukukun; aylık açık ziyaret hakkımızın “Cezaevi yönetiminin” inisiyatifine bırakmak yeni hak ihlaline kapı aralamaktır böylece iyi mahpus; yani itaat eden tüm uygulamalara ses çıkarmayanlar için bir “ödül” görevi görecek, devrimci tutsaklar için bir “cezalandırma” yöntemi olarak bir koz aracı olarak kullanılmasına zemin yaratıyor. OHAL’in ilanıyla beraber mahpusların sohbet-spor etkinlikleri fiilen kaldırılmış durumda. Tutsakların can bedeliyle kazanmış oldukları tüm hakları keyfi şekilde engelleniyor. Hiç bir gerekçe gösterilmeden gazete, mektup, kitapları verilmiyor. Son gizli genelgeler de aslında bu “darbenin” habercisiydi. Tüm sorulan sorularımıza cevap olmak bir yana sürekli bir gizli genelge adı altında cevap verilmesi, bir gizli genelgenin aslında hayali bir şey olduğunu kanıtlıyor. Yapılan suç duyuruları ya kaybediliyor ya da ilgili adreslere ulaştırılmıyor. Aynı KHK ile tutuklu ile avukatının yaptığı görüşmelerde bir görevli hazır bulunmasını, konuşmalara ilişkin kayıt altına alınması ve el konulması AİHM’nin savunma hakkının orantısız bir biçimde sınırlandırılması olarak görülmesi ve adil yargılamaya ilişkin 6. maddenin ihlali demektir.
15 Temmuz’dan bu yana hapishanelerde hak gaspları, baskı ve işkence tırmandırılmıştır. Sürgün, sevklerde mahpuslara saldırılmakta, çıplak arama işkencesi dayatılmaktadır. Temel ihtiyaçlar verilmemekte, bu şekilde “cezalandırma” yapılmaktadır. Havalandırma kapıları geç açılıp erken kapatılmakta bazı hapishanelerde keyfi biçimde açılmamaktadır. Darbe döneminde olduğu gibi OHAL dönemlerinde de ilk hak gaspları ve işkenceler tutsaklara uygulanmaktadır. Kamuoyunun sessiz kalması bu durumu daha ağırlaştırmaktadır. 15 Temmuz’un ardında tüm haklarımız ya gasp edildi ya da askıya alındı. Bu sadece bize yönelik yalnızlaştırma politikası değil. Ailelerimizin bizi sahiplenmesinin de önüne geçilmek isteniliyor. Sürgün, sevklerle birlikte ülkenin bir ucundan diğer ucuna mahpuslar gönderilmektedir. Yoksul ve fakir ailelerimiz ziyaretlerimize, uzun yolculuk ve asgari ücrete tekabül eden yol masraflarından dolayı gelmesi güçleşiyor. Bu yöntem daha önce İRA ve ETA tutsaklarına uygulanmıştır. Bugünde bize uygulanıyor. AİHM ile karar altına alınan, AYM’de de bir hak olan; tutsakların ailesine yakın bir hapishanede kalması kararı böylece ortadan kaldırılmaktadır.
OHAL KHK’lerle tüm toplumu baskı altına almak için cadı avı yürütmekte ve toplumu sindirmek için uygulanıyor. Gazete, dergilerin kapatılması vb. gibi tamamen keyfi olup bu zaman diliminde gözaltına alınan tüm ilerici güçlerin cezalandırılması amacını taşıyor. OHAL’in kimleri hedeflediği bu uygulamalarla açığa çıkıyor. Kürtler başta olmak üzere Aleviler, azınlık etnik kimlikler, mezhepler, inançlar, cinsler, ilerici-muhalif-demokratlar, devrimciler ve sosyalistler OHAL’in sindirme hedefi arasında. Fonlarla ekonomik ayağı canlandırılacak, sermaye tekrar palazlandırılacaktır. Kar sermayenin, zarar emekçilerin sırtına yüklenmek isteniyor. Tüm bu kararnameler; hiç bir nesnel veriye dayanmayan, keyfiliğe, haksızlığa açık bir kapı aralıyor.
Yaratılan fona sermaye bulmak için işsizlik fonunda toplanan paralar ve özelleştirmeler devreye konuluyor. Bir daha net olarak anlaşılıyor ki, sermaye devleti bu OHAL ile işçilerin, emekçilerin ve yoksulların cebine el atmıştır. Aynen 12 Eylül’de olduğu gibi, KHK’lerin de esas amacının özeti bu fonlar olup sesini çıkartanı grev-boykotların önünü almak aykırı sesleri zindana atıp tüm muhalif sendikaları baskılamak, böylece tüm topluma gözdağı vermektir.
Türkiye, AİHS’nin askıya alınması prosedürüne yabancı değil. 1990 yılında Genel Sekretere gönderdiği 06.08.1990 tarihli bir mektupta “Güneydoğu”‘da ki KHK’leri iptal etmiştir. AİHM’lerinin kararları gösteriyor ki, devletin olağanüstü halde bile demokrasi ve insan haklarının çizdiği belirli sınırlar içine hareket etmesi gerekiyor. AİHS’e usulüne uygun bir askıya alma beyanında bulunması devletin temel yükümlülüklerini de kurtarmıyor. Bu nedenle, AİHM’nin 30 günlük gözaltını kabul etmemesi ve kişi güvenliğine ilişkin 5. maddenin 3. fıkrasının ihlaline karar vermiştir. Böyle dönemlerde iç hukuk yıllarının tüketilmesi uzun bir zaman alacağından, İnsan Haklar Sözleşmesi böyle durumlarda, hak ihlallerinin önüne geçmek için, 1 No’lu ek protokolün 1. maddesinin ihlallere yol açmamak için başvuru hakkını tanıyor. Burada da anlaşılacağı üzere iç hukuk yollarını tüketmeden, başvurulabileceğini karar altına alıyor. Türkiye’nin de altında imzası bulunan, AİHS ve AİHM protokolünü tanıyor ve bu kararlara uymak “zorundadır”.
Yazıda da belirttiğimiz gibi OHAL/KHK’lerle uygulanmak istenen sadece tutsaklara yönelik değil, tüm toplumu ilgilendiriyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” vecizesi hükmünü çoktan yitirmiştir. İşçisinden işsizine kadar ki bunlar fonlarla kendi esas amaçlarını net ortaya koyuyor en son işsizlik fonunda biriken paraların kullanılması en iyi özeti.
Duyarlı tüm kurum-kuruluşların ayrım gözetmeksizin bu hak gasplarına dur demesi ve duyarlı olmasını, tutsakların yanında yer almasını istiyoruz. Hukuki açıdan sesimiz olup, bu sessizliği ancak birlikte olursak çığlığa dönüştürebiliriz. Bana ne demenin zamanı değil, artık bir gün “herkes mahpus duvarlarıyla tanışacak” bunun olmaması için çok geç olmadan sessizliği yırtmalıyız. Bu sessizliğe ancak toplumun tüm katmanlarıyla bulunduğumuz tüm platformlarda dile getirilmesini salık veriyoruz. Gün taraf olma günüdür. Sessizlik bertaraf olup onaylamaktır. Yarın çok geç olabilir. Tarihsel olarak yeni ve zor bir döneme girdik. İşçiler ve emekçileri daha zorlu günler bekliyor. Kurumsallaşan totaliter-bürokrat ve sivil faşizme, her türlü darbeye ve darbeciliğe karşı halkın savunmasını örme ve direnme hakkı meşrudur.”