Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!

Parsons, Speis, Engels ve Fischer’i idama mahkûm ettiler. Louis Lingg ise daha önce hücresinde ağzına dinamit lokumu konularak öldürüldü. Önderlerimizi şanlarına yakışır bir şekilde uğurladık. Me­zarlarındaki sessizliklerine! Ve o gün onların arkalarından söylediğimiz “Biz… Susuyoruz, bir fişek yatağında kurşun nasıl susarsa, haykırsın sıkıysa, sükûtumuzdan hızlı gök kubbenin altında öyle bir seda varsa!” şeklindeki sözleri, bu günde sosyalizm ve devrim mücadelesinde “sessizliğe” gön­derdiğimiz tüm yoldaşlarımız için söylüyoruz

HABER MERKEZİ (28.04.2017)- Proletarya partisinin devrim emekçisi olan ve 2009 yılında Adana’da katledilen Talip Çakmak yoldaşın 2000’lerin başında hazırladığı 1 Mayıs’ın tarihçesini ele alan dosya çalışmasını güncel olması dolayısı ile bir kez daha düzenleyerek paylaşıyoruz. 1 Mayıs dosya çalışması ile birlikte giriş kısmında Talip Çakmak yoldaşın kısa özgeçmişini de okurlarımızla paylaşıyoruz;

 Talip Çakmak yoldaş 1955 yılında Adana’da dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında işçi olarak çalıştı. 1976’da Kaypakkaya’nın düşünceleriyle tanışması, bilincinde köklü bir değişime yol açtı. TKP(ML) saflarında bilinçli, örgütlü mücadeleye katılarak yerini aldı. Örgütlü mücadeleyi proletaryanın yaratıcı gücü, özverili, ilkeli, disiplinli çalışkanlığıyla biçim vermeye çalıştı. Küçüklüğünde aile içinde ve çevresinde farklı kişiliğiyle tanınan yoldaş, örgütlü yaşam içinde yine farklı örnek kimliğiyle tanındı. O Çukurova’nın proleter kara yağız delikanlısıdır. Gözü kara ama bilinçli, devrimin uygulayıcı pratisyenidir artık.

Mücadeledeki ilk gözaltı ve işkenceyle tanışması 1980’de gerçekleşir. 30 günlük sorgu sürecinde Kaypakkaya’nın gösterdiği yolda, devrimci sınıfın direngen tavrıyla direnir. 9 aylık tutukluluk ve yargılama süreci beraatla sonuçlanır. Talip yoldaş, mücadeleyi daha bilinçli bir şekilde 12 Eylül askeri faşist diktatörlük koşullarında sürdürür. Dönem zorludur, büyük emek ve fedakârlık dönemidir. Talip fedakârlıkla zorlukları göğüsler. Aradan uzun bir zaman geçmeden 1982’de yeniden gözaltına alınır. 90 günlük işkence sonrası tutuklanır.12 Eylül’ün Askeri Mahkemesinde, yargılama sonucunda müebbet hapis cezasına çarptırılır. Kavgasını mahpushanelerde sürdürmektedir artık.

9 yıllık mahpusluk yaşamı mücadeleyle örülüdür; direniş ve açlık grevleri ile geçer. Mersin, Aydın-Nazilli ve Antep’teki süren mahpushane yaşamı 1991 yılında son bulur. Mahpustan çıkar çıkmaz partisiyle ilişkiye geçer. Talip Çakmak yoldaş, mahpushanelerde kendini geliştirip-derinleştirdi. Birikimiyle sınıf savaşımına katkısını çoğaltma, geliştirme kaygısındadır.

Talip Çakmak, bir grup yoldaşıyla 1993’te Toroslar’da gerilla birliği çalışması içine girdi. Bu dönemde JİTEM’in kurucusu Arif Doğan’ın başında bulunduğu birlik tarafından yoldaşlarıyla birlikte gözaltına alındı; tekrar ağır işkencelere maruz kaldı. Konya, Çanakkale, Gebze, Ceyhan ve Edirne mahpushanelerinde zorlu mücadele ve direniş içinde oldu. 19 Aralık 2000’de adına “hayata dönüş” denen baskınları Çanakkale mahpushanesinde karşıladı. Düşmanın bu saldırısından tesadüf eseri kurtuldu. Onlarca siper yoldaşıyla, mahpushane katliamından sonra ölümcül işkenceler eşliğinde Edirne F Tipi hücrelerine konuldu. 9 buçuk yıl sonra 2002 yılında tahliye oldu. Kaldığı yerden mücadelesine devam etti. Ekonomik zorluklar ve ailevi yükümlülükler, kendisine yeni sorumluluklar yükledi. Yerleşmiş olduğu Tekirdağ’da çalıştığı yerden ayrılmak durumunda kaldı. Çalışmak için Adana’da akrabalarının yanına geçici bir süreliğine gitmek zorunda kaldı. Ocak 2009’da abisinin iş yerine ülkücü mafya tarafından yapılan saldırı sonucu abisi hayatını kaybederken, Talip yoldaş ağır yaralanarak bir hafta yoğun bakımda kaldı ve 14 Ocakta aramızdan ayrıldı.

Hayatının sonuna kadar partili bir yaşam sürdü. Bu dönemlerde partinin çeşitli kademelerinde görev aldı. Faşist çetelerin saldırıları sonucu yoldaş, 14 Ocak günü katledildi.

Talip yoldaş, yaşamında ilkeli, disiplinli, çalışkan, özveriliydi. Araştırma ve inceleme yaşamının bir parçasıydı. Parti yazınını üretkenliğiyle desteklemiştir. Politik duruşunda yenileşmeci ve siyasal ilkelerinde tavizsizdi. Siyasal ve günlük yaşamında hep iyi ve doğru olanın peşinde koştu. Talip Çakmak ve şahsında güneşe uğurladığımız tüm yoldaşları bir kez daha saygı ile anıyoruz.

 

                          ***************************************************************************

 

TOHUM TOPRAĞA DÜŞÜYOR

 

Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz?

“Topraktan denizden ve ateşten

doğanların

en mükemmeli doğacak bizden”

Nazım HİKMET

 

Kimileri topraktan, kimileri ateşten, kimileri sudan, kimileri de nefesten doğduğumuzu söyler.

Kutsal kitaplar, tanrının bizleri topraktan yapıp, sonra da nefesi ile ruh verip canlandırdığını, bilimsel kitaplar ise, do­ğadan ürediğimizi belirtir. Bilimsel kitapların anlattığına gö­re, doğadaki milyonlarca canlı türünden ve bunlardan sadece birinden geliyor soyumuz. Analarımızın, maymun türlerin­den biri olan Orangutan olduğunun bilimsel olarak kanıtlandı­ğı ve doğrusunun da bu olduğu bilinmektedir bizce.

Kutsal kitaplarda belirtilen Adem ile Havva hikâyesini, bu hikâyede ifade edilen kız ve erkek kardeşlerin birbirleriyle ev­lenmeleri sonucu üreyip, çoğaldığımızı birçoğumuz kabul eder. Ama bilimsel kitaplarda bir tür maymun soyundan gel­diğimizi kendimize hakaret sayarız. Aynı anadan ve babadan doğan çocukların birbirleri ile evlenmeleri hayvanca bir ilişki değilmiş gibi!

Hangi soydan gelmiş olursak olalım, kutsal kitapta çamur­dan (topraktan), bilimsel kitaplarda maymun soyundan oldu­ğumuz söylenir. Her ikisi de doğanın birer parçalarıdır.

Bu tartışmalar dün olduğu gibi bugün de devam etmekte­dir. Biz bu tartışmaya burada bir nokta koyalım ve işin özü ile ilgilenelim. İşin özü birer canlı olarak, ürünü olduğumuz do­ğada, yaşamımızı sürdürmek için her şeyden önce içmek, ye­mek, barınmak, giyinmek ve daha birçok şey gerekir. Bu ge­reksinimlerimizi gidermek için çalışmamız gerekiyordu. Ça­lışmanın ilk koşulu emek, ikincisi ise konuşma idi. İşte bu iki koşulu yerine getirmeye başladığımızda, beynimiz büyümeye ve tüm benzerliğine rağmen maymun beyninden insan beyni­ne dönüşmeye başladı.

Çalışmaya, öncelikle doğayı katarak başladık. İhtiyaçları­mızı, doğadaki oldukları şekliyle karşılıyorduk. Doğada bul­duğumuz ürünleri ve araçları kendi ihtiyaçlarımıza uygun ha­le getirmek gerekiyordu. Bu nedenle, kollarımızı, bacakları­mızı, ellerimizi, kafamızı ve gövdemizi kullanarak, doğanın ürünü olan bizler, doğanın karşısına çıktık. Doğayı değiştirir­ken kendimizi de değiştiriyorduk.

 Ellerimiz

Açtık! Fakat açlığımızı giderecek olan meyve yukarıdaydı. Onu gördük ve durduk, baktık, baktık… Onu almamız gereki­yordu. Sıçradık, sıçradık olmadı. Arka ayaklarımız üzerinde dikilmeye çalıştık. Baktık oluyor. Ancak meyveye ağzımız yetişmiyor. Ön ayağımızı (ellerimizi) uzattık ve kopardık meyveyi. İşte “ilk günahı” o zaman işledik! Aslında yaptığımız şey günah değil, iş’ti. Yaşamımızı yeniden üretmemiz için iş yapmamız gerekliydi. Ellerimiz iş aleti oldu. Alet kul­lanarak insanlaşmaya ilk adımı attık. Kutsal kitap ise, “yasak meyveyi yemekle, cennetten kovulduğumuzu” söyler. Dik durduk, kopardık, aldık İNSAN OLDUK…

 Güçsüzlükten, toplu harekete

Evet, ellerimizi ürünü olduğumuz doğaya dürtüp onu ka­rıştırmaya, değiştirmeye başladık. Ellerimiz dışımıza uzanan beynimiz oldu. Ama kafamızdaki beyni büyütüp çalıştırma­mız gerekiyordu.

Bizim dışımızdaki doğanın hareketlerini gözlemeye başla­dık. Çevremizdeki şeylerin geceleri değiştiğini, büyüdüğünü fark ·ettik. O zaman geceye eril, gündüze dişil; güneşe dişil, aya eril; yeryüzüne dişil, gökyüzüne eril demeye başladık. İş­te bu gök ve yeryüzünde olan birçok şeyi anlayamıyor, kimi şeylerden korkuyor, kimi şeylere ise seviniyorduk. Ve bu olaylar karşısında güçsüzdük. Barınmak ve beslenmek ama­cıyla toplu hareket etmeye, yani sürüler halinde dolaşmaya başladık. Ateşi gördük, ondan korktuk. Daha sonra onun etra­fında toplu olarak dans etmeye başladık, bir süre sonra da onu denetimimize aldık. Avladığımız hayvanları ateşte pişirdiğimiz zaman daha güzel oluyordu. Ayrıca soğuk havalarda bizi ısıtıyordu. Toplu hareket ettiğimizde bizden güçlü olduğunu düşündüğümüz şeyler güçsüzleşiyor, biz güçleniyorduk. Birlikten güç doğuyordu. Herhangi bir iş yapmadan önce, güç­lenmek amacıyla toplu olarak dans etmeye başlıyorduk. Dansta kafalarımız, kollarımız, bacaklarımız, kısaca tüm be­denimizin hareketleri ritim, çıkardığımız sesler de söz oluyor­du. Ve böylece başladık, şarkımızı söylemeye. Şarkımız, bir­lik ve beraberlik şarkısıydı.

İlk önceki şarkılarımız sevincimizin, öfkemizin, acımızın, yakarışımızın, şükranımızın ve mutluluğumuzun ifadeleriydi. Yakarışlarımız ve şükranlarımız iyilere, öfkelerimiz ve kinimiz kötülereydi.

İlk tanrılarımız, bizlere iyilik ve kötülük yaptıklarını dü­şündüğümüz, doğada karşılaştığımız şeylerdi. Bunlardan iki tanesi çok önemliydi. Biri, bizi besleyen toprak, diğeri ise bi­zi ısıtan güneşti…

Toprağın üstünde, güneşin altında yaşayan bizler, kendi içimizden birilerini de Tanrıça olarak görüyorduk. Bu, biz­leri üreten, besleyen ve büyüten Ana idi.

Üredik, çoğaldık. Topladık, vurduk. İşimizin ürününü top­luluğumuzun sofrasında paylaştık. Çünkü şefimiz bizi doğu­ran anamızdı. Paylaşımı o örgütlüyordu. Dolayısıyla adil davranıyordu.

Yükseklerden enginlere indik. Enginlerde subaşlarını tut­mak için, kavgalara tutuştuk. Bu kavgada güçlüler güçsüzleri subaşlarından kovdu ve onları boğdu. Doğayı mülk edinme­ye başladığımızda, bir parçası olduğumuz doğaya yabancılaş­maya başladık. Aynı zamanda topluluklarımızı bölmeye de başladık. Mülk edinme; yıkımlara, bölünmelere, parçalanmalara ve savaşlara neden oldu…

 Sınıfların ortaya çıkışı!

Doğa ile savaşımızda güçlendikçe, üretici güçleri de geliş­tirdik. Üretici güçleri geliştirdikçe paylaşımı örgütlemede so­runlar çıkmaya başladı. Bu sorunlar için birbirimizle savaşla­ra başladık. Savaşlar aletleri ve erkekleri geliştirdi. Kadınların gücü azalırken erkeklerin gücü artmaya başladı. Aletlerin ge­lişimiyle tarım ve hayvancılık bölündü. Bu doğal işbölümü aile içerisinde de etkisini gösterdi. Önceki gibi hepimizin her işi yapması gerekmiyordu. Evin işlerini kadın, evin dışındaki iş­leri de erkek yapmaya başladı. Erkeğin savaşçı özelliğinin gelişmesi ve diğer aletleri kullanmada uzmanlaşması onun ka­dın üzerinde egemenlik kurmasına yol açtı. Bu durumun nedenlerinden biri de, toplu olarak aynı mekânda yaşama zorun­luluğunun ortadan kalkmasıydı. Kadın üreten, koruyan, besle­yen ve büyüten olmaktan çıkmış, erkeğin cinsel zevklerinin kölesi, basit bir çocuk doğurma aleti haline gelmişti. Ana hukukunun yerini baba hukuku aldı. Ve işte böylece, topluluk mülkiyetinden başka, ilk özel mülkiyet ve ilk Sınıf çelişkisi ortaya çıktı. Kadın çocuklarıyla birlikte kocanın sömürü araç­ları haline geldi. Bizi doğuran Anayı mülk edinerek bir parçamıza yabancılaşmaya başladık.

 Köleleştik

Daha iyi yaşam koşulları oluşturmak amacıyla yükseklerden en diplere indik. Enginlerde öncelikle subaşlarını tuttuk. Kendi topluluğumuzdan sonra gelenleri aklaştırmadık, tuttuğumuz yer­lere. Onlarla savaşlara girdik. Onlar da daha iyi yaşamak istiyordu, biz de. Güçlü topluluklarımız güçsüzlerinizin tuttukları yerle­ri ellerinden alıyor, kalanları da ya boğuyor, ya da kovuyorduk.

Güçlüler topraklarını genişletince, onların işletilmesinde güçlükler çıkmıştı. İşte bu nedenle savaşlarda yakaladığımız esirleri boğmaktan vazgeçtik. Esirleri, işlerimiz için alet ola­rak kullanmaya başladık ve böylece insanın insana köleliği başladı. Kadın ve çocuk emeğine köle emeği de eklendi.

Toplulukların çıkarlarını korumak için meclisler oluştu. Bu meclisler, topluluk tarafından en çok sevilen ve sayılan kişile­ri topluluğun şefi seçiyordu. Toplulukların çıkarlarını korumak için seçilen bu meclisler ve şefler, topluluğun çıkarlarını korumak yerine kendi çıkarlarını korumaya başladılar.

Kamunun çıkarı için oluşturulan meclis, topluluğu başka toplulukların saldırılarından korumak amacıyla kurulan silah­lı güçler kamunun çıkarı yerine, onun üzerinde ona karşı bir güç haline dönüştü.

Topluluklarda ortaya çıkan sınıf çelişkilerinin ürünü olan bu gücün adına devlet dendi. Devlet, toplumdaki sınıf çelişki­lerinin çatışmaya dönüşmemesi için düzenlemelere giriştiği görüntüsü veriyordu.

Bu görüntü onu önceleri toplumdaki sınıflardan bağımsız gibi gösteriyordu. Oysa o toplumdaki egemen sınıfın hizme­tindeydi. Toplumdaki sınıf karşıtlıklarını düzenleme görün­tüsüyle ortaya çıkan devlet toplumdaki egemen sınıf olan ezenlerin elinde ezilenlere karşı baskı ve zor aygıtı olarak kul­lanılmaya başlandı. Ogün bugündür, tüm zenginlikleri yaratan bizlerin emeği çeşitli biçimlerde gasp edilmektedir.

Köleliğimizin biçimi ve sahiplerimiz değişmiş olsa da köle­lik devam etmektedir. Bu günkü köleliğimizin adı da ücretli köleliktir.

Esaretin başladığı yerde özgürlük, baskının olduğu yerde direniş, zulmün olduğu yerde isyan meşrudur.

 İsyan ateşi

Yarattığımız zenginlikleri (cennet) bizden çalanlar, bizi yoksulluğun (cehennem) ateşine attılar. Önce Tanrılar sonra tiranlar, krallar ve bilumum sömürücü zorbalar, bizi cennet­ten kovdular. Yeryüzündeki cehennemi cennete çevirmek için kullanmaya başladığımız ateşi elimizden aldılar. Ama güneşin ve ateşin çocuklarıydık. Zulme karşı direnişin sim­gesi olan Prometheus olduk geri aldık ateşi, Tanrılar Tanrısı Zeus’tan ve tüm soyguncu zorbalardan, işte böyle başladı sömürü ve zulme karşı direnişimiz. Aldık ateşi elimize. De­hak gibi zalimlerin saraylarını tutuşturmaya başladık. Özgürlük ateşi olan Newroz ateşi olduk, yandık Med ülkesinin dağlarında, ovalarında. Ve emeğimizi çalmakla yetinmeyip beynimizi de çalan Dehak’ın beynine, Demirci Kawa’nın balyozu olarak indik.

Birdik, bin olduk, milyon olduk. Yürüdük en büyük köleci imparatorluk olan Roma imparatorluğunun üzerine, isyan bayrağının simgesi olan Spartaküs’ün            önderliğinde. Ve o günden bu güne birçok yerde birçok şey ve çok kişi olduk.

Ozanın dilinde “1917’de doğmuş” ile başlayıp “işkencede İbrahim” ile devam eden ve “Vartinik’te Ali Haydar’ım” ile biten dizeler olduk… Ve hep birlikte “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık” diyen şarkımızı söylemeye başladık.

Prometheus’un bizlere hediye ettiği ateşi, yaratıcılık, bi­lim ve uygarlık için körüklemeye devam ediyoruz. Bu ateş hiç sönmeyecek. Prometheus şöyle demişti: “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok.” Biz de diyoruz ki; özel mülkiyet sistemi ve onun üzerinde şekillenen tüm ilişkiler ortadan kalkmadığı sürece, bu ateşi körüklemeye devam edeceğiz. Taaki Altınçağa uzanan yürüyüşümüz tamamlanana dek… İşte o zaman “en mükemmeli doğacak bizden”, özgür insan.

 Tohum toprağa düşüyor

Sınıflı toplumların tarihi sınıf mücadelesi tarihidir. Tarihi bu şekilde ifade eden, işçilerin ve ezilen halkların büyük öğ­retmenleri MARKS ve ENGELS, bu sonuca toplumları ince­leyerek varmışlardır. İşte bu büyük öğretmenlerin incelemele­rinde, sınıf farklılıklarının ortaya çıkışından bu güne kadarki süreçte, emeğimizin gasp ediliş biçimleri bilimsel bir şekilde ortaya konmuştur. İlk önceleri kendimizi-yaşamımızı-yeniden üretmek için, doğada var olan şeyleri kullanıyorduk. Kendimiz doğanın bir parçası olduğumuz için, doğadaki şeyler de bizim bir parça­mızdı. Dolayısıyla ilk “mülk” edindiğimiz şeyler bizim bir parçamızdı. Sonradan bunları kendi ihtiyaçlarımıza göre alet haline getirmeye başladık. Bunu yaparken doğa ile birlikte kendimizi de değiştirdik. Topluluklar olarak yaşamaya başla­dığımızda topluluk mülkiyetleri edindik. Topluluk olarak üze­rinde yaşadığımız alanlar topluluk mülküydü. Topluluklar olarak birbirlerimizle savaşta bir topluluktan öbür topluluğun eline geçenler o topluluğun mülkü oluyordu. İşte bu süreç köle emeğinin ortaya çıkış sürecidir. İlk sınıf­lı toplum olan köleci toplum oluşmadan İlkel komünal top­lumdan köleci topluma geçiş sürecinde, tarım komünleri oluş­tu. Bu komünler, ilkel komünler gibi kan bağına dayanmayan, daha geniş örgütlenme biçimleriydi. Bu toplumsal örgütlen­mede, ilk önce barınma yerinden başlayan ve bu arada Kadı­nın mülk edinilmesiyle özel mülkiyete geçiş söz konusudur.

Köleci toplumda, köle bir üretim aracı, hayvan, toprak ve herhangi bir alet gibi kullanılmıştır. Bu dönemde bizleri mülk edinen sahiplerimiz, istedikleri zaman üretimde kullanıyor, is­tedikleri zaman bir başkasına satıyor ve istedikleri zaman öl­dürüyorlardı. Biz onlar için herhangi bir üretim aracından başka bir şey değildik. İstedikleri zaman kaldırıp atıyorlardı. Bu süreç yüz yılarca sürdü. Üretici güçler sürekli gelişiyordu. Bizlerin köle sahiplerine karşı isyanları da her yerde sürüyordu. İsyanlarımız ve diğer üretim araçlarındaki gelişmeler so­nucu birçoğumuz özgürleşti. Özgürleşen köleler olarak, kentlere ve kırlara dağıldık. Yaşamımızı devam ettirmemiz için üretime katılmamız gerekiyordu. Bu arada, köleci sistem, barbar toplulukların saldırıları ve kendi içindeki çatlaklar ve de bizlerin isyanları sonucu çatırdıyordu. Köle sahibi savaşçı komutanlar, köleci devletlerin ve imparatorlukların parçalan­ması sonucu Derebeylikler oluşturuyordu. İşte bu derebeyleri bizleri toprak köleleri olarak kullanmaya başladılar. Bu topluma da feodal toplum dendi. Bu sistemde, üzerinde çalıştığımız toprak, feodal beylerin topraklarıydı. Bazı yerlerde ken­dimize ait küçük topraklarda oluyordu, ama her iki durumda da feodal beye bağımlıydık. Ürettiğimiz ürüne feodal bey el koyar ve bize ancak karnımızı doyuracak ve soyumuzu, sür­dürecek kadar ürün verirdi. Üzerinde yaşanan topraklar,  o toprakların sahibinin adı ile anılırdı ve o topraklarla birlikte, topraklar üzerindeki şeylerde toprak beyinin mülküydü. Yani serf toprak kölesi, toprak sahibinin mülküydü.

Onun onayı olmadan o toprakları terk edemezdik. Toprak sahibi hem yargıç hem de papaz. O topraklardaki tanrıdır… Gökteki tanrının yerini, yerde kralların, çarların, padişahların ve onların arkasındaki feodal derebeylerin aldığı Ortaçağ ka­ranlığı dönemiydi. Bu dönemde epey uzun sürdü. Feodal bey­ler bizim emeğimiz (artı ürün) ile saltanat sürerken bizler aç­lıktan ölmemek için Tanrılarımızdan merhamet dilemek zo­rundaydık.

Sadece merhamet dilemiyorduk, çoğu zamanda ayaklanıp soyluların topraklarını, işgal ediyor, derebeylerin şatolarını, ağa ve beylerin saray ve konaklarını ateşe veriyorduk.

Bu süreçte kendi topraklarımızda; ilk önce, Şeyh Bedret­tin’in önderliğinde “yârin yanağından gayrı her şeyde hep be­raber” diyerek, toprakları ortak kullanmaya başladık. Yenil­dik. Daha sonra ise beylerin zulüm ve soygunları karşısında “şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı, ekende yok biçende yok, yemede ortak Osmanlı” deyip, Celallendik ve yüzyıl süren Celali isyanları çıkardık.

Ortaçağ karanlığı sürerken, içten içe kor harlanıyordu. Tüm engellemelere rağmen, üretici güçler gelişiyordu. Bilim­de, sanatta, felsefede, önemli gelişmeler oluyordu. Her gece­nin bir sabahı olduğu da yadsınamaz bir gerçeklikti. Ve bizler şairin dediği gibi “Saraylar saltanatlar çöker, kan susar bir gün, zulüm biter” diyorduk.

Bu karanlık çağın aydınlanması gerekiyordu. Bu aydınlanma işini ilk üstlenenlerden biri de, karanlık dönemin kara cüppeli papazlarından Aziz Bruno idi. Evrenin birliği kavramını ortaya attı diye ateşe atıldı. Koopernik, güneş merkezli evren sistemini, Galile, doğanın matematikle açıklanmasını, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ortaya koydu. Ve bu karanlık, tanrı ve kilise karşısında bireyin özgürlüğü düşünce­siyle aydınlanmaya başladı. Bu düşünceyi oluşturan Petrarca’ya göre; insan için en yüksek değer, en yüksek mutluluk ruhun bağımsızlığı ve özgürlüğüdür. Buna da inanç ile değil, akıl ve erdem ile ulaşılır. Toprak servete, servet sermayeye dönüşüyor. Üretici güçlerdeki gelişmeler, yüzyıllarca süren köylü isyanları, din savaşları, yeni icatlar ve keşifler, bu sü­reçte ortaya çıkan temel özelliklerdir. Tüm bunlar yaşanırken yığınlarca toprak kölesi, kentlere özgürleşmiş emek olarak göç ediyordu, ya da kendi topraklarını işleyen özgür köylüler haline gelmişti. Daha 14. yy.da İngiltere’de serflik, büyük oranda ortadan kalkmıştı. Feodalizmden kapitalizme geçiş koşulları 16 ve 17. yy.da oluştu. Coğrafi buluşlar, “Amerika’nın keşfi” gibi ticaret sermayesini geliştiren gelişmeler, geçişin etmenleriydi. Dünya pazarındaki ani gelişme, do­laşıma sürülen metaların, çeşitlerin artması, Asya’nın ürünleri, Amerika’nın madenlerine sahip çıkma yarışındaki Avrupa­lı sömürgecilerin rekabeti, feodal zincirlerin parçalanmasına maddi katkıda bulunmuştu: Lonca sisteminin yerini manifak­tür sanayi almıştı. İşte tüm bu koşulların ürünü olarak doğan burjuvazi kendi mezar kazıcıları olan işçileri de kendi bağrın­ da doğuruyordu. Bu doğum çok sancılı ve kanlı oldu. Çünkü feodal toplum ikiz doğurdu.

 İşçiler ve patronlar

Feodal toplumda, kentlerde zanaatkârlar ve tüccarlar çoğunluğu oluşturmaktaydı.  Feodal beylerin yanından kaçan serflerin kentlere yerleşmesi rekabeti artırdı. Serflerin yol aç­ tığı rekabet ve feodal beylerin sömürü ve baskısı sonucunda zanaatkârlar loncalarda birleştiler. Pazarların genişlemesi sonucunda lonca üretimi yetmez oldu. Loncalar üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmaya başladılar. Artık lonca üretiminin yerini yeni imalathaneler aldı. Ücretli işçilerin iş bölümü temelinde kol gücü ile çalışmasına dayalı kapitalist işletmeler, manifaktürler aldı. Manifaktür sanayi tüm Avrupa’da yaygınlık kazandı. Pazarlar durmadan büyüdü. Pazarların genişlemesi, daha fazla meta üretimi, daha fazla sömürü ve kar isteği, tüm bunların sonucunda artık manifaktür üretimde yetersiz kaldı. Yeni makineler bulundu, yavaş yavaş çıkrığın yerini iplik makinesi, pamuk işleyen makineler (İngilte­re’de) tek başlarına seksen dört milyon zanaatçıyı “simgeler” demirci çekicinin yerini buharlı baskı aldı. Mekanik dokuma tezgâhı yapıldı. Buhar makinesi bulundu. Buharlı gemiler, buharlı makineler, demiryolları, trenler önce Avrupa’nın daha sonraları Amerika’nın çehresini değiştirmeye başladı. Kapita­lizm ilk önce İngiltere’de gelişmeye başladı. İngiltere. Öncelikle pamuklu dokuma sanayinde hızlı bir gelişme gösterdi. Otomatik dokuma mekiği, ilk zamanlar 15-20 ile sonraları 400 ile çalışan dikme makinelerinin icadı, bu sanayinin nasıl genişlediğinin göstergeleridir. İngiltere’de başlayan bu geliş­meler dalga dalga tüm Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı içine aldı. Bu sürecin adına sanayi devrimi dendi. Üretici güçlerde­ki bu gelişmeler eski üretim biçimlerini hızla değiştiriyordu. Feodal ilişkiler kimi yerde çabucak değişirken kimi yerlerde ciddi direnişler gösterdi. Almanya ve Rusya gibi ülkeler sanayi devrimine geç katılan ülkeler sınıfına bu nedenle girdiler. Eski gelenekler ve görenekler bir bir yıkıldı. Toplumdaki aile ilişkileri alt-üst oldu. Çocuklar ve kadınlar sokaklara doldu. Özgürleşmiş emek pazarlarına akın etti. Ölmemek için eme­ğimizi ya da bedenimizi pazarlamak zorundaydık. 1842 yılın­da İngiltere’de yapılan araştırmada seks işçilerinin sayısının 60, 70 bin civarında olduğu tespit edilmiştir. Yine bu araştırmaya gö­re her yıl bu işe başlayan insan sayısının 8 ila 9 bin kişi oldu­ğu, günde 24 kişinin aynı işe başladığı tespit edilmiştir. Evet, kapitalist sistem oluşmuştu. Ve bu sistemde, daha önceki sis­temdeki gökyüzünde ve yeryüzündeki tanrıların yerlerini, ev­rensel orospu paraya bıraktı. İşte böylesi toplumsal ve iktisa­di gelişmeler ile birlikte binlerce işçiyi bir arada çalıştıran dev fabrikalar kuruldu. Üretim toplumsallaştı ama üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi özel mülkiyet olarak devam et­ti. Kapitalist topluma özgü, birbirine zıt iki temel sınıf çıktı ortaya: Üretim araçlarını elinde tutan burjuvazi ve üretim araçlarından yoksun, emeğinden başka satacak bir şeyi olma­yan proletarya. Evet, bu yeni kölelik sisteminde adımız proletarya idi. Yani satacak iş-güçlerinden başka bir şeyi olmayan işçiler. İlk ortaya çıktığınız koşullar öylesine kötüydü ki, üre­timdeki herhangi bir hayvandan farksızdık. Ölmemek için ça­lışmak zorundaydık. Çalışırken de her şeyimizi “fiziki varlığı­mız dışında” yitiriyorduk. Bir burjuva iktisatçısı kendi sistem­lerinde bizim durumumuzu şöyle ifade etmişti: “Bu iktisadi ör­güt insanları öylesine aşağılık işlere, öylesine üzücü ve acı bir alçalmaya mahkûm eder ki bunun karşısında yabanlık kralca bir durum gibi görünür.” Mülk sahibi olmayan insanın bütün biçimler altında değerden düşürülmesi, paçavra haline getirilmiştik, ama buna rağmen çalış­mak zorundaydık, aksi takdirde ölürdük. İşte bu nedenden dolayıdır ki Fransa’nın Lyon kentinde çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek diyerek ayaklanmalar düzenledik. Bu süreç­te çalışma ve yaşama koşullarımız şöyleydi; fabrikaların çev­resindeki kulübelerde (buraların hayvanların ahırlarından far­kı yoktu) yaşıyorduk. 15-20 saat arası, daha doğrusu patron­lar kaç saat derlerse o kadar çalışmak zorundaydık. Dokuma sanayi gelişince patronlar kadın ve çocuk emeğini sömürme­yi daha avantajlı buldular. 1830’larda kenevir fabrikalarında her yüz erkek işçiye karşılık 147 kadın işçi çalıştırılıyordu. İp­lik fabrikalarında ise 159.818 erkek işçiye karşılık 198.818 kadın işçi çalıştırılıyordu. Amerika pamuk fabrikalarında ay­nı yıllarda 18.593 erkek işçiye karşılık 38.927 kadın işçi çalı­şıyordu. Buhar ve su gücü ile çalışan İngiliz iplik fabrikalarında 1835’te 8-12 yaş arasında 20.558, 12-13 yaş arasında 35.867 ve 13-18 yaş arası 108.208 çocuk çalışıyordu.

Çalışma koşullarımız böyleydi. Ücretimiz ürettiğimiz de­ğerin çok altındaydı. Patronlar artı-emeğimizi gasp edip ser­mayelerine sermaye, mülklerine mülk kattılar. Üretimin nice­lik ve nitelik değerini yükselttikçe kendi insani değerimizi yitirdik. Yarattığımız, ürettiğimiz şeyler artıyor, patronlar zenginleşiyor biz ise fakirleşiyorduk. Tıpkı dinde insanın Tanrıya yaklaştıkça kendinden uzaklaştığı gibi, bizde kendi ürettiğimiz, kanımızı, terimizi döktüğümüz ürüne yabancı­laştık. Ürettiğimiz ürün bizim olmaktan çıkmıştı. Çoğu za­man ürettiğimiz ürünü pazardan alamaz olduk. Çünkü o ürü­nün meta pazarındaki değeri, bizim iş-gücümüzün emek pa­zarındaki değerinden fazlaydı. Ürettiğimiz nesneler uygarlı­ğın belirtileri olarak değerlendirilirken, biz insanlıktan uzaklaşmıştık. Patronlarda aynı şekilde insanlıktan uzaklaştı. Ay­nı zamanda toplumdaki diğer sınıflar da, yani, kapitalist top­lum bir bütün olarak insanın insana yabancılaşmasının ifade­sidir. İnsanlığımızı yok eden bu sistemi yıkıp kendimizle bir­likte tüm insanlığı kurtarma uğraşımıza, “yaşayanlar ölenle­ re gözlerini kapıyor, şimdi ölenler yaşayanların gözlerini açacak” sözleriyle başladık…

 Sınıf kavgası

“Uyan artık uykudan uyan uyan esirler dünyası, Zulme karşı hıncımız volkan, Bu ölüm dirim kavgası.”

Sanayi devrimi Avrupa’nın birçok ülkesinde burjuva dev­rimleri ile eş zamanlı gelişti. Bu devrimler kimi yerlerde uzan bir süreci kapsayıp feodallerin burjuvalaşmasıyla olurken ki­mi yerlerde burjuvazinin köylüleri ve işçileri yanına alarak köklü siyasal ve toplumsal devrimler yapılması şeklinde olu­ yordu. İşte böylesi bir devrim 1789’da Fransa’da gerçekleşti. Aslında benzer bir devrim daha öncesi Okyanus ötesi Ameri­ka’da olmuştu. Ancak Amerika’daki devrim Avrupa’yı pek etkilememişti. Fransa’da burjuvazi eşitlik, özgürlük, kardeş­lik sloganı ile yola çıktı. Bu slogan toplumdaki tüm sınıfları aristokrasiye karşı harekete geçirmişti. Fransız burjuva devri­mi birçok konuda hem diğer ülkelerin burjuvalarına hem de işçilerine hasımlarına karşı mücadelede çok şey öğretti. İşçi­ler önceleri tek tek bireyler olarak ya da bir fabrikadaki işçi­ler olarak tek tek patronlara karşı mücadele ediyordu. Ayrıca patronlar zaman zaman onları hasımları olan aristokrasiye ya da diğer patronlara karşı harekete geçiriyordu. Kısaca ne için ve kime karşı mücadele ettiğimizin bilincinde değildik. Öz­gürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının burjuvazinin bizleri is­tedikleri gibi sömürme özgürlüğünden başka bir şey olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Burjuvazinin kendi arasındaki reka­bet ve üretici güçlerdeki muazzam gelişme bizleri daha fazla yoksulluğa ve sefalete itiyordu. Yeni makinelerin icadı sonu­cu yığınlar halinde işsizler ordusuna katılıyorduk. İşte bu ko­şullarda girdik kavgaya. Başlangıçta sadece çalışma saatleri­nin düşürülmesi ve yaşam koşullarımızın düzeltilmesi için çarpışıyorduk patronlarla. Bilinçsizdik, örgütsüzdük, dağınık ve bölük pörçüktük. “Ve şarkı söyleyenleri duyuyor musun?” sorusunu sorarak “öfkeli insanların şarkısıdır bu” diye cevap verip başladık şarkımıza. Şarkımızın adına “Sefiller Müzika­li” dendi. Bu şarkımız özellikle Fransa’nın sokaklarında, so­kak şarkıcılarının dillerinde şöyle ifade edildi: “Bir daha köle olmayacak insanın müziğidir bu, Kalbinin çarpıntısı, Davulların sesini yansıtınca, Yaşam başlayacak demektir, Yarın olunca.”

Kavgamızın ilk yoğunlaştığı yer İngiltere’ydi. Sanayi dev­rimlerinin başlarında 1811-1812 yıllarında Luddit’de ayaklanmalar düzenledik. 1819’da Manchester’da sokaklara döküldük, çalışma saatlerinin ve yaşam koşullarının düzeltilme­si için. Gücümüzden ve sesimizden korkan patronlar kendilerine, bizleri kurşunlayarak katletme özgürlüğü tanıdılar. Bu katliama “Peter’s Field İşçi Kıyımı” dendi. Bu kavgamızda, 9 yaşından küçük çocukların çalışmasının yasaklanmasını elde ettik. 1825 yılında Grev ve Sendika kurma hakkını söke söke aldık. Eylemlerimiz dalga dalga yayılıyordu. Her yerde örgüt­leniyorduk. Sınıfımızın ilk öncüleri Çartist’ler olarak tarih yazdık. 1838’de bir “Peoples C’harter” hazırladık. Bu belge­ de; erkekler için gizli genel oy hakkı ve seçme seçilme hakkı, çalışma saatlerinin düşürülmesi, bazı iş kollarında geceleri kadın ve çocuk çalıştırılmasının yasaklanması gibi talepler vardı. Bu taleplerimiz etrafında örgütlendik ve harekete geç­tik. Hükümet gece mitinglerini yasakladı. Buna rağmen hare­ketimiz her yere yayılıyor, gece ve gündüz demeden grevler, direnişler ve gösteriler yapıyorduk. 28 Mayıs 1838’de Glas­ gou’da 200 bin, Manchester’da 400 bin kişilik mitingler yaptık. Daha sonraları üç milyon imza toplayıp parlamentoya sunduk. Dilekçemiz reddedildi. Biz yılmadık. Ülke genelinde grevleri ve gösterileri yaygınlaştırdık. Kavgamız yıllarca sür­dü. Bu kavgamızın ilk meyvelerinden birini de 1847 yılında aldık. Parlamento on saatlik iş günü yasasını kabul etmek zo­runda kaldı.

Hareketimiz Avrupa kıtasının her yerine yayılıyordu. Ör­gütleniyor, savaşıyorduk. Savaşlarımızın en görkemlileri de Fransa’da oluyordu. 1831’de Lyon’daydık. Dokuma işçisi kardeşlerimiz “Saraylara Savaş, Kulübelere Barış” sloganla­rıyla sokaklara döküldü. Önceleri burjuvazinin ulusal marşı olan “Marseillaise”yi söylüyorlardı. Ancak bu sefer;

“Başlayınca bizim saltanatımız Son bulunca senin saltanatın Bu eski dünyanın kefenini

Öreceğiz işte o zaman Aç kulağını duy

Gümbür gümbür geliyor isyan” dizelerinden oluşan kendi marşımızı söylemeye başladılar.

Evet, isyan gümbür gümbür geliyordu. Fransa’nın tüm sa­nayi kentleri (başta Pads olmak üzere) işçilerin isyan ateşle­ri ile yanıyordu. Her tarafta gizli işçi dernekleri kuruldu. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Fransa’daki gibi örgütlü, güçlü ve bilinçli olmamıştı. Bu eylemler 1848 devrimiyle doruğa ulaştı. Aynı yıllarda Almanya’da ve Amerika’da yaygın işçi ayaklanmaları, grevler ve direnişler oldu. Burjuvazi ve tüm özel mülkiyet sahipleri paniğe kapılmışlardı. Çünkü bu defa gelen devrim, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek amacıyla geliyordu…

Bu gelenler burjuvazinin mezar kazıcılarıydı.

 Komünist Manifesto

Burjuvazinin mezar kazıcıları olarak, Avrupa’nın her ye­rinde kavgaya tutuştuk. Kavgamız tüm Avrupa’yı kasıp kavu­ruyordu. Müthiş bir toplumsal altüst yaşanmaktaydı. Kavga birçok şeyi olduğu gibi kafaları da karıştırıyor, değiştiriyor­du. Bilim, felsefe, sanat, edebiyat, siyaset gelişmesinin doru­ğundaydı. Kavgamızın amaçları birçok aydının kafasında şimşeklerin çakmasına neden oldu. Kendi içimizden, burjuva aydınları ile boy ölçüşebilecek aydınlar çıktı. Güçlü örgütçü­ler ve savaşçılar çıkardık bu kavgada. Örgütlerimizi Bürük­sel’de, Paris’te, Londra’da merkezileştirdik. Örgütlerimiz de­ğişik yerlerde, değişik adlar taşıyordu. İşte bu koşullarda sesiz ve mütevazı çalışmaları ile genç yaşlarına rağmen bütün düşün adamlarının ilgisini çeken Marx ve Engels yol gösteri­cimiz ve öğretmenimiz olarak bizlere katıldılar.

Bu iki büyük insan, biri orta sınıftan, diğeri burjuva sını­fından oldukları halde bizlere ilgi duyuyorlardı. Kendi sınıf­larına ihanet ederek bizim saflarımızda burjuvaziye karşı sa­vaşa girdiler. Marks ve Engels; pratikte bizlerin yazdığı tari­hi, teoride bilimsel (Tarihsel Materyalist) bir yöntemle inceliyorlardı. Bu incelemelerinde, toplumların gelişim yasalarını ortaya koydular.

O dönem, içinde bulunduğumuz toplumun iki temel sını­fa ayrıldığını belirterek, bu iki karşıt sınıf arasındaki savaşımın sonucunda, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum kurulacağını be­lirttiler.

Bu iki büyük insandan Marks Paris’te, Engels de Lond­ra’da örgütlerimiz ve önderlerimizle ilişkiye geçtiler. Onlarla sürekli tartışarak kafalarındaki olgunlaşmamış düşünceleri ol­gunlaştırıp, yanlış düşünceleri terk etmelerine yardımcı oldu­lar. Örgütlerimiz arasındaki kopukluğu giderip merkezileştir­me ve sağlamlaştırma çabasına girdiler. Yeni örgütler oluştur­dular. Bu süreçte, çeşitli örgütlerimizde, bazı önderlerimiz ta­rafından amaçlarımızı ifade eden manifestolar ve amentüler yazılmıştı. Marks ve Engels bunlar üzerine yoğun tartışmalara girdiler.

Marx ve Engels birliklerimiz içerisindeki komünist gru­bun önde gelen liderleri oldular. Hareketimiz içerisinde, kü­çük burjuva sosyalizmin ve ütopik sosyalizmin önderleri ve destekçileri de önemli bir güç oluşturmaktaydı. Ancak, geliş­tirdiğimiz güçlü devrim ortamında parçalanma değil, birleşmek zorundaydık. Bu doğrultuda ilk adımı, Brüksel komite­miz 1846’da Londra Komitemize bir çağrı yaparak attı ve uluslararası komünistler birliğinin toplanmasını önerdi. Bu arada Paris’teki örgütümüz de, artan polis baskılarından dola­yı merkezini Londra’ya taşımıştı. Yeni yönetim kurulu, birli­ğimizin şubelerine ve üyelerine, farklı düşünceleri harmanla­mak ve ortak bir amentüye ulaşmak amacıyla, Mayıs 1847’de toplanacak bir uluslararası kongre çağrısı için genelge yayınladı. Marx ve Engels, birlik üyesi (Adalet Birliği) olmadıkla­rı halde kongreye çağrıldı.

Kongre, Londra’da 2-7 Haziran tarihlerinde yapıldı. Para­sı olmadığı için Marks bu kongreye katılamamıştı. Birliğin adı “Komünist Birlik” olarak değiştirildi ve bir yayın organı çıkarılması kararı alındı. Kongre’de bir tüzük hazırlandı. Ve hazırlanan metinin başında tüm burjuvalara karşı savaş çağrı­mız olan, bütün ülkelerin işçileri birleşin! slo­ganı yer alıyordu. Bu kongrede Engels’e iman yemini taslağı yazma görevi verilmişti. Engels 25 soru ve cevabı içeren “Komünizmin İlkeleri” başlıklı bir taslak hazırladı. Bu taslağı Marks’a gönderdi. Marx, Engels’e yazdığı bir mektupta iman yemini gibi bir ilmihal yerine, yazılan taslağın daha da geliş­tirilerek “Komünist Manifesto” başlığının konulmasının daha doğru olacağını söyledi.

Komünistler Birliği’nin İkinci Kongresi de, Londra’da, 29 Kasım-8 Aralık 1847’de yapıldı. Bu kez hem Marks hem de Engels kongreye katılmıştı. Kongre on gün sürdü. Yoğun tartışmalardan sonra Marks ve Engels kendi düşüncelerini kabul ettirdiler. Ve kongre, Birliğin resmi programı olmak üzere ye­ni “iman yemini”ni yazım görevini Marks’a verdi. Ve Marks Komünist Manifesto’yu yazmaya başladı. Şubat 1848 başlarında tamamlandı. Şubat ortasında ise, Komünist Manifesto Komünistler Birliği’nin resmi programı olarak yayınlandı.

Manifestomuz; her şeyden önce, karşımızdaki örgütlü, bi­linçli ve bütünlüklü olarak hareket eden sınıfa karşı, örgütlü, bilinçli ve bütünlüklü hareket etmemizi anlatıyordu. Yani sı­nıfa karşı sınıf perspektifi. Ayrıca sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu söylüyordu. Toplumların kendi iç evrimleri sonucu komünizme varacağını, bunu da, toplumun en devrimci sınıfı olan işçilerin gerçekleştireceğini belirtiyordu. Manifestomuz; mülksüzleştirenleri mülksüzleşti­rerek, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya projesini topluma sundu.

Yeni toplum projemiz henüz hepimize ulaşmadan ve onu diğer ezilenlere anlatmadan kavgalarımız çeşitli yerlerde çe­şitli biçimlerde sürüyordu. Kavgamız kimi yerlerde çalışma koşullarının düzeltilmesi için sürerken kimi yerlerde de burjuvazi ile birlikte Cumhuriyet için sürüyordu.  Bunun için Mi­lano’da, Viyana’da, Berlin’de ve Paris’te çok büyük kavgalar verdik. Birçoğumuz canını, kanını verdi. Bu kavgalarda hala burjuva ulusal marşlarını söylüyor ve onların bayrağını taşı­yorduk. Çünkü hala, burjuvazinin özgürlük-eşitlik-kardeşlik sloganları ilgimizi çekiyordu. İşte böylesi koşullarda, daha önce aldığı iktidarı yeniden Aristokrasi’ye kaptıran Fransız burjuvazisinin pasif desteği ile 1848 Şubatında büyük ayak­lanmalar sonucu Fransız Cumhuriyeti’ni ilan ettik. Paris’in tüm duvarlarına özgürlük-eşitlik-kardeşlik sloganlarını yazdık. Bizim kavgamız sonucu iktidara oturan Fransız burjuvazisinin ilk işi bize karşı savaş ilan etmek oldu. Elimizdeki tüm silahları almaya başladı. Çünkü onun açısından kardeşlik bi­zimle çıkarları kardeş olduğu süre içerisindeydi. İşte bu ne­denle; Marx’ın şairane ifadeleri ile ifade edersek; “Proletaryanın Paris’i yanar, kanar, ölüm hırıltıları saçarken, burjuva­zinin Paris’i ışıl ışıl aydınlandığı zaman, 25 Haziran akşamı, hu kardeşlik, Paris’in bütün pencerelerinden alev alev tutuşu­yordu.” Haziran devrimine, Manifestomuzla, kendi kırmızı renkli bayrağımızla ve kendi şarkımızla başlamıştık.

Haziran 1848 devrimi o güne kadar dünyada eşine benzeri­ne rastlanmamış bir savaşımla verilmişti. Bu savaştaki kavga ölüm dirim kavgasıydı. Bu kavgada destanlar yarattık. Engels o günleri şöyle anlatıyor: “Clery barikatı üzerine, kuvvetli bir ulusal muhafız müfrezesi yandan saldırı yaptı. Barikatın sa­vunucularının birliği geri çekildi. Yalnız yedi adam ve iki kadın, iki genç ve güzel işçi kız, yerlerinde kaldı. Yedi adamdan biri, bayrak elde barikatın üzerine çıkıyor. Ötekiler ateşi harlıyorlar: Ulusal muhafız, derhal karşılık veriyor, bayrak taşı­yan düşüyor. Bunun üzerine işçi kızlardan biri, beğeni ile giyinmiş, kolları çıplak, uzun boylu güzel bir kız bayrağı kavrı­yor ve barikatın üzerinden aşıp ulusal muhafızın üzerine doğ­ru yürüyor. Ateş sürüyor ve ulusal muhafızın burjuvalar, tam onların süngülerinin yanına varmaktayken genç kızı deviriyorlar. O anda, öteki işçi kız atılıyor bayrağı yakalıyor arka­daşının başını kaldırıyor ve öldüğünü anlayınca deliye dön­müşçesine, ulusal muhafızların üzerine taşlar yağdırıyor. O da, burjuvaların mermileri altında can veriyor.”

Evet, bu ölüm dirim kavgasında çok şehitler verdik. Birçok destanlar yarattık. 40.000 kişiyle kendimizden dört kat daha üstün burjuva ordusuna karşı günlerce savaştık. Bu savaşta çok önemli tecrübeler edindik. Ve birçok yerde bu gün için de farklı şekillerde de olsa verilen barikat savaşlarının te­melini o zaman attık. O dönemdeki büyük savaşçı, sokak savaşlarımızın örgütleyicisi ve önderi Kersausie yoldaşı saygı ile anıyoruz.

Öyle bir savaş vermiştik ki her yerde konuşuluyordu. İki Alman gazetesi bu devrimimizi şöyle yazdı: “Kızıl Cumhuri­yet ile üç renkli cumhuriyet arasında, işçiler ile burjuvalar arasında kesin bir savaş.”

Tarihi kanlarımızla yazdık/yazıyoruz. İşte bu gerçekliği Marx da şöyle ifade etmektedir: “Ve ancak Haziran isyancılarının kanlarına bulandıktan sonradır ki, üç renkli bayrak, Av­rupa devriminin bayrağı, Kırmızı Bayrak olabilmiştir. Ve biz bağırıyoruz; Devrim öldü! Yaşasın Devrim.”

Haziran 1848 devrimi yenildi. Ancak biz kazandık. Çünkü ölen bizim devrimimiz değil burjuvazinin devrimiydi. Çünkü o, o günden sonra “düzen düzen” diye bağırmaya başladı ve eski hasımları ile bize karşı durmaya başladı. Biz durmadık manifestomuzla, kızıl bayrağımızla çeşitli taktik yenilgilere rağmen devrimler yapmaya devam ediyoruz.

“Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla Selamla, yüreğin sevgi dolu

Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar Eşit olmayan savaşta, Ve disiplinsizliğinde enginin yitip gitmeden, Sana liman gösterdiler uzakta.” (Beranger)

 Enternasyonel ve 8 saatlik işgünü için mücadele

Fransa’daki Haziran 1848 devriminde yenilmiştik. Ancak mücadelemiz durmadı. Avrupa’nın birçok ülkesinde Almanya, Avusturya, İtalya, Polonya ve Macaristan’da da devrim­lere giriştik. Bu devrimler sırasında burjuvazinin gerçek yü­zü ortaya çıktı. Bizim devrimlerimiz onları aristokratların ve her türden gericilerin kucağına attı. Devrimlerimizin amacı­nı ve niteliğini en güzel ve doğru biçimde büyük öğretmeni­miz Marks ortaya koydu. O şöyle diyordu: “Ama çalışma hakkının gerisinde, sermaye üzerindeki iktidar, sermaye üze­rindeki iktidarın gerisinde üretim araçlarına sahip çıkılma­sı, onların birleşik işçi sınıfına bağımlılığı, yani sermayenin ve sermaye ile ücretli emek arasındaki karşılıklı ilişkilerin olduğu gibi, ücretli emeğin ortadan kaldırılması vardır.”

1850’lerde Avrupa’daki devrim dalgası bir süre için geri­ledi. Yeniden ayağa kalkmak için yenilgilerimizden dersler çıkardık. Burjuvazinin karşısına daha güçlü çıkmak için örgütlenmelerimizi gelişirdik, güçlendirdik. Büyük öğretmen­lerimiz sayesinde yeni taktikler ve stratejiler geliştirdik.

Mücadelemiz ulusal sınırları aşmaya başladı. Bir ülkede sınıf kardeşlerimiz herhangi bir talep için harekete geçtiği zaman, diğer ülkelerdeki işçiler de harekete geçiyordu. Sını­fımızın büyük öğretmenlerinin öncülüğünde, sınıfımızın ör­gütleri Birlik ve Dayanışma için 1864 yılında Uluslararası İşçi Derneğini (I.Enternasyonal) kurduk. Enternasyonal; sermayenin ulusal ve uluslararası saldırıları karşısında sını­fımızın gücünü ortaya koymak ve her yerde işçi devrimleri örgütlemeyi amaçlıyordu.

Enternasyonalin kuruluşunu her yere duyurduk. Onun ta­limatları ile harekete geçtik. Yaralarımızı sarıp yeniden atıl­dık sınıf mücadelesinin engin denizlerine. Enternasyonal, bir ülkede grev olduğu zaman hemen bir çağrı yayınlıyor, diğer ülkelerin işçilerine destek için. Diğer ülkelerin birçoğunda da işçiler harekete geçiyordu. Şayet grevleri bozguna uğratmaya çalışanlar oldu mu onlara müdahale ediyordu.

Enternasyonal 1866’da Cenevre’de 1. Kongresini topladı. Bu kongre için hazırlanan talimatta şöyle denildi: “İlk şart iş gücünün sınırlandırılmasıdır. Bu olmadan düzeltme ve kurtuluş için diğer bütün çabalar boşuna olacaktır. İşçi sınıfına, yani her ulusun büyük kesimine entelektüel gelişme, toplumsal ilişki, toplumsal ve politik eylem fırsatı sağlamak olduğu kadar, hu sınıfın sağlığını ve bedeni enerjisini düzeltmek gereklidir. İş gücünün yasal sınırı olarak 8 saatlik çalışmayı teklif ediyoruz. Genellikle ABD işçilerinin talebi olan hu sınırlama kongrenin oylarıyla bütün dünyadaki emekçi sınıfların ortak talebi haline gelecektir.”

ABD işçilerinin 8 saatlik iş günü talepleri ve o uğurdaki mücadeleleri önceden başlamıştı. ABD’de sınıf mücadelesi 1800’leri başında başlamıştı. 1827 yılında sendikaların kurulmasıyla yoğun grevler, direnişler oldu. Amerika İç Sava­şı sırasında işçi sınıfı da önemli oranda gelişti ve güçlendi. Güçlü sendikalar kurdular. Bu sendikaların oluşturduğu Ulusal Emek Birliği (NLU) Ağustos 1866’da kongresini topladı. Bu kongrede iş gücünün 8 saat olması için yoğun tartışmalar oldu. Kongre ABD’nin her yerinde 8 saatlik iş gücü için mücadele karan aldı. Birçok yerde 8 saatlik iş günü komiteleri kuruldu. Ve o günden sonra 8 saatlik iş günü için ağırlıklı olarak Amerika’da olmak üzere, tüm ülkelerde kavgamızı yükselttik.

 Paris komünü

“Yükselt kurtuluş bayrağını, Zulmü rüzgârlara savur, Körükle devrim ocağını, Tavı gelen demire vur.”

Bize yol gösteren manifestomuz ve elimizde kızıl bayrağı­mızla, körüklüyorduk devrim ocağını her yerde.

Modern sanayinin büyümesi, yoğunlaşması ve küçük üre­timi yıkıma uğratması (mülksüzleştirenler mülksüzleştirmeye devam ediyorlardı) beraberinde tekelleşmeyi getirmişti. 1857-1867 bunalımları, kapitalist sistemin devresel bunalım­larından farklı bir karakter taşımaktaydı. Bu bunalım tüm ka­pitalist merkezleri ciddi oranda etkilemiştir, burjuvalar her zamanki gibi, sistemlerinin faturasını bizlere çıkarmaya başladı­lar. Tabiki biz bu duruma sessiz kalamazdık. Eskiye oranla daha fazla örgütlü ve bilinçli hareket etmeye başladık. Uluslararası örgütümüz Enternasyonal bize yol gösteriyordu. Amerika’da ve Avrupa’da çeşitli nedenlerle ayaktaydık. Bu dönemde hareketimizin önderliğini Parisli yoldaşlarımız ya­pıyordu.

Fransa’da 1866 yılında 37 milyon nüfus içinde 4.700.000 işçi vardı. Paris’te yaşayan 1.850.000 kişinin 442.000’i işçiy­di. Grevler, özellikle 1869-1870’te yoğunlaştı. Bu grevlerde oluşturduğumuz örgütler yaygın ve çeşitli örgütlülüklerdi. Di­renme, kredi, yardımlaşma, dayanışma dernekleri, çeşitli ko­operatifler ve sendikalar kurduk. Sendikaları federasyon olarak birleştirdik. 30 Mart 1864 günü, sendikaların yasal olarak tanımazsa da meşru olarak kabul edileceği ve hoşgörü gösterileceği resmen ilan edildi. Enternasyonal’in Fransa’da faali­yete geçmesiyle birlikte burjuvalar paniğe kapıldı. Uluslararası örgütümüz hakkında üst üste davalar açtılar. Önderlerimi­zin birçoğunu tutukladılar. Tüm bu baskı ve sindirme politikalarına rağmen, Enternasyonalimize yoğun bir şekilde üye olarak onu sahiplendik.

Fransa ile Almanya 1871 başında birbirlerine karşı savaş ilan etti. Almanya 5 Ocak 1871’de Paris’i bombaladı. Bir iki aylık savaştan sonra Fransa burjuvazisi teslim bayrağını çek­ti. Bu savaşta en önde savaşanlar işçiler ve emekçiler oldu. 26 Şubat’ta Fransa hükümeti teslimiyet belgesi olan barış anlaş­masını imzaladı. Başta işçiler olmak üzere tüm emekçiler ve yurtseverler bu ihanet anlaşmasına tepki gösterdi. Gerek hü­kümet gerekse Almanya aleyhinde çok yoğun gösteri, direniş ve grevler oldu.

Fransa hükümeti teslimiyet antlaşmasından sonra cumhuri­yetçilere ve devrimcilere yönelik yoğun baskılara girişti. Polis ve ulusal muhafız kurumlarının başlarına Bonapartçıları atadı. Bununla da yetinmeyen Thiers hükümeti ulusal muha­fızların elindeki topları aldı. Tüm bµ olaylardan sonra; ulusal muhafızlar; içinden çık­tıkları halkın yanına döndüler ve ellerindeki silahlarla işçileri ve emekçileri silahlandırdılar. Montmerte Güvenlik komite­sinden başlayan yığınsal ayaklanmalar oldu. General Lecom­te ve General Clement öldürüldü. Ulusal muhafızların Güven­lik komitesi ile Entemasyonelin Paris Federasyonu’nun oluşturduğu güvenlik komitesi tüm Paris’te ayaklanma çağrısı yaptılar. İşçiler ve emekçiler silahlanıyorlardı. Ancak kendile­rini silahsızlandıranları silahsızlandırmayı düşünemediler.

18 Mart’ta güvenlik komitelerinin merkez komitesi bele­diye sarayına yerleşti. Komün seçimi çağrı yaptı ve hazırlık­lara girişti. Ayrıca 18 Mart’ı “Cumhuriyetin kuruluşu” günü ilan etti.

26 Mart’ta komün genel konseyi seçimi yapıldı. Seçim­lerle gelen komün üyelerinin oluşturduğu hükümet yeni bir hükümet ve cumhuriyet de yeni bir cumhuriyetti. İşçilerin ve emekçilerin ilk iktidar deneyimi idi. Bu iktidar despotik değil, demokratikti. Bu ilk proleter devrimi sonucu alınmıştı. Proletarya diktatörlüğünün ilk biçimiydi. Diktatörlük silah­lanmış işçilerin ve emekçilerin diktatörlüğüydü. Komün üyeleri istenildiği zaman görevden alınabilecek ve üyelerinin işçi ücretleri karşılığı çalıştığı bir hükümet biçimiydi. Tüm yasama ve yürütme görevi komünün elindeydi.

Sınıfımızın öncüleri Paris proletaryasının bu ilk iktidar deneyimi 72 gün sürdü. Alman burjuvazisi ile anlaşan Fran­sa burjuvazisi, Mayıs ayının sonunda kitlesel bir katliam ile komünümüzü yıktı. 35 bin işçi kardeşimiz kurşuna dizildi.

Paris komünü bizlere çok şey öğretti. Koşullar henüz ol­gunlaşmadan ve ülkenin bütünündeki işçi ve köylülerle iliş­kiye girmeden giriştiğimiz hareket bize pahalıya mal oldu. Evet, bir kez daha yenilmiştik. Ama bu yenilgi, gelecek yengilerimizin habercisi oldu.

“Cellâtların döktükleri kan kendilerini boğacak,

Bu kan denizinin ufkunda, Kızıl bir güneş doğacak”

 1 Mayıs

“Vermeyin insana izin, Kanması ve susması için, Hakkını alması için, Kitleyi bilinçlendirin.”

1 Mayıs çalışma koşullarımızın ve saatlerimizin düzeltil­mesi mücadelesi ile simgeleşmiştir. O nedenle sınıfımızın bu uğurdaki mücadelesinin tarihine değinmek gerekiyor.

İngiltere’deki işçi kardeşlerimizin 1800’lerin başlarında başladıkları eylemler bu yüzyılın ortalarında dalga dalga baş­ka ülkelere yayılmıştı. Bu uğurdaki mücadelede, öncü kardeşlerimiz olan Çartistlerin bayrağı bu kez okyanus ötesinde Amerikalı işçi kardeşlerimizin elindeydi.

Önceleri İngiltere’nin sömürgesi olan Amerika’da bire bir olmazsa da, kapitalizm benzer gelişme göstermekteydi. Hatta Amerika’daki kapitalistlerin daha barbar, zalim ve soyguncu olduğu söylenebilir. Ancak, Amerika’daki işçilerin o dönem­ deki büyük çoğunluğu, Avrupa’daki mülksüzleştirilen orta sı­nıflardan olan göçmenlerden oluşmaktaydı. Bu nedenle daha bilinçliydiler.

İşte bu nedenle henüz l830’larda Bostonlu işçi kardeşlerimiz yayınladıkları bildiride şunları söylediler: “Çok uzun zamandır fiziksel ve zihinsel enerjimizi tüketen, tuhaf; acımasız, adil olmayan, zalim bir sistemle karşı karşıyayız. Günde on saatten fazla çalışmayı yasaklayan Amerikan top­lumunun üyeleri olarak bizlerin de hakları ve görevleri var.” Yayınlanan bu bildirinin yol göstericiliğinde yoğun bir örgüt­lemeye giriştik. İlk olarak İrlandalı işçi kardeşlerimiz kömür madeninde ateşlediler, patronların kafasında patlayan bomba­nın fitilini. Taleplerimiz on saatlik iş günü ve ücret artışlarıydı. Bu bombanın sesiyle uyandık ve Philadelphia’nın birçok ye­rinde işçiler olarak aynı talepler doğrultusunda greve gittik. Bü­yük çatışmalar sonucu, üç hafta sonra taleplerimiz kabul edildi. Ancak daha sonraları patronlar ekonomik krizlerini bahane ederek kan bedeli aldığımız haklan gasp ettiler. Tabi ki biz bo­yun eğmedik. Bu defa en önde kadın kardeşlerimiz vardı.

Özellikle tekstil işkolunda çalışan kadın arkadaşlarımız ilk fabrika işçileri sendikalarını kurdular. 1840’lardan sonra yo­ğun mücadelelere giriştiler.

1857 yılında Amerika’nın Newyork şehrinde büyük bir gös­teri düzenlendi. Tekstil sektöründe çalışan binlerce kadın arka­daşımız sokakları doldurmuştu. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı. “Eşit işe eşit ücret, 8 saatlik iş günü” onların görkeminden, ka­rarlılıklarından ve güzelliklerinden korkan, yaşamın ve güzelli­ğin düşmanı patronlar yoğun bir kıyıma giriştiler.

İşte bu olaydan sonradır ki, 8 saatlik iş günü mücadelemiz daha da yaygınlılaştı ve gelişti. Artık eylemlerimizin çoğu 8 sa­atlik iş günü için oluyordu. 1863 yılında yoğun örgütlenmeler­le 8 saatlik iş günü için mücadele başlattık. Üç yıl içinde tüm ABD’ye yaydık bu eylemleri. Bizim eylemlerimiz Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Büyük öğretmenimiz Marx bu eylem­lerimizi şöyle değerlendiriyordu; “Köleliğin yok olmasından sonra yeni bir yaşam belirginleşti. İç savaşın ilk meyvesi, 8 sa­atlik iş günü ajitasyonuydu, bu ajitasyon, Atlantik’ten Pasifik’ e kadar yedi başlı lokomotifle birlikte yürüyordu.”

Sekiz saatlik iş günü talebimizin önemini en güzel bir şe­kilde, Boston’da işçi kardeşimiz İra Stewerd ifade ediyordu; “Kitlelerin alışkanlık, gelenek ve düşünceleri, dünyadaki en kuvvetli gücü temsil etmektedir. Uzun çalışma saatleri, işçilere, daha fazla şeye gereksinimleri olduğunu kavramaları için çok az şans bırakmaktadır. Günde 14 saat çalışan bir işçinin daha yüksek ücret talep edecek ne düş gücü ne de enerjisi kalmakta­dır. Aşırı çalışmadan dolayı öylesine tükenmektedir ki, yalnızca yemek yemeyi ve uyumayı düşünebilmektedir. İşçilerin günlük alışkanlıkları değişir ve gelişirse, evrendeki tüm güçlere karşın ücretlerini arttıracaklardı: Sekiz saatlik çalışma, işçi sınıfına dayatılan bütün zorlukları yok etmek, yeni ve daha iyi bir top­lumsal düzen kurmanın ayrılmaz bir parçasıdır.”

1866 yılında Baltimore’de toplanan Ulusal Emek Birliği (NLU) kongresinde iş gününün sekiz saat olması için yoğun tartışmalara sahne oldu. Aynı yıl Cenevre’de toplanan I. En­ternasyonal I. kongresinde Anerika’lı işçi kardeşlerimizin se­kiz saatlik iş günü talebi dünyadaki tüm işçilerin talebi olarak kabul edildi. Ve bu uğurda mücadele kararı alındı.

Enternasyonal’in bu kararından sonra gerek 8 saatlik iş gü­nü için gerekse başka nedenlerle patronlara karşı güçlü muha­rebelere giriştik. 8 saatlik iş günü mücadelemizin merkezi ha­la Amerika’ydı.

Yıl 1866, Mayıs’ın biri ve artık biz konuşuyoruz! Enter­nasyonalimiz, Manifestomuz gibi güçlü silahlarımız var. Elle­rimizde kızıl bayrağımız. Amerika’nın sanayi kentlerindeyiz. Sokaklar bizleri bekliyor. Saatimiz çaldı! Hepimiz şunları söylüyoruz; “Korkan sermaye, emeğin, saygı duymak zorunda olduğu haklarını kavramaya başlıyor. Zenginliklerin üreti­cisi, kendi haklarına sahip çıktığı ve ileri bir uygarlığın kaza­nımlarını ve onurunu özgürce paylaşmaya hazır olduğu za­man günün kendi ellerinde olacağına dair söz veriyor.”

Evet, sendikalarımızın çağrısına uyarak uyanmıştık. Aletlerimizi bırakmış, işimizi yapmıyorduk. Fabrikaları, ima­lathaneleri ve madenleri kapatmıştık. Yılın bir günü ayaklanmıştık. Bugün 1 Mayıs’tı. Binlerce, milyonlarcaydık. Dinimiz, milliyetimiz, renklerimiz ve cinsiyetlerimiz farklıydı,  ama dilimiz aynı dildi. Proletaryanın dili! Amerika’nın tüm kentlerindeydik. En çoğumuzda Chi­ cago’da. Yüz binden fazla gösterici, elli binden fazla grevci sokak kapılarını ardına kadar açmıştı bize. Evren bizim hare­ketimiz karşısında hareketsizleşmişti. Bizim haykırışlarımız her şeyi susturmuştu. Patronlar karanlık inlerine sinmişlerdi. “Bağıran Amazonlar” olarak, gazetelerin tanımladığı, kadın yoldaşlarımız en öndeydi. Şenliğimizin coşkusundan korkan, karanlıkların yaratıkları, yarasalar, yılanlar, çıyanlar hepsi bir­ den saldırdılar şenliğimize! 3 Mayıs günü Mc Cornik herves­ter şirketine ait bir fabrikada grevde bulunan işçi kardeşleri­mizden altısını bıçaklarla, sopalarla, kurşunlarla katlettiler.

Ertesi gün acı haberi alan herkes toplandı Haymarket ala­nına. Toplantımızda yiğit önderimiz Parsons’un konuşma yap­masını istedik. Parsons yoldaşın konuşması bitip, dağılmaya başladığımızda, karanlık güçler tarafından kitlenin içine bom­ba atıldı. Ardından polis kitleyi taradı. Bu katliamda da dört yoldaşımız katledildi. Birçok yoldaşımız yaralandı.

Bu katliamların sorumlusu Amerikan burjuvazisi, katli­amlardan sendikacı yoldaşlarımızı sorumlu tuttu. Bunlar; sen­dikacılık tarihinde “Chicago’nun sekiz kurbanları” olarak ge­çen, Albert Parsons, August Speis, Michael Schwab, Sam Fi­ elden, Adolph Fischer, George Engels, Oscar Neebe, Louis Lingg’di.

Mahkeme daha başından bu sekiz yiğit insanın yok edilmesini istiyordu. Ama onlar ölüme giderken dahi yiğitliklerinden bir şey yitirmediler. Speis; “Mezardaki sessizliğimiz, hayattaki konuşmamızdan daha etkili olacaktır” dedi. Özür dilemesi halinde cezasının ömür boyu hapse çevrileceği söy­lenen Parsons şöyle cevap verdi; “Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, sosyalist olduğumdan asılacağım.”

Düzmece duruşmalardan sonra, önce idama mahkûm ol­dular. Ancak halkın tepkisini dikkate alan mahkeme Neebe, Fielden ve Schwalb’ın ölüm cezalarını hapis cezasına çevirdi­ler. Parsons, Speis, Engels ve Fischer’i idama mahkûm ettiler. Louis Lingg ise daha önce hücresinde ağzına dinamit lokumu konularak öldürüldü.

Önderlerimizi şanlarına yakışır bir şekilde uğurladık. Me­zarlarındaki sessizliklerine! Ve o gün onların arkalarından söylediğimiz “Biz… Susuyoruz, bir fişek yatağında kurşun nasıl susarsa, haykırsın sıkıysa, sükûtumuzdan hızlı gök kubbenin altında öyle bir seda varsa!” şeklindeki sözleri, bu günde sosyalizm ve devrim mücadelesinde “sessizliğe” gön­derdiğimiz tüm yoldaşlarımız için söylüyoruz.

1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı

Amerika’daki kanlı 1 Mayıs’tan sonraki her l Mayıs kan­lılarımızdan hesap sorma günü oldu. Kavgamız, öncekilerden daha şiddetli, daha güçlü ve daha gürültülü oldu. Amerikalı işçi önderlerimizin “mezardaki sessizlikleri”, “hayattaki ko­nuşmalarından” daha etkili oldu. Çünkü artık dünyanın birçok yerinde milyonlarca Speis’ler konuşuyordu.

1 Mayıs’ı unutmadık. 1 Mayıs sınıfımızın tarihine kazıl­mıştı. Amerikan Emek Federasyonu (AFL), 1888 yılında yap­tığı toplantıda 8 saatlik iş günü elde edilinceye kadar 1 Mayıs 1890’dan itibaren her yıl 1 Mayıs gününde gösteri yapılması­nı kararlaştırdı. Aynı günlerde Belçika ve Fransa’daki işçi kardeşlerimiz sendikalarının önderliğinde 8 saatlik iş günü için grevler ve gösteriler düzenlediler.

8 saatlik iş günü mücadelesi tüm ülkelerdeki mücadelemi­zin ana eksenini oluşturuyordu. Bu günlerde, dağılmış olan Enternasyonalimiz yeniden toparlanıyordu.

II. Enternasyonal ilk kuruluş kongresi 14-21 Temmuz 1889’da Paris’te toplandı. Bu kongrede, işçi sınıfının uluslarara­sı Birlik ve Dayanışma Günü olarak, 1 Mayıs günü belirlendi.

Enternasyonalimiz bu kongrede şu kararı aldı. “Tespit edi­len tarihte, bütün ülkelerde ve bütün şehirlerde aynı zamanda uluslararası büyük bir gösteri yapılacak ve gösteri aracılığıyla emekçiler, 8 saatlik iş-gününü yasal olarak kabul etmesi için resmi makamları zorlayacaklardır. Amerikan Emek Federasyo­nu 1 Mayıs 1890’da böyle bir gösteri yapılması konusunda da­ha önceden karar vermiş olduğundan aynı tarih uluslararası gösterinin yapılma tarihi olarak kabul edilmiştir.”

İşte bu talimattan sonra 1 Mayısları her ülkede işçinin emekçinin bayramı olarak kutladık. 1890 yılının 1 Mayıs’ın­da birçok ülkede grevler yaptık. Fransa’daki gösterilenimizden korkan Fransız burjuvazisi, dokuma işçilerinin yoğun ol­duğu bir kasabada işçi kardeşlerimizin üzerine kurşun yağdır­dı. 10 işçi kardeşimiz şehit oldu, 7 tanesi yaralandı.

Vurulduk! Öldürüldük! Yaralandık! İşkencelerden geçiril­dik, tutuklandık. Ama korkmadık, yılmadık, teslim olmadık. O günden sonra, daha güçlü ve örgütlü olarak hareket ettik. Sadece 8 saatlik işgünü mücadelesi için değil. Artık birçok ülkede iktidara yürüyorduk.

Kapitalizm artık can çekişen, çürüyen bir niteliğe, emper­yalist aşamaya gelmişti. Tüm dünya genelinde ciddi bir ikti­sadi kriz vardı. Emperyalist haydutlar dünya pazarlarını yeni­den paylaşmak için Dünya Savaşı çıkardılar. Tam bu sırada gerek önderlerimiz, gerekse Avrupalı işçi kardeşlerimizden bazıları bizlere ihanet etti. Kendi emperyalist burjuvalarının kuyruğuna takıldılar. Enternasyonalizmi unutup anavatan sa­vunmasına geçtiler.

Bu dönemde, “emperyalizmin en zayıf halkası”, Rusya’da, Marks ve Engels’in izinden yürüyen büyük enternasyonalist öğretmenlerimizden LENİN, manifestomuzun, enternasyonalizmin ve kızıl bayrağımızın temsilcisi olarak ortaya çıktı. Bizler de onun yol göstericiliğinde birçok yerde iktidarı alma mücadelesine giriştik. Bu süreçte önderimiz Rus proletarya­sıydı. İçinden çıkardığı Lenin yoldaşın önderliğinde 1917’de Büyük Sosyalist Ekim Devrimini gerçekleştirdik.

O günden sonra en fazla söylediğimiz marşlarımızdan biri şöyleydi:

“Anamız amele sınıfıdır, Yurdumuz bütün cihandır bizim, Hazırlandık son kanlı kavgaya, Başta bayrağımız Leninizm, Bayrağını yükselt, yükselt bayrağı yukarı, Bu güne vuralım, Yarını kuralım kaldıralım sınıfları.”

Sınıfları ortadan kaldırma mücadelemizde bugünkü suskunluğumuz kimseyi aldatmasın.

“Biz… Susuyoruz, Bir fişek yatağında nasıl susarsa.”

Biz dünkünden daha güçlüyüz. Çünkü temel tezleri bugün de geçerliliğini koruyan Komünist Manifestomuz, Paris Komünümüz (Marks), Ekim Sosyalist Devrimini gerçekleştiren Sovyetler (Lenin), Proletarya diktatörlüğü altında devrimin sürekliliğinin ifadesi olan 1966 Şanghay Komünü (Mao) gibi yol göstericilerimiz ve büyük öğretmenlerimiz var.

 1 Mayıs nedir?

1 Mayıs; doğanın kış uykusundan uyandığı, gülün raks et­meye, doğanın dans etmeye başladığı gündür.

1 Mayıs; dağların ve ormanların yeşile büründüğü, tarlala­rın ve çayırların çiçeklerle süslendiği, güneşin toprağı ısıtma­ya başladığı gündür.

1 Mayıs; işçilerin, kapitalizmin zincirini kırıp, insanlığa baharı, özgürlüğü ve sosyalizmi getirme doğrultusundaki mü­cadelelerinden bir gündür.

1 Mayıs; eğlenerek, kırlara giderek kutlanacak bir bayram günü değildir.

1 Mayıs; tüm işçilerin, emekçilerin bağlarını pekiştiren, emperyalizme, faşizme, sömürgeciliğe ve her türden gericiliğe karşı Birlik, Dayanışma ve Mücadele günüdür.

 Türkiye’de 1 Mayıs

1 Mayıs’ın işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde ortaya çıkan bir olgu olmasından dolayı, sınıfımızın dolayısı ile kapitalizmin Türkiye denilen topraklarda ortaya çıkışına kısaca değinmek gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu 1838 İn­giliz Ticaret Anlaşması ile başta İngiliz sömürgecileri olmak üzere yabancı kapitalistlerin açık pazarı haline geldi. İşte bu nedenle Osmanlı topraklarında gelişen kapitalizm yabancı kapitalizmdi. İlk dönemler modern kapitalist işletmelerde (az sayıda da olsa kurulmaktaydı) Avrupalı işçi kardeşlerimiz çalışıyordu. İşte bu nedenle çok cılız da olsa Avrupa’daki işçi kardeşlerimizin mücadelesi Osmanlı topraklılarında da yankı­sını buluyordu. Yabancı kapitalizmin geliştiği oranda işçi sa­yısında da artma başladı. Bu arada bizlerde Avrupalı işçi kar­deşlerimiz gibi çalışma koşullarının düzeltilmesi ve iş günü saatlerinin kısaltılması için mücadelelere giriştik. Çalışma sa­atleri 14 saat ile 20 saat arasında değişiyordu. Madenlerdeki çalışma koşulları ve çeşitli meslek hastalıklarından dolayı birçok arkadaşımız ölüyordu. Demiryollarında, tütün fabrikalarında, maden ocaklarında, deri fabrikalarında, fırınlarda, hava gazı, tramvay gibi hizmet işlerinde grevlere, direnişlere gittik. Taleplerimiz ücretlerin arttırılması ve iş saatlerinin azaltılması talebiydi. Bunlarla birlikte bazı siyasi taleplerimiz de oluyordu. Avrupalı işçi kardeşlerimiz 8 saatlik iş günü mü­cadelesi verirken ve birçok yerde bu hakkı almış iken biz, 1907’de İskeçe’de, 1908’de İzmir’de 14 saat’lik iş gününün 10 saate düşürülmesi için greve gittik. 1909 yılında ise 1 Ma­yıs şehirlerde kutlanırken 8 saatlik iş günü talebimizi de dile getirdik. İlk sendikamızı 1871’de İstanbul’ da Amele Perver Cemiyeti adıyla kurduk.

1909 yılında İstanbul ve başka bazı şehirlerde de kutladık 1 Mayıs’ı. 1911 yılında Selanik’teki kutlamamız çok görkem­liydi. 12.000 kişi greve gittik. Öğleden sonra da 7-8 yaşında iş­çi çocukların oluşturduğu işçi bandosunun önderliğinde yürü­yüş yaptık. Bu gösterimiz emperyalistleri ve onların uşakları­nı korkuttu. Osmanlı hükümeti 1912’de Selanik’te yapmak istediğimiz gösteriye izin vermedi. Tüm korkutma ve tehditlere rağmen yedi bin kişi işbaşı yapmayarak 1 Mayıs’ı şanına yakışır bir şekilde kutladık. Bazı yerlerde toplantı ve gösteri yapmak istedik, polis zor kullanarak toplantıları dağıttı.

1920’lere gelindiğinde de imparatorluk yıkılmış, topraklar işgal edilmişti. Alman emperyalizminin uşağı İttihat ve Te­rakkiciler 1. Dünya Savaşı’nda efendilerinin yanında yer almışlar ve ülkeyi savaşa sokarak bir felakete sürüklemişlerdi. Almanya savaşta yenilip galip devletler de Osmanlı İmpara­torluğunu kendi aralarında paylaşmışlardı. Saray’da İngiliz uşağı bir hanedan vardı. İttihat ve Terakki’nin yöneticileri ül­keden kaçmıştı. Kalanlar da onurlarını korumak için işgale karşı çıkıyorlardı.

İşte bu koşullarda Ekim Devrimi’nin yol göstericiliği ve sı­nıfımızın öncüsünün kurmaylığında Anadolu’nun birçok ye­rinde yoğun bir örgütlenme ve mücadeleye giriştik. İşgalcile­re ve onların uşaklarına karşı direnişler ve grevler yaptık. Emekçi halkımız ve köylü kardeşlerimizle birlikte Anti-em­peryalist Milli Demokratik Devrimi örgütlemeye çalışıyorduk.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini ele geçiren İttihat ve Terakki artıkları Kemalistler Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı­mızı Karadeniz’de katlettiler. Bu süreçlerde 1 Mayıs gösteri ve direnişlerimiz anti-emperyalist bir muhteva taşıyordu. 1920 1 Mayıs’ını işgal idaresi ve işbirlikçi Osmanlı hüküme­tinin yoğun baskılarına rağmen “Bağımsızlık” sloganları ve pankartları taşıyarak, Haliç’ten Karaköy’e oradan da Beyoğ­lu’na kadar yürüyüş yaparak kutladık.

 Cumhuriyetten sonra sınıf mücadelesi ve 1 Mayıs

İşgalciler kovulmuş ve çekilmişlerdi. Yeni kurulan Cum­huriyet rejimi Türk olan komprador ve toprak ağalarını temsil ediyordu. Bu durum İzmir İktisat Kongresi ile resmileşti. 1923’te İzmir’de yapılan bu kongrede İstanbul ve İzmir kompradorlarıyla Anadolu eşraf ve ağalarının ekonomik programı kabul edildi. Bu kongrede “işçi” temsilcileri, 1 Ma­yıs’ın işçi bayramı olarak kabul edilmesi ve 8 saatlik iş günü taleplerini dile getirdiler.

Yeni cumhuriyet rejimi, hizmet ettiği egemen sınıfların çı­karı doğrultusunda işçilere ve köylülere karşı, bir de Kürtlere karşı savaşa girişti. 1 Mayıs 1923 gösterilerinden önce çok sayıda işçi kardeşlerimiz tutuklandı. Tutuklananların çoğu Türkiye Sosyalist Fıkrası üyeleriydi. Bu baskılara rağmen 1 Mayıs kutlaması yaptık. Aynı 1 Mayıs günü Ankara, İzmir ve Adapazarı’nda da gösterirlerle 1 Mayıs’ı kutladık.

1924’te de 1 Mayıs öncesi yoğun baskılar ve tutuklamalar oldu. Sosyalist yayınlar toplatıldı. 1Mayıs bildirileri dağıtan işçi kardeşlerimiz tutuklandı. 1 Mayıs günü gösterilerimiz po­lis ve jandarma saldırılarıyla dağıtıldı. 1925’te de çeşitli iller­de değişik şekillerde kutladık, 1 Mayısı. Aynı yıl Şeyh Sait “İs­yanı”nın bastırılması sonucu ilan edilen Takriri Sükûn Kanunu ile sınıfımızın tüm örgütlenmeleri, grev ve toplantıları yasak­landı. Koyu bir faşizm sürecine girilmişti. “Sınıfsız, imtiyaz­sız bir ulus yaratma” adı altında uygulanan bu faşizm, farklı ulus ve milliyetten sınıf kardeşlerimiz ve emekçi halklar üze­rinde acımasız bir zulüm uyguluyordu.

Tüm bu baskı ve zulüm uygulamaları bizleri yıldırmıyor­du. Çeşitli illerde ve yerlerde iş saatlerinin azaltılması, çalış­ma koşullarının düzeltilmesi, sendika ve grev hakkı için mü­cadelemiz sürüyordu. Aynı yıllarda bir İstanbul gazetesi çalış­ma koşullarımızı şöyle anlatıyordu: “Demiryolu inşaatında çalışan Türk işçisi günde 15 saat çalışır. Dokumacılar ve tü­tün işçileri günde 14 saat çalışırlar… İstanbul’un bazı semtle­rinde lokanta, otel, kasap ve buna benzer işletmelerde işçiler günde yirmi saat çalışırlar. Fırın işçilerinin durumu daha berbattır iş günleri on sekiz saatten fazladır.”

1 Mayıs kutlamalarından da vazgeçmedik. 1928 yılında l Mayıs’ı yine kutladık. 1931 yılında bildiriler dağıttık. 1938’de Adana’da tüm baskı ve yasaklamalara rağmen l Mayıs’ ı gösterilerle kutladık. İşte bizim bu ve daha birçok mücadelemiz sonucu egemenler, Birlik, Dayanışma ve Mücadele gü­nümüzü 1935 yılında çıkardıkları bir yasa ile “Bahar Bayramı” ilan ettiler. 1936 yılında 3008 sayılı iş kanunu çıkarıldı. Bu ka­nunla normal çalışma saati haftada 48 saat olarak belirlendi. Ancak yasada patronlara açık kapı bırakılmış ve fazla çalışma zorunluluk haline getirilmişti. Buna rağmen yasada lehimize olan maddeler uzun yıllar uygulanmadı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 1950 yılında hazırladığı raporda “Türkiye’de normal iş günü genellikle 10-11 saattir” diyordu. O dönemler­deki çalışma koşullarımızın en özlü ifadesini, kendisi dönemin en büyük patronlarından olan birinin ağzından aktaralım; “…loncaların kalkmasına rağmen, şimdi lonca devrinden bü­yük istismar yapılmakta ve birçok yerlerde amele aynı şartlar altında çalıştırılmaktadır. Ameleye ait hiçbir şey yapamıyoruz hiçbir tedbirimiz yoktur. İçtimai muavenet ve yardım namına, hayat ve kaza sigortası namına istismarları önlemek namına yaptığımız hiçbir şey yoktur.” (A. Hamdi BAŞAR)

Evet, “Ortaçağ” koşullarında çalışıyorduk. Aslında bu ko­şullar, II. Dünya Savaşı Hitler faşist rejiminin Türkiye’deki yansıması, koyu faşizm koşullarıydı. Faşizm emeğe düşman, insana düşmandı. Bunun açık örneği 1936 yılında çıkarılan iş kanunu hakkında CHP genel sekreteri Recep Peker’in şu söz­leridir: “İş kanunu bir rejim kanunu olacaktır. Bu kanunla Türkiye’de iş hayatı, yeni rejimimizin istediği ahenk ve çalış­ma yoluna girecektir… Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğ­masına ve yaşamasına imkân verici hata yollarını ortadan si­lip süpürecektir.”

Silinip süpürülmedik. Silip süpürmek isteyenleri, silip sü­pürmeye devam ettik. Hitler faşizmi ve onun destekçileri, dünya proletaryasının öncüsü Sovyet proletaryası ve büyük önder Stalin yoldaş tarafından yenilgiye uğratılmıştı.

Doğu Avrupa’da ve Asya’da proletaryanın önderliğinde Demokratik Halk Devrimleri olmuştu. En önemlisi de dünya nüfusunun üçte birini oluşturan Çin’deki devrimdi. Başkan Mao önderliğindeki Çin proletaryası ve köylüleri “Üç büyük dağ” diye ifade edilen; emperyalizmi, komprador kapitalizmi ve feodalizmi yenmişti.

İşte bu koşullarda emperyalistler kendilerine bağımlı ülke­lerde yeniden bir düzenlemeye giriştiler. Buna paralel olarak Türkiye’deki egemenler de, devletlerine yeni bir biçim ver­mek istediler. Biz işçiler ve emekçiler dünya proletaryası ve ezilen halklarının devrimlerinin coşkusu ile daha coşkulu, daha güçlü ve daha örgütlü olarak devam ettirdik süpürmek isteyenleri süpürme işimize. 1946’da “Cemiyetler Kanunu” değiştirildikten sonra yoğun bir sendikalaşma mücadelesine giriştik. Ancak kısa bir süre sonra patronların denetiminde kurulan Türkiye İşçi Derneği (daha sonra TÜRK-İŞ adını aldı) dışındaki tüm örgütlerimizi kapattılar.

Emperyalizme bağımlı kapitalizmde önemli gelişmeler gö­rülmekteydi. Şehirlere büyük oranda göçler olmuştu. Emper­yalistler ve onların uşağı egemenler sistemlerine yeni bir biçim vermek amacıyla 1960’ta bir darbe yaptılar. Kendi içle­rindeki dalaş bu kez kısmen bizim işimize yaradı. Çıkardıkla­rı anayasada kısmi demokratik haklar vardı. Bu hakları daha da genişletme mücadelesine giriştik. Devrimci İşçi Sendikala­rımızı kurduk. Sendikalar toplu iş sözleşmesi ve grev kanun­larının çıkarılması için özellikle İstanbul’daki Kavel fabrika­sı işçileri olarak büyük mücadeleler verdik. Sonunda 274 ve 275 sayılı yasa çıkarıldı. 1963 yılının 24 Temmuz’unda çıkan bu yasa, bizim lehimize bazı düzenlemeler getirse de esas ola­rak patronların çıkarlarına hizmet ediyordu. Onlara lokavt ilan etme hakkı tanıyor ve greve gitmemizi zorlaştırıyordu. Biz, bizim çıkarları­mızı belirli oranda savunan sendikamız (DİSK) ve partimiz (Türkiye İşçi Partisi) öncülüğünde 1 Mayıs’ın yasallaşması mücadelesine devam ettik ve her 1 Mayıs’ı çeşitli biçimlerde kutlamaya devam etmekten geri durmadık. DİSK, 1 Mayıs’ı 1968’de bildiri ve çeşitli toplantılarla kutladı.

1960’larda başlayıp 70’lerin başına kadarki yaklaşık 10 yıllık süreç çok hareketli bir süreçtir. Bu süreç, toplumdaki ezilen tüm sınıf ve katmanların olduğu gibi ezilen-sömürülen ulusun da demokratik taleplerini çeşitli biçimlerde dile getir­diği bir süreçtir. Bu süreçte sınıfımız en öndeydi. Hem müca­delesi hem de örgütlenmesiyle diğer ezilen kesimlere örnek teşkil ediyordu. Bu dönemdeki mücadelemiz sadece çalışma koşullarımızın düzeltilmesi, toplu sözleşme, grev ve sendika hakkı için değildi. Aynı zamanda siyasal içerikliydi de. Özel­likle ABD emperyalizmine karşı çok çeşitli eylemliliklerle mücadele ediyorduk. En çok kullandığımız sloganlardan biri, “Yanke go home” ABD emperyalizmi evine dön sloganıydı.

Eylemlerimiz yoğunlaşınca emperyalistler ve onların sivil ve resmi uşakları bizlere karşı saldırılarını yoğunlaştırdılar. Eylemlerimiz esnasında birçok işçi, köylü ve öğrenci arkada­şımız öldürüldü, birçoğu yaralandı ve bazıları tutuklandı. On­ların saldırıları artınca bizim de mücadele yöntemlerimiz de­ğişiyordu. Onların silahlı saldırılarına karşı silahlanmak gere­kiyordu. Yani silahlanma faaliyeti başlıyordu. İşte bu koşullarda işçi sendikası ve işçi partisi olarak hare­ket eden kurumlar hareketin bu niteliğinden ürkmeye başladı­lar. Ve işçi-köylü devrimine dönüşme eğilimindeki hareketi engellemeye çalıştılar. Hareketimiz 15-16 Haziran eylemi ile doruğa çıktı. 274 ve 275 sayılı sendikalar ve toplu iş sözleş­meleri ve grev hakkını içeren yasada bizim aleyhimize deği­şiklik yapılmaya çalışıldı. İşte o zaman sınıfımızın gücünü gösterdik. Bu mücadelede şehit verdiğimiz yoldaşları saygıy­la anarken sözde sendika önderlerimizin bizi engelleme giri­şimini kınadığımızı belirtmek istiyoruz. İki üç günlük savaşı­mız sonucu aleyhimizdeki yasa parlamentodan geri çekildi.

“Toplumsal gelişme, iktisadi gelişmenin önüne geçmişti.” (dönemin genelkurmay başkanı Memduh Tahmaç) İşte bu ne­denle egemenler bu gelişmeyi durdurmak amacıyla darbe yaptılar. Bu süreç gerçek anlamda devrimci ve komünist ör­gütlerin ortaya çıktığı süreç olmuştur. Bu süreçteki devrimci önderlerden Deniz, emperyalizme ve faşizme ‘başkaldırının; Mahir, savaşmanın; İbrahim ise hem başkaldırının hem savaş­manın en önemlisi de işkencede direnişin, ser verip sır verme­menin simgesi olmuştur. Ve hepsinden önemlisi Mayıs’ın ön gününde, 24 Nisan’da, İbrahim Kaypakkaya önderliğinde; “Biz biz, İşçinin köylünün yiğit sesiyiz, Namluya sürülmüş halk mermisiyiz” diyen komünistlerin gerçek anlamda proletarya partisini kurmaları olmuştur.

Evet, Türkiye’de 15-16 Haziran; Dünya’da, Çin ‘deki Bü­yük proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olarak ortaya çıkan proletarya partisinin kurucu önderi, şu sözleri söylüyordu: “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor, Belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak.”

Evet, suyumuzu almış, “çelik adımlarla yürüyorduk”  12 Mart’ın karanlığında. Çünkü “bu karanlık yolun sonunda do­ğacak güneşi görüyor”duk. 12 Mart Askeri faşizmi o dönemin yiğit önderleri; Denizleri, İbrahimleri, Mahirleri katletti. Birçok işçi arkadaşımız ve genç öğrenci ve emekçi ya şehirde ya kırda katledildi, ya da tutuklandı. Binlercesi işkencelerden ge­çirildi. Ama biz yılmadık. Onlar olmadı-yoktu ama biz vardık ve kavgamızı sürdürüyorduk. 1976’da 1 Mayıs’ta Taksim’de yüz binlerceydik. Sömürgeci zalimlere, patronlara ve ağalara bir kez daha gösterdik gücümüzü. Sadece 1 Mayıslarda değil, birçok yerde ve birçok şey için ve hepsinden önemlisi “Fa­şizme ölüm. Tek yol devrim” demeye başladık.

1977, günlerden 1 Mayıs; “Şişli meydanında üç kız Biri Çiğdem biri Nergiz”

Tüm doğa susmuş bizi dinliyor “Beş yüz bin emekçi vardı Taksim meydanına girdi

Böyle gün İstanbul gördü”

Evet, İstanbul böyle bir güngörmüştü. Dilimizde enternasyonal marşımız, ellerimizde kızıl bayraklarımız; “Kavgayı düğün Ölümü gelin Belledik, Devrim yolunda”

Haykırışlarımız, sloganlarımız, halaylarımız ve de gücü­müz ürkütmüş, korkutmuştu asalakları, kan emicileri. CIA ve kontrgerilla marifeti ile kana buladılar şenliğimizi. 36 can al dılar orada. Yüzlerce yaralı. Alan dışında da yiğit yoldaşımız Mehmet KOCADAĞ katledildi. 1 Mayıs’ta kanlı katiller bu katliamla susacağımızı sandılar. Oysa hemen ertesi günü birçok ilde-ilçede, fabrikalarda, okullarda ve sokaklarda lanetle­dik katillerin katliamını. Yoldaşlarımızı şanlarına yakışır bir şekilde uğurladık “mezardaki sessizliklerine.”

Sınıfımızın mücadelesi durmadı. Gerek 1 Mayıslarda ge­rekse diğer günlerde. Her gün bir Mayıs oldu. Dağlarda, ova­larda. Çok güçlü bir anti-faşist halk hareketine dönüştü sınıf hareketimiz: Hareketimiz tüm emekçi kesimlerinin önemli bir bölümünü içine aldı. Hareketimiz barışçıl gösterilerden silah­lı çatışmalara, başkaldırılara bürünmüştü. Bu arada diğer emekçi kesimlerden hareketimize yanlış eğilimler taşındı. Ve kitle hareketinde bir durgunluk ve gerileme başladı. Devrim­ci gruplar kendi aralarında problemler yaşamaya başladılar. Hareketi birleştirip devrimci ortamı devrime dönüştürmede yetersiz kaldılar. İşte böylesi bir dönemde, önce sınıf hareke­tinin yönünü saptırmak, kitleler nezdindeki prestijini düşür­mek için çeşitli oyunlara (Alevi-Sünni çatışması) başvuran egemenler 12 Eylül Askeri Cunta yönetimi ile karşı-devrim gerçekleştirdiler. 12 Eylül karşı devrimi sınıf hareketimize ve emekçi halk hareketine yoğun saldırılara girişti. Şehirlerde kırlarda yoğun sürek avları başladı. İnsanlar, sadece devrimci oldukları veya muhalif oldukları için değil, alevi oldukları ve Kürt oldukları içinde baskı ve zulme maruz kalıyorlardı. İn­sanlar sokaklarda kurşunlanıp, darağaçlarında idam edilirken cezaevlerinde zulüm kol geziyordu. Bu dönem karanlık ve sessiz bir dönem oldu. İhanet ve teslimiyet kol geziyordu. Tüm örgütlenmelerimiz dağıtıldı. Ancak cılız da olsa direniş­ler devam etti. Sessizlik sürgit devam edemez, sömürücü zalimler ömür­ boyu sırtımızda boza pişiremezler. Zalimlerin zulmü yanları­na kar kalamazdı. Özellikle 1987’den sonra yeniden toparlan­maya çalıştık. Sınıf hareketimiz henüz kıpırdanmaya başladığı dönemde ulusal özgürlük hareketi devrimci bir çıkış yaptı. Artık birçok yerde grevler, direnişler, toplantılar ve gösteriler yapıyorduk. 1990’lara yaklaşırken, zincirlerinden başka kay­bedecek hiç bir şeyi olmayan ama kazanacağımız koskoca bir dünya olan bizler, yeniden harekete geçtik. “Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların”, “İşçinin emekçinin” bayramını kutlamak için 1989 yılında binlerce işçi, emekçi ve öğrenci 1 Mayıs’ı kutlamak için sokaklara döküldük. Bizlere engel ol­maya çalışan polislerin silahlarına karşı taşlarla karşılık ver­dik. Bu çarpışmada Mehmet Akif Dalcı isminde 18 yaşındaki devrimci bir emekçi olan kardeşimizi şehit verdik. Bunu 1 Mayıs 1990 izledi. 1990 1 Mayıs’ını o günkü kavgaya katılan bir partizan şöyle anlatıyordu; “Bugün, işçi sınıfının egemen sömürücü sınıflarla açık açık sokaklarda, meydanlarda he­saplaşacağı tarihi bir gündür. Bütün baskı, tehdit ve gözdağı­na rağmen, işçiler, emekçiler, aydınlar kısaca emekten yana olan herkes 1 Mayıs’ı kutlamak için 1 Mayıs alanına doğru yavaş yavaş küçük gruplar halinde ilerliyorlardı. Yürüyenlerin gözbebeklerinde kavganın, umudun pırıltıları vardı.”

Evet, gözbebeklerimizde kavgamızın umut pırıltıları, ön­cülerimiz Partizanlarla birlikte yürüyorduk 1 Mayıs alanına. 77’de kanlarıyla alanı sulayan işçi kardeşlerimizin anısına sa­hip çıkmak amacıyla ilerliyorduk Taksim meydanına. Gençle­rimiz en öne fırlıyorlar, hepimiz birden sloganlarımızı. “Yaşa­sın 1 Mayıs”, “Biji Yek Gulan” atıyoruz. Harbiye’den Tak­sim’e doğru yürüyorduk. Tam bu sırada polisler saldırdı. Onların silahlarına karşı taşlarla karşılık vermeye başladık. Bu direnişimiz, isyandı, öfkeydi, ezilen halkların mücadele biçimlerinin  -intifada, serhildan- yansımasıydı.

Bu çatışmada birçok arkadaşımız yaralandı. Polislerden de yaralanan oldu. Çatışma esnasında Gülay BECEREN arkada­şımız kurşunla yaralandı. Daha sonra aldığı kurşun yarasın­dan dolayı felç oldu. Bu arkadaşımızı da tüm 1 Mayıs şehitle­rini ve gazilerini andığımız gibi saygı ile anıyoruz.

Kavgamız sürüyor, devam ediyor. Daha sonraki yıllarda daha yaygın ve daha güçlü eylemlerle kutladık 1 Mayısları. 96 1 Mayıs’ında Kadıköy’deydik. Binlerceydik. Yine her za­man olduğu gibi dilimizde 1 Mayıs ve enternasyonal marşla­ ellerimizde kızıl bayraklar vardı. Bu kez de karanlık güçler 77 gibi bir katliam yapmak istediler. İşçilere ve emekçilere kurşun yağdırdılar. Bu saldırıda Dursun ODABAŞ, Hasan ALBAYRAK, Levent ALBAYRAK isimli devrimci, yoldaş, emekçi insanlar katledildi.

Katliamlar, baskılar bizleri yıldırmadı, yıldıramayacak. Sı­nıf kavgamız alçalarak, yükselerek devam etti-devam edecek. Şairin dediği gibi;

“Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”

Kavga sürecek…

 

Yaşasın 1 Mayıs!*

Yoldaşlar!

Bütün ülkelerin işçileri, bu günü 1 Mayıs gününü her yıl kutlamayı daha geçen yüzyılda kararlaştırdılar. 1889’da bütün ülkelerin sosyalistlerinin Paris Kongresinde, işçilerin tam da 1 Mayıs’ta doğanın kış uykusundan uyandığı, ormanların ve dağların yeşille örtündüğü, tarlaların ve çayırların çiçeklerle süslendiği, güneşin daha güçlü ısıtamaya başladığı, havada yenilenmenin sevinci hissedildiği ve doğanın kendini dansa verdiği bu gün, işçilerin insanlığa baharı ve kapitalizmin zin­cirlerinden kurtuluşu getirdiğini, işçilerin dünyayı özgürlük ve sosyalizm temelinde değiştirmekle yükümlü olduğunu yüksek sesle ve açıkça dünyaya bildirme kararı aldıkları gün oldu.

Her sınıfın sevdiği öz bayramları vardır. Asiller kendi bay­ramlarını yürürlüğe koyuyor ve bu günlerde köylüleri yağma etme “haklarını” ilan ediyorlardı. Burjuvalar kendi bayramlarına sahipler ve bu günlerde işçileri sömürme “haklarını” ak­lıyorlar. Papazların da kendi bayramları var ve bu günlerde, çalışanların sefalet içinde çürüdükleri, fakat asalakların lüks içinde sefahate daldığı mevcut durumu övüyorlar.

İşçilerin de kendi bayramları olmalıdır ve onlar bu günde şunu ilan etmelidir: Genel iş, genel özgürlük, bütün insanla­rın genel eşitliği. Bu bayram 1 Mayıs bayramıdır.

İşçiler daha 1889’da böyle karar aldılar.

O zamandan bu yana proleter sosyalizmin savaş sloganları 1 Mayıs günündeki toplantı ve gösterilerde gittikçe daha güçlü ses veriyor. İşçi hareketi okyanusu genişleyerek kabarıyor ve Avrupa ve Amerika’dan Asya, Afrika, Avustralya’ya kadar ye­ni ülkeleri ve devletleri kapsıyor. Bir zamanlar güçsüz olan iş­ çilerin enternasyonal birliği, birkaç on yıl içinde, muntazam kongreler düzenleyen ve dünyanın her köşe ve bucağından milyonlarca işçiyi birleştiren muazzam bir enternasyonal kardeşliğe ulaştı. Proleter öfke denizi yüksek dalgalarla kabarı­yor ve kapitalizmin sallanan kalelerine gittikçe daha tehdit edici biçimde saldırıyor. Kısa zaman önce İngiltere, Almanya, Belçika, Amerika’da meydana gelen, bütün dünyanın sömürü­cülerine ve krallarına korku ve endişe veren kömür işçilerinin büyük grevi, sosyalist devrimin pek uzak olmadığına dair açık bir işarettir…

“Altın danaya saygımız yok!” Burjuvaların ve zalimlerin egemenliğine ihtiyacımız yok! Sefalet ve kan dökme kor­kunçluğuyla kapitalizme lanet ve ölüm! Yaşasın emeğin egemenliği, yaşasın sosyalizm!

Bütün ülkelerin sınıf bilinçli işçilerinin bu gün ilan ettikleri budur.

Zaferlerinden emin, sakin ve güçlü olarak adanmış ülke yolunda aydınlık sosyalizm yolunda gururla ilerliyorlar ve adım adım Karl Marks’ın büyük çağrısını gerçekleştiriyorlar: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”

 *RSDİP Merkez Komitesi adına Stalin’in Nisan 1912’de kaleme aldığı bildiridir (J.V STALİN Seçme Eserler Cilt 2, İnter Yayınları, sf.” 192-193)

 

Önceki İçerikDHF İstanbul; 1 Mayıs’ta Bakırköy’deyiz!
Sonraki İçerikSÖH’ ten 1 Mayıs açıklaması!