Özgürlüğün Kokusu

Komutanın ilk nöbeti kim tutacak sorusuna kendisinin de beklemediği bir çeviklikle ben diyerek atılmış, dürbününü kapıp nöbet yerine doğru yola koyulmuştu bile. Giderken, yanan ateşin başında fısıltı halinde konuşan yoldaşlarının sesi belli belirsiz geliyordu kulağına. Tuhaf bir gülümseme gelip yerleşti yüzüne. Son iki gündür aynı noktada kalıyorlardı. Burayı çok sevmişti, hem su sorunu yoktu, hem sıkı ve korunaklı bir ormanlıktı. Nöbet yerine varıp, bodur ağacın sağlam bir dalına çıkınca, muazzam bir manzara ile karşılaştı. Bütün ova ayaklarının dibinde uzanıyordu. Böyle bir yeşilliği daha önce hiç görmemişti hayatında. Nefesi kesilecek gibi oldu. Sabahın bütün güzelliğini göğsüne doldurarak kafasını hafiften kaldırıp gökyüzüne baktı sonra. Güneşin doğuşu tam karşısında, büyüleyici bir ayin olarak kendisine özel bir gösteri sunuyordu sanki. Yıllardır tanık olduğu bir olayın neden kendisine şimdi böylesine büyüleyici geldiğine anlam veremiyordu. Vücudunda tuhaf bir ürperme hissetti. Gece boyunca kendisini esir alan karanlık bir anda paramparça olmuştu. Birden dudaklarından, gayri ihtiyarı “işte özgürlük” diye bir cümle çıktı. Yemyeşil ovaya, sonra giderek mavileşen gökyüzüne baktı yeniden. Avazı çıktığı kadar bağırdı kendi içine. Özgürlüğün coşkulu ezgisi esir almıştı bütün hücrelerini. Geceye galiz bir küfür savurdu, yok artık senden korkum. Ölüm eğilip diz çökmeli önümde diye düşündü

HABER MERKEZİ (17.09.2016)-Sanki dünyadaki tüm sivrisinekler bu ormanda toplanmıştı. Bütün vücudunu, ince şalıyla örtmesine rağmen, sivrisineklerin saldırısından bir türlü korunamıyordu. Hele birde kulağının dibinde durmadan vızıldamaları adeta çileden çıkartıyordu insanı. Bir çatışmada ya da pusuda falan değilde sivrisineklerin varlığından dolayı kafayı yiyip ölebileceğini düşündü bir an, hafif bir gülümseme yerleşti yüzüne anında, sanki kendi gülüşünü görüyordu. Yanı başında dağınık ama belirli bir sisteme göre yatan yoldaşlarını düşündü. Alışık olmalılar bu duruma, sivrisineklerin varlığı hiç rahatsız etmiyor onları galiba. Yoksa yeni olduğum için bütün sivrisinekler bilinçli olarak mı beni seçtiler diye geçirdi kafasından. Hem toprak üzerinde yatmanın verdiği rahatsızlık, hem sivrisineklerin varlığı ama en önemlisi de her an baskın olup, büyük bir çatışmanın ortasında kalacakmış düşüncesi bir türlü uyutmuyordu onu. Burdaki günleri böyle geçerse, uykusuzluktan kafayı yiyip, intihar edeceğini düşündü yeniden. Sonra insanın en zor koşullara dahi nasıl uyum sağladığını, ayakta kaldığını düşündü. Okuduğu romanlardaki en onulmaz işkenceler karşısında tereddütsüzce direnenler geldi aklına. İçinde bulunduğu koşullardan bunca şikayet ettiği için utandı, kızdı kendisine. Ne yaparsa yapsın iki zıt düşüncenin arasında kalmaktan kurtaramıyordu kendini. Aldığı kararın doğru olduğunu düşünüyordu. Ama kendisini ölüm korkusunun gerçekliğinden saklayamıyordu bir yandan. Evet, ölmek istemiyordu. Durumunu hiç yüzme bilmeyen ama kendisini batan bir geminin içinde bulan birine benzetti. Gemi batıyordu ve boğulmak en yüksek ihtimaldi ama mücadele etmesi gerektiğini, çabalarsa kurtulabileceğinide hayal ediyordu. Tam uymasa da durumunun buna yakın olduğunu düşünüyordu. Yıllardır hayalini kurduğu alanlardaydı şimdi ama bu zirvelere varmak aynı zamanda ölüme daha yakın olmakla eş anlamlıydı. Geri dönmeyi, şehirlere gitmeyi gururuna yediremiyordu. Şehir kelimesi bir anlıkta olsa aklından geçince geride bıraktıklarını düşünmeye başladı. Rahat bir ev, her an akan sıcak su, çeşit çeşit yemekler, çılgınca şeviştiği geceler, arkadaşlar, dostlar, gezmeler, konserler, sinemalar…ne çok şeyi feda ettiğini düşündü. Şimdiden birçoğunu özlemişti şehir yaşantısından geride bıraktıklarını. Burada günlerin nasıl geçeceği sorusu geldi aklına birden. Hele ki eski yoldaşların uzun uzun anlattıkları barınak döneminin nasıl geçeceği kocaman bir soru işareti olarak gelip asılı kaldı zihninde. Gerçi hapishane deneyimi olduğu için barınak sürecini rahat geçireceğini düşünüyordu ilk başlarda ama şimdi soru işaretleri çoğalıyordu. Düşman operasyonları, dondurucu soğuk, onlarca kişiyle küçücük bir alanda aylarca beraber yaşamak…Oysa yalnızlığı seven biriydi. Birden kulağına bir çıtırtı sesi geldi. Korkuyla irkildi. Kafasını şalının altından çıkartarak dikkatle sesin geldiği yöne baktı, bu zifiri karanlıkta bir şey göremiyordu ama sesi yeniden duyarım umuduyla dakikalarca öylece kaldı. İki eliyle silahının kabzasını sıkı sıkıya kavramış, olası bir durumda ateş edebilecek pozisyonda bekliyordu. Ya ani bir baskın yersek, herkes uyuyor, kesin ölürüz hepimiz diye düşündü. Olası bir baskında nasıl hareket edeceğini hesapladı hızlıca. Kaçış yerlerini, çatışma esnasında nasıl davranması gerektiğini, birkaç gün önce verilen eğitimi hatırlayarak düzenlemeye çalıştı kafasında. Acaba komutanı uyandırsa mıydı. Kaldıkları alan her ne kadar ormanda güvenli bir yer olsa da neden nöbetçi bırakmadıklarına sinirlendi. Kaç gündür benzer sesleri duyuyordu gerçi. Bu kez sabah olduğunda yoldaşlardan birine kesin soracağım. Böylesine bir soruyla dalga geçerler endişesiyle kaç gündür içindeki bu korkuyu anlatamıyordu kimseye. Duyduğu sesin bir hayvandan gelme ihtimalini düşünerek, kafasını yeniden şalın içine sokup, uyumaya çalıştı. Yattığı yer oldukça rahatsız ediyordu vücudunu. Toprak üzerinde düzenli bir şekilde önce sağ tarafı üzerine yatıyor, sağ tarafı ağrımaya başlayınca sol tarafına dönüyor, burası ağrıyıncada sırt üstü yatıyordu. Saatlerce aynı ritmi bozmadan dönüp durdu vücudu üzerinde. Acaba diğerleri de ilk zamanlarda benim yaşadıklarımı yaşamışlar mıdır? İlk fırsatta bir sohbet esnasında konuyu çaktırmadan buraya getirip, öğrenecekti bu sorunun yanıtını. Korku ve cesaret ikileminde gidip geliyordu zihni. Sanki iyi ve kötük melek tarafından esir alınmış inançlı bir zihni andırıyordu durumu. Bir an ölümün soğukluğuyla ürperiyordu bütün bedeni, hemen ardından ise kendini karakol baskınlarında en önde büyük bir savaşçı olarak hayal ediyordu. Galiba ikisi de benim diye düşündü. Zıtların birliği meselesinin insan zihnindeki yansıması bu mudur acaba diye sorguladı. İyi ve kötü yönlerini hesaplamaya başladı. Herkesçe bilinen ve bir de sadece kendisinin bildiği haliyle iki kişiliğe sahipti aslında. Bütün insanların az ya da çok, görünen ve görünmeyen yönleriyle hep çift karakterli olduğunu düşünürdü. Bu düşüncesinin en büyük ispatı da bizzat kendisiydi. Diğer bütün insanların da mutlaka benzer bir durumda olduğunu düşünüyordu. Belki de bu düşünceyle kendisinde var olan kötülükleri meşrulaştırmaya çalışıyordu. Kendisi dahi düşünürken utandığı, kızdığı bazı yönleri vardı. Gerçi birçok insanda benzer çelişkilere sıkça tanık olmuştu. Aslında en doğrusunun da bu olduğunu düşünüyordu, aksi halde yaşamın hiçbir anlamı kalmazdı.

İşte aynı ses. Bu kez daha güçlü geliyor. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Elini usulca silahına götürdü, kabzayı sımsıkı kavradı. Ses bu kez çok daha yakından gelmişti. Kafasını şalın altından çıkartmaya korkuyordu. Hareketsizce, nefes alıp almadığı dahi belli olmayacak bir şekilde, öylece donup kalmıştı. Zihninde anında iki düşünce belirdi; ya baskın yiyorlardı ya da bir ayı konaklama yerini ziyarete gelmişti. Şimdi kafasındaki asıl soru ise; gelen bir ayıysa ne yapacağıydı. Böylesine büyük bir savaşın orta yerinde konumlanmışken aç bir ayı tarafından öldürülmek istenmiyordu. Elinde tuttuğu kleşin ayıyı öldürüp, öldüremeyeceğini merak etti. Seriye alırsa kurtuluşu yoktu ayının. Ama ilk kurşununu bir ayıya sıkmakta ayrı bir dertti. Ne saçma şeyler kurduğunu düşündüğü sırada, duyduğu ses aniden kesildi. Bir an tüm bu sesleri kafasının içinde kendisinin uydurduğuna dair bir şüphe belirdi. Ağrıyan sağ tarafını biraz dinlendirmek için soluna döndü. Birbiriyle alakasız birçok konu içinde dolaşıp durdu. Sivrisineklere sövdü, sağına döndü, sese irkildi, hain bir pusunun ortasında kahramanca çatıştı, yerdeki yaprakların hışırtısından korktu… “Yoldaş kalk hadi, yoldaş, yoldaş, kalk hadi” sesiyle hafiten gözünü araladı, başında hafiften eğilip güleç bir yüzle kendisine bakan yoldaşına aynı yoğunlukta bir gülümsemeyle karşılık verip, hafiften doğruldu yattığı yerden. Gün miskin bir canlının ağır hareketlerini andırırcasına yavaşça aydınlanıyordu. Uykusuzluk ve stresin bütün ağırlığı sanki vücuduna bir karabasan gibi çökmüş, kalkmasını zorlaştırıyordu. Kollarını iki yana açıp, esneyerek gerindi. Yavaş yavaş kalkıp, üstüne örttüğü şalını silkeleyip katladı, yanıbaşındaki çantasına koydu. Kleşini alarak, sabah ateşinin etrafında ısınıp, kısık sesle sohbet eden yoldaşlarının yanına gitti. Hafif bir baş işaretiyle hepsine selam verip, ellerini yanan ateşe yaklaştırarak ısınmaya çalıştı. Yazın ortasında böylesine bir soğuğa anlam veremiyordu bir türlü. Kafasını kaldırmadan gizlice ateş başına toplanmış yoldaşlarının yüzünü izlemeye koyuldu. Anlam veremediği bir güven kaplamıştı bütün vücudunu. Komutanın ilk nöbeti kim tutacak sorusuna kendisinin de beklemediği bir çeviklikle ben diyerek atılmış, dürbününü kapıp nöbet yerine doğru yola koyulmuştu bile. Giderken, yanan ateşin başında fısıltı halinde konuşan yoldaşlarının sesi belli belirsiz geliyordu kulağına. Tuhaf bir gülümseme gelip yerleşti yüzüne. Son iki gündür aynı noktada kalıyorlardı. Burayı çok sevmişti, hem su sorunu yoktu, hem sıkı ve korunaklı bir ormanlıktı. Nöbet yerine varıp, bodur ağacın sağlam bir dalına çıkınca, muazzam bir manzara ile karşılaştı. Bütün ova ayaklarının dibinde uzanıyordu. Böyle bir yeşilliği daha önce hiç görmemişti hayatında. Nefesi kesilecek gibi oldu. Sabahın bütün güzelliğini göğsüne doldurarak kafasını hafiften kaldırıp gökyüzüne baktı sonra. Güneşin doğuşu tam karşısında, büyüleyici bir ayin olarak kendisine özel bir gösteri sunuyordu sanki. Yıllardır tanık olduğu bir olayın neden kendisine şimdi böylesine büyüleyici geldiğine anlam veremiyordu. Vücudunda tuhaf bir ürperme hissetti. Gece boyunca kendisini esir alan karanlık bir anda paramparça olmuştu. Birden dudaklarından, gayri ihtiyarı “işte özgürlük” diye bir cümle çıktı. Yemyeşil ovaya, sonra giderek mavileşen gökyüzüne baktı yeniden. Avazı çıktığı kadar bağırdı kendi içine. Özgürlüğün coşkulu ezgisi esir almıştı bütün hücrelerini. Geceye galiz bir küfür savurdu, yok artık senden korkum. Ölüm eğilip diz çökmeli önümde diye düşündü. Sırtını ağacın gövdesine yaslayıp iç cebinden küçük defterini ve kalemini çıkardı. Tam olmam gereken yerdeyim diyerek, kısa bir şiir yazıverdi defterine;

“Heyyy yemyeşil ova

Ağaçlar, kuşlar, akan nehir

Heyyy mavi gök, kızıl güneş

Uzanıp sarmalasam sizi

Alıp doldursam yüreğime

Sen, heyyy özgürlük

Yendim şimdi tüm korkularımı

Arındım düne dair kirlerimden

Hazırım herşeyimle şimdi

Senin uğruna feda edilecek ne varsa.”  

 

XIDIR GÜRZ/15.09.2016

Önceki İçerikBaşarısız askeri darbe girişimi Erdoğan tarafından sivil darbeye devşirildi!
Sonraki İçerikSınıf perspektifiyle mevcut durumun özeti ve muhtemel gelişmeler