HABER MERKEZİ(08.12.2017)-Dünyada mevcut çatışmaların, savaşların, dökülen kanların, katliamların ve sürgünlerin merkez üssü neresidir diye sorulsa, hiç kuşkusuz bu merkezin Ortadoğu ve yakın çevresidir diye cevap verilecektir.
Böyle olmasının elbette sebepleri vardır. Ekonomik çıkarlar, politik üstünlükler ve her bakımdan bölgede egemenlik kurmak ve rakibini alt etmek nedenler olarak sıralanabilir. Egemen olanın egemenliğini bırakmak istememesi, egemen olmayanın ise kendini dayatması kaçınılmaz olarak çatışmaları körüklemekte ve büyük acılara ve kayıplara yol açmaktadır. Öncesi bir yana, son yirmi yıl içinde hem dışarıdan yapılan emperyalist müdahaleler ve hem de içerden gerici güçler arası vuku bulan çatışmaların bölgeyi adeta kan gölüne çevirdiği görülüyor. Bölgedeki ülke rejimlerinin birçoğuna dışarıdan yapılan müdahale ile değiştirilen yönetimler, rejimler, yıkılan iktidarlar doğal olarak eski sınırların parçalanmasını getirdi. Şimdi bir yandan hem yıkımlara devam edilirken hem de yıkılanın yerine yeni iktidarların oturtulması ve yeni sınırların çizilmesi çekişmeleri sürmektedir. Ne var ki bu öyle kolay varılacak bir sonuç olmayacaktır. Kolay değil zira her bir rakip güç şekillendirmeye çalıştığı bölgeye kendi çıkar ve egemenlik ihtiyacına göre şekil vermeye çalışmaktadırlar. Karşı rakip güç içinde aynı durum ve girişim söz konusu olduğuna göre bunun arkasından neler geleceğini tahmin etmek zor olamasa gerek.
Gerici dünyanın rakip güçlerinin hesaplaşmalarının yanı sıra, bölgenin ezilen ulus ve ilerici güçlerinin ortaya çıkan yeni durumdan yararlanmaya, kendi lehlerine sonuçlar çıkarmaya ve mümkünse şekil vermeye yönelik çabalar ve attıkları adımlar küçümsenemez. Büyük acılar, kayıplar, sürgünler ve kanlı saldırılar sonucu büyük katliamlara maruz kalmalarına rağmen Kürtler bölgede hatırı sayılır bir güç olarak politik sahnede yerlerini aldı. Kendilerine reva görülen sınırların yıkılması ile zaten önemli ölçüde örgütlü durumunda olan Kürtler, gerici dünyanın ve özellikle de dört parçada kendilerini nefessiz bırakan sömürgeci devletlerin böğrüne ulusal arzularını dayattılar. Güney Kürdistan sonrasında Rojava Kürtleri de yarattıkları ulusal demokratik mevzi ile ortaya çıktılar.
Kürtlerin tarih sahnesine yeniden çıkışı elbette zalimlerin kabul edebilecekleri bir sonuç olamazdı. Kendilerine biçilen bu kötü kadere son verme hamlesi, sömürgeciler için boyun eğilecek ve yutulacak bir lokma olamazdı. Birbirlerini asla sevmeyen; sevmemek de ne, çıkarları gereği birbirlerinden nefret eden Türk, Fars, Arap gibi despotik-faşist rejimler, Kürtler söz konusu olduğunda, Kürtlerin devlet kurmak ya da belli bir statü elde etmek gibi gayet haklı ve makul bir oluşumuna bile ortak müdahalede ortaklaşmada gecikmediler. Özellikle İran ve Türkiye tarih boyunca bölgede rekabetleri biliniyor. Bölgeye ilişkin plan ve programları tamamen farklıdır. Ama 1639’da Kasr-ı Şirin anlaşması ile Kürdistan’ı kendi aralarında parçalamalarından bu yana Kürtlerin Kürdistan’da esaret ve kuşatmaya karşı geliştirdikleri mücadele önünde her daim ortaklaştılar. Bu bugünde böyle olduğu çıplak olarak görülüyor. Bu ortaklaşma tutumu Kürtleri hegemonya altında tutan her bir devletin kendi içindeki değişik klikler de Kürtlere karşı birleştiler. Bugün eğer İttihat-Terakkinin devamcıları olan Kemalist Ergenekoncular Tayyip kliği ile sarmaş-dolaş oluyorsa bunun esas sebebi Kürt ve Kürdistan korkusudur. Tayyip, Bahçeli, Perinçek ve diğerleri “terörle ve bölücülükle mücadele” ve “cumhuriyeti koruma” adı altında sıkı sıkıya birleşiyorsa bu elbette ezilenlere ve özellikle Kürtlere karşı alınmış bir saldırganlıktan başka bir şey değildir!
Bütün bunlar bilinen ve hala yaşadığımız birer gerçektir. Üzerinde durmak istediğimiz işin bir başka yanı daha var. Kürtler güç olmaya, statü elde etmeye ve giderek ulusal haklarını kazanmaya başladıkça Fars ve Arap gerici yönetimlerin yanı sıra, Türk egemenlik gericiliğinin tüm klikleri el ve dil birliği ile “vatan bölünüyor, ülkemizin gelişmesi engellenmeye çalışılıyor, milli birliğimiz ve kardeşliğimize son verilmek isteniyor” nidaları ile ortalığı velveleye veriyor. Türk gerici-faşist egemenleri, Türklerin Anadolu’ya 1071’de geldiklerini, gelmeden önce bu topraklarda başka insan topluluklarının yaşadıklarını “unutmuş” gözükmektedirler. Üstelik Anadolu’ya o dönemin Kürt aşiretlerinin yardımlarıyla ancak girebildiklerini hatırlamak istemezler. Üzerinde oldukları topraklarda işgalci olduklarını hiç mi hiç duymak istemezler. Bu bağırtılarla Kürtlere duyulan ve verilen ulusal ve uluslararası desteği kesmek istemektedirler. Lakin Kürtler zalimin merhametine sığınacak sınırı çoktan geçtiklerini hatırlatmakta fayda var. İç kamuoyuna “vatan ve millet” nutuklarını atan Türk gericilik sistemi bir parçası olan sermaye sahiplerinin, soyguncuların haline bir bakın. Eskisiyle veya yeni yetme komprador tekelleriyle yatırımlarını uluslararası emperyalist tekellerle ve kuruluşlarla yaptıklarını unutmamızı istiyorlar. Ve Sultan Tayyip’in kendisinin de itiraf ettiği gibi sıcak dolarlarını yurtdışına kaçırıyorlar. Ya da kaynağı belirsiz milyonlarca dolar kara para içeriye akıyor. Ama alt yoksul kitlelere gelince “vatanın bütünlüğü, milletin birliğinden” ve “milli ve yerli” olmaktan, dövizlerinizi bozdurun çağrıları yapabilmektedirler.
Hep söylenir. “Sermayenin vatanı yoktur” diye. Sermaye için nerede tatlı kar ve kazanç varsa orası sermaye için vatan sınırıdır. Türk burjuvazisinin durumu bir istisna değildir. Merak edenler araştırıp bakarlarsa, Türk şirketlerinin nerelerde kimlerle nasıl ortak yatırımlar yapıklarını görürler. “Yabancı iş adamlarını ülkemize davet ediyor ve yatırım güvencesi veriyoruz” çağrılarının hatırlattıkları nedir? Tarımın yok edilmesi, kamu kurumlarının tek tek satılması, sanayi çökertilmesindeki bu vatanseverliğe bakar mısınız? Serbest piyasa ekonomi politikası yürüten bir Türkiye veya her hangi bir ülke için vatan, vatan sevgisi söylemi su katılmamış bir sahtekârlık değil de nedir? Ne var ki sermaye guruplarının utanmadan ve en çıplak yalanları ile “vatan-millet” söylemlerini dillerinde düşürmemektedirler. Oysa ülkenin ve milletin birliği dediklerinin özü soygun, sömürü ve talandan başka bir şey değildir. Başbakan Binali Yıldırım’ın oğullarının başka bir ülkede “Off-Shore” yani vergiden muaf bölgelerde ve en yağlı kazançlar elde edilebilecek mekânlarda yatırım yapmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Peki, bunlar için bu kutsal vatan nerede kalıyor? Halka “ellerinizdeki Dolarları, Euro’ları TL’mize çevirin çağrıları neden bu beyler için geçerli değil? Neden vergi vermekten kaçmaktadırlar? Son zamanlarda CHP genel başkanının açıkladığı Selefi Sultan Tayyip ve çevresindekilerin İsle Of Man (İngiltere) adasından 1 sterlin sermaye ile kurdukları ve sonrasından milyonlarca dolarların gelip gittiği kara para rezaletine ne demeli? Bu durum bunların günlerce, aylarca ve yıllarca halka yaptıkları “milli ve yerli” lafların tamamen su katılmamış bir sahtekârlığın ispatı değil midir? “Milli ve yerli” olmak neden hep yoksullar için oluyor. Bu noktada “Vatan ve milletin birliği” çağrılarında yoksul halkın, işsiz ve aç halkın çıkarı nedir? Evet, çok doğru bir sözdür. “Sermayenin vatanı yoktur, onun için vatan sınırı karlarına kar katacağı yere kadar uzanır” Bu gerçeği sultan Tayyip ve çevresinde, başbakan Binali Yıldırım oğullarının yatırımlarında bir kez daha gördük. Yine Rıza Zarrab ile çevirdikleri dalavereler bir bir deşifre oluyor. İç ettikleri paralar, çaldıkları milyonlarca dolar yoksulların hakları ve emekleridir.
ABD ve Batı ile çekişmelerinde ise bir gerçek yan var elbette. Bunlar dün stratejik dost ve müttefik olduklarını söyledikleri ve komünist bir devrime karşı can ciğer oldukları ABD ve Batılı emperyalistler ile çekişmelerine rağmen, ortak yatırımları, alış verişleri, görüşmeleri esasta bozulmuş değildir. Tamamen bozmak gibi bir niyetleri de ve güçleri de yoktur. Bu noktanın asla akıldan çıkarılmaması gerekir. Zira bugün Rusya ile teşviki mesaileri olsa da yarın bunun tersine dönme ihtimali hep vardır. Bu arada Rusya’nın PYD ile toplantı yaptığı haberleri ajanslara düşüyor. Belli ki Rusya Kürtleri tamamen gözden çıkarmak istememektedir. Türk faşist egemenlerinin batılı emperyalist güçlerle olan çekişmelerinin esas özü, doğmakta olan bir Kürdistan korkusundan kaynaklıdır. PKK, PYD’ ye, YPG’ ye silah verilmesi gibi itirazlar bu korkunun dışa vuran yanıdır. “Kürtler ile bir sorunumuz yok, onlar bizim kardeşlerimizdir” sorunumuz “PKK-PYD-YPG” terör örgütleridir ve onlara silah vermeyin” hezayanların arkasında Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmeleri girişimine karşı yapılmış/yapılmaya devam edilen saldırılardır. Güneyde, Barzani önderliğinde bağımsızlık referandumuna karşı dört sömürgeci faşist devletin saldırıları hala sıcaklığını korumaktadır. Türk, Arap ve Fars gericiliği, Kürdistan’ın zengin yer altı yer üstü kaynaklarını bırakmak istemez. Yine bölgede güç yitiren bir emperyalist güç, sınırlarını genişletmek, kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak için ittifaklar arar. Çıkar çatışmaları her halükarda sürer. Dev kapitalist tekeller büyümek, zenginleşmek isterler. Bunun için yağma, talan girişimleri amansızca sürer. Pazar kavgası kapitalizmi olduğundan çok daha iğrenç duruma getirmiştir. Zira kaynaklar azaldıkça bu rekabet ve emperyalist saldırganlık artacaktır. Savaş ve kan dökmek bu amaçla yapılır. Birbirlerinin sınırlarını ve yasalarını bu nedenle çiğnerler. Adı ise ülke çıkarları olarak konulur.
Ülke çıkarları için çalıştıklarını söyleyenlere bakın. Halkın yoksulluğu artarken, bir avuç para babası sermayesine sermaye katmaktadır. Milyonlarca dolar kara para ülke dışına çıkarılmakta ve bir dönem sonra bu kara para içeri sokularak temizlenmektedir. İslamcı Türk faşist rejiminin ekonomik politikası budur. Gayet kirli ve mafyatik bir tarz izlenmektedir. Dolandırıcılık, soygunculuk, rüşvet bunların varlık sebebedir. Rıza Zarrab’a verilen ödülleri hatırlayın! ABD’de tutuklanmasından sonra iletilen iki ayrı notayı anımsayın! Henüz Türkiye’de iken tutuklanıp serbest bırakılması sonrasında el konulan milyonlarca dolar paralarının Zarrab’a geri iade edilmesi, övgüler dizilmesi, takdir edilmesinin yerini şimdi mal varlığına el konulması, vatan haini ve casuslukla suçlanması Türkiye’nin sahtekâr ve çürümüş sistemin en iyi anlatan resimdir. Şimdi alçaklığından söz edilmektedir. Artık Zarrab ile işleri bitti. Zira Zarrab kendilerini daha büyük güçlere sattı. Şimdi çalışanları gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktadır. İşte bu Türk sisteminin faşist özüdür. Parçası oldukları diğer emperyalist devlet ve tekellere ne kadar da benziyorlar. Dedik ya! Kapitalistlerin dostu yoktur çıkarları vardır. Türk tekellerinin temsilcisi devlet için de durum aynıdır.
Tüm bu çürümüşlük sadece Türk egemen sınıflarıyla sınırlı değil, dünya kapitalizmi doğayı sanılandan daha fazla tahrip etmiştir. Sular kirletildi. Toprak zehirlendi. Büyüme ve gelişme adına sömürü ve talan ile insanın parçası olduğu doğanın genleriyle oynanarak ekolojik denge bozuldu. Bu durum insan sağlığını da inanılmaz ölçüde tahrip etmeye devam ediyor. Kısaca kapitalizm insan ve doğaya aykırı olduğu geldiğimiz sonuçla kanıtlanmıştır. Kapitalizmin aşılmasının bir ihtiyaç olduğu artık daha fazla anlaşılmaktadır. Komünistler bu durumu ileri kitlelere anlatmakla mükelleftir. Bu gerçeğin anlatılmasının somut verileri fazlasıyla vardır. Sorun bu somut temeli sıkıca kavramaktır. Kavrandığı ölçüde yine somut bir dille kitlelere anlatabilmektir. Bir görev olarak önümüzde duran bu gerçeği halka anlatmak devrimci bir görevdir. Zorunluluklar dünyasında yaşıyoruz. Ezilen ulus ve inançların, çözülmeyi bekleyen değişik sorunların varlığını biliyoruz. Komünistler elbette bu sorunlara asla duyarsız kalmadı/kalamazlardı. Ama biliyoruz ki, tüm bu sorunlar sınıflı toplumdan kaynaklanan ve mülkiyet ilişkilerinin yarattıkları sonuçlardır. Bu mülkiyet ilişkileri tüm sonuçlarıyla aşılmadıkça sorunun tam bir çözümüne asla ulaşılamayacaktır. Dolaylı değil, doğrudan ve toptan yeni bir yaşamın ihtiyaç olduğu ve bu yaşamın adının komünizm olduğu anlatılmadan kitleleri doğru tarzda örgütlemek mümkün olmayacaktır. Kapitalistlerin bir bölümünün bile gizleyemedikleri kirlenmişlikleri itiraf etmek zorunda kaldıkları bir ortamda komünistlerin tutuk bir dil kullanmaları kabul edilemez. Devrimci savaşın değişik boyutları vardır. Somut ve inandırıcı veriler ışığında ve yazılı-sözlü-görsel tüm araçlar devreye sokularak kökten farklı yeni bir yaşamı anlatmak elzemdir.