Kadın ve Sanat üzerine/Aycan Solmaz

Bilgi güç demektir. Bu güce ulaşmak da hiyerarşik toplum sıralamasında seçilmiş olarak tanımlananların ulaşabileceği bir durumdu. Kralların, padişahların, dini liderlerin yanlarından ayırmadığı tarih yazıcıları da hiç şüphesiz kalemlerini iktidarların lehine kullanmışlardır. Eril zihniyete, egemene hizmet etmemiş, esirleştirilmemiş kadına yer verilmeyecekti. Bütün bu tarihsel koşullarda kadının sosyal, siyasal, ekonomik, sanat, edebiyat ve hayatın birçok alanında etkin ve hak ettiği yerde olmamasını anlamak zor olmayacaktır. Ama her şeye rağmen bizler biliyoruz ki tarih binlerce kadın mücadelesine sahne olmuş ve her dönemde kadınlar var olma mücadelesini canları pahasına yürütmüşlerdir

HABER MERKEZİ(19.07.2017)-Marks’a göre sanat yaşamı insanileştiren duygudur. Buradan yola çıkarak sanat için, bir duygu, tasarı ya da güzellik anlatımında kullanılan yöntem ve bu yöntemler sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık da diyebiliriz. Sanat insan yaratıcılığını, yeteneklerini, engin düş gücünü, mimari, resim, heykel, tiyatro, müzik ve edebiyat gibi çeşitli sanat dallarında kendisini var eder. Sanat ürünlerini toplumsal ilişkilerden bağımsız almak, konuyu anlatmakta yetersiz kalacaktır. Bundandır ki her sanat ürünü aynı zamanda kendi döneminin özelliklerini, toplumsal algılayışı ve yaşam tarzını anlamamıza ışık tutacaktır.

Toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte, sanatın nitelik olarak değiştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda sınıfların çatışması ve estetik bakış açısı sanat eserlerinde de kendini var eder. Buna göre de tartışma konumuz bağlamında kadının kendisine sosyal, kültürel, sınıfsal alanda yer edinmesi her toplumda farklılık gösterir. Özel mülkiyetin olmadığı ilk çağlarda kadın doğurganlığıyla bereketin sembolü tanrıça şeklinde hayat bulmuştur. Toplumların sınıflara ayrılması ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kadının sanattaki yeri de oldukça olumsuz yönde etkilenmiştir. Bolluğun ve bereketin sembolü olan ana tanrıça yerini fırtına ya da yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya bırakacaktır. Ortaçağ karanlığında şeytana tapanın cadılıkla eşdeğer olduğu anlayışı, kadının doğasında var olan bir olgu olarak yansıtılmış ve bu anlayış Batı dünyasında uzun süre hayat bulmuştur.

Ortaçağ’da kadınların sanatsal ve entelektüel eğitim alma hakkının sadece soylu aileden gelme şartına bağlı olduğu söylenir. Bu dönemde yapılan sanat eserlerinin çoğunluğu manastırda yapılmıştır. Tek tanrılı dinlerde de insanlığın varoluşundan itibaren yer alan kadın kimliği kimi zaman kutsallığıyla yüceltilirken kimi zaman da günah işlemeye sebep olan tasviriyle anlatılmıştır. Bunun gibi bir sürü örneği tarih sayfalarında bulmak hiç de zor olmayacaktır.

Gelişen sanayileşme ile birlikte kadınların iş hayatına atılmaları, seçme-seçilme haklarının verilmesi gibi konular kadınlara kısmi alanlarda özgürleşme sağlamıştır. Belirtmeliyiz ki burada verilen haklar, tamamen kadınların mücadeleleri sonucu elde edilmiş haklardır. Sanayi devrimine kadar kendisini geliştirmek adına bilim, sanat, edebiyat gibi konularda gelişme ve ilerleme kısmi olarak sağlanmıştır. Ancak ne var ki sermayenin etkisi altına almaya başladığı her alan kendisini para için var etmeye başladı. Kadına cinsel özgürlük ve eşitlik sağladığı maskesi ile halkları kandıran bu yöntem, tam tersi kadını tarihte hiç olmadığı kadar aşağılamış, kötülemiş ve meta olarak görmüştür. En basit ürünlerin reklamı bile kadın vücudu üzerinden yapılmış ve bunun üzerinden korkunç sermaye birikimi sağlanmıştır. Kadın vücudunun sömürüsünü halk nezdinde sıradanlaştırılmaya çalışan emperyalist sistem, bunu moda, medya ve üretmiş olduğu kültürel yönlerle başarmıştır.

Kapitalizmin körüklediği proletarya devrimleri gündeme geldiğinde bu devrimi gerçekleştirecek olan insan kitlesi de sanatta yerlerini almaya başlamıştır. Doğal gerçekçiler ve gerçekçi halk sanatçıları, olguları ve olayları olduğu gibi yansıtmışlardır. Sosyalist bakış açılı sanatçılar aynı zamanda mevcut gerçekliğin nasıl olması gerektiğini olması gereken insan tipinin özelliklerini de beraber tasvir ediyorlardı. Bu sanatçıların ürettiği karakterler sistemle çatışan, aynı zamanda başka sistemi inşa etmeye çalışan karakterleri de yaratmışlardır; Maksim Gorki’nin Ana romanı gibi.

Bilgi güç demektir. Bu güce ulaşmak da hiyerarşik toplum sıralamasında seçilmiş olarak tanımlananların ulaşabileceği bir durumdu. Kralların, padişahların, dini liderlerin yanlarından ayırmadığı tarih yazıcıları da hiç şüphesiz kalemlerini iktidarların lehine kullanmışlardır. Eril zihniyete, egemene hizmet etmemiş, esirleştirilmemiş kadına yer verilmeyecekti. Bütün bu tarihsel koşullarda kadının sosyal, siyasal, ekonomik, sanat, edebiyat ve hayatın birçok alanında etkin ve hak ettiği yerde olmamasını anlamak zor olmayacaktır. Ama her şeye rağmen bizler biliyoruz ki tarih binlerce kadın mücadelesine sahne olmuş ve her dönemde kadınlar var olma mücadelesini canları pahasına yürütmüşlerdir.

 

Önceki İçerikGeleneksel devrimcilik algısı aşılmak zorundadır!/Refik Demir
Sonraki İçerikDevrim ve Adalet/Kazım Cihan