Kadın Bugün de Sökülmemiş Kanlı Prangalara Zincirli Bir Köledir!

Ama tüm özgünlük ve önemine rağmen kadın sorununun sınıf devriminden bağımsız olarak tarif edilmesi doğru değildir. O halde tek doğru çözüm yolu ve perspektifinin sınıf mücadelesiyle bütünleşmiş bir kadın mücadelesi veya özgünlüğe sahip sorun olma bağlamında kadın mücadelesini dikkate alarak salt sınıfçı bakış ve mücadeleden uzak duran, kadın sorununun tarihsel ve güncel önem ve özgünlüğünü dikkate alarak onu sınıf mücadelesine yediren, kadın sorununun bu özel karakterini es geçmeyerek sınıf mücadelesinde özel bir önem ve biçimle ele alan sosyalist perspektif tek doğru çözümdür. Sınıf orijinli bu perspektifin eksiklikleri reddedilmeden ve bu eksikliklerin giderilmesi perspektifiyle hareket edilmesi şartıyla kadın sorununda tek mücadele biçiminin sınıf mücadelesi olduğu kabul edilmek durumundadır. Bu üç metot dışında başka bir çözüm ve alternatif yöntem olmadığına göre ve ilk ikisinin alenen hatalı olduğuna göre, kadın sorununu sınıf mücadelesiyle çözmekten başka bir yol yoktur. Dolayısıyla kadının proleter devrimci saflarda sınıf mücadelesinde örgütlenmesi, bu sınıf hareketi ve mücadelesinin ise kadın örgütlenmesinde açılımlarda bulunup gerekli hassasiyetler gösteren yöntem ve araçlar devreye sokması ötelenemez bir zorunluluktur

HABER MERKEZİ(07.05.2017)-Kadının kölelik zincirleri bugün paslanmış değildir. Tersine, bütün gerici toplumsal sistemler gibi erkek egemen emperyalist kapitalist dünya sistemi de, kadının gerici değer yargıları altında ezilmesi, ucuz işgücü olarak sömürülmesi, cinselliğinin tabulara gömülerek kadına yük edilmesi, ve daha bir dizi bağnazlık ve barbarlık biçiminde bu zincir işleyerek pas tutmaya vakit bulamayan kanlı halkalarıyla parlamaktadır. Günümüzün aktüel unsuru olan ve tüm tarihi boyunca kadın için özel bir anlam taşıyan gerici savaşlar, bugün kadına inanılmaz acılar içeren faturalar yükleyerek büyük tarihsel dramı adeta bir kader olarak sürdürmektedir. Dolayısıyla erkek egemen ideolojik-kültürel-siyasi biçimlenişle kadın düşmanı özelliği taşıyan gerici toplumsal sistemler ve bu gerici sınıf sistemlerinin her iktidar biçimi en acımasız tonda kadının omuzlarına zulümden ağır yük bindirmeye devam etmektedir. İlkel komünal toplumun belirli gelişme aşamasında temelleri atılan erkek egemenleşme, köleci toplumda sınıfsal mizaç ve köklere terfi ederek kadını kölenin kölesi olma konumuna yerleştirdi. Ortaçağ karanlığının feodal toplumunda ise kadının kölelik zincirlerine atılan biçimsel formatlarla tahkim edildi ve dinin de özel etkisiyle kadın toplumsal kişiliğin dışında tarif edilerek adeta ‘’umacı’’ gösterilerek toplumsal yaşamdan ötelendi. Kapitalist toplumda da kadın, vitrinleri süsleyen eşya ve yaşamın her alanında ikinci sınıf insan olarak zulme uğramaya devam etmektedir…

Özele, kadın sorunu tüm yakıcılığı ve önemiyle bugün de dinamik bir sorun olma özelliği taşıyarak sınıf hareketinin önünde tarihsel köklere sahip kadim bir sorun niteliğinde samimi ve kararlı politikalarla eğilmesi gereken bir görev olarak durmaktadır.

***

Kadın sorunu olarak adlandırdığımız sorun, kadının bütün gerici toplumların değişmez temel karakterlerinden biri olan erkek egemen erk ve zihniyet tarafından köleleştirilmesi, bu köleleştirilmişliğin köleci toplumdan emperyalist kapitalist topluma kadar tüm gerici toplumsal sistemlerde biçimsel değişimlere uğramakla birlikte aynı öz üzerinde devam ederek tarihsel bir yara niteliğinde insanlığın nasırına dönüşmüş olması, aktüelde kadının aynı gerici değer yargıları ve zihniyete kurban edilerek pervasızca katledilmesinin reva görülmesi, kadının köle olmaktan şeytan vasfına ‘’terfi etmesi’’, şeytan’dan sermaye ortaklıkları ve kapitalist vitrin süsü olarak metalaştırılması veya ‘’ticaret’’ aracına dönüştürülmesi biçiminde devam eden kara zulmün adı ve tarihidir. Kadın sorunundan kasıt elbette ki kadının sorun olduğu şeklindeki absürt yorum değil, bilakis kadına dönük cinsiyetçi baskı ve sömürü ile sınıfsal baskı ve sömürünün erkek egemen toplumsal sistemler garabetinin kadına reva gördüğü ağır zulümdür; kadının maruz kaldığı tarifsiz baskı, sömürü ile birlikte can güvencesi olmayan ölümcül yaşamla yüz yüze bırakılması gerçeğidir. Özcesi, kadın sorunu dediğimiz mesele; varlığını erkek egemen karakterli gerici toplumsal sistemler kaynağından alarak köklü bir tarihsel süreç içinde hasıl olmuş, bu süreç boyunca kadını insandan muaf tutan değersizleştirme ve hiçleştirmenin keskin baskılarıyla mayalanıp günümüz emperyalist kapitalist toplumsal sistemlerinde yakıcılığını koruyarak, toplumun, sınıfın ve tarihin handikabı ya da kanayan yarası niteliğinde devam eden bir insanlık meselesidir…

Kadın sorununun derin tarihsel arka planı, ilkel Komünal toplum aşamasında anaerkil dönemin kapanıp ataerkil döneme geçilmesi, aile hukukunun oluşması, kadına ilk zincirlerin vurulması anlamına gelen cinse dayalı tarihteki büyük toplumsal işbölümü ve köleci topluma evirilerek sınıflı topluma adım atılmasına yaslanır…

Sorun, derin tarihsel arka planla kangrenleşmiş, günümüz toplumlarında çıplak biçimde hüküm süren ve insanlığın ilerleme mücadelesinde tartışmasız netlikte yaşamsal bir sorun olma önemini koruyan, gerici toplumsal sistemlerden peydahlanmış devasa bir sorun, insanlığın kanayan yarasıdır.  Çözümü de gerici sınıf egemenliklerinde ifade bulan bu sistemlerin proleter devrimci sınıf mücadeleleriyle tasfiye edilmesi ve Komünist toplum perspektifiyle Sosyalizm süreci boyunca kültürel değişim ve gelişmelerin sağlanması çerçevesinde ilerleyen devasa eyleminin kapsamında mümkün ya da saklıdır. Ancak bu, kadın sorunu ve özgürlüğü meselesinin ucu açık belirsiz bir tarihe ertelenmesi ya da bir devrime havale edilmesi anlamına asla gelmez. Bilakis bu, kadının iktidara ve yönetime gelmesinin bugünden geliştirilip şartları oluşturularak gerçekleştirilmesi, her türlü ileri adımın ivedilikle atılması ve mücadele eforunun öncelikleri arasına alınması anlamına gelir. Erkek olan her fertte gecikmeksizin ve kesintisiz bir iç mücadelenin başlatılarak toplumsal mücadeleye taşınıp sınıf mücadelesinde birleştirilmesi ve pozitif ayrımcılığın yaşamın her alanında uygulanması anlamına gelir… Kuşkusuz ki, bunda kadın ile erkeğin sınıf birliği zemininde ve ortak sınıf mevzilerinde birlikte mücadele ederek geleceği birlikte kurmaları söz konusudur. Kadına her hangi bir erk tarafından bahşedilen bir iktidar ve yönetim değil, kadın ile erkeğin sınıf mücadelesi zemininde birlikte kazandığı iktidarlaşma ve yönetme süreci veya pratiği olarak algılanmalıdır kadının özgürleşmesi süreci…

Kadın iktidara ve yönetime gelmeden erkek egemen kültürü alt etmek ya da erkek egemen kültürün izlerini silip ortadan kaldırmak, aynı zamanda gerici sistemlerle birlikte sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmak, dolayısıyla da kadının özgürleşmesi süreci esasta mümkün olmayacaktır. Kadının iktidarlaşması ve yönetime gelmesi bu zeminde isabetli-değerli bir perspektif olmakla birlikte, kadına erkeğin özgürlük getirmesi şeklindeki zımmi bilince ve kadın özgürlüğü adına erkek egemen kültür altında kadın haklarından dem vurarak kadına haklar tanınmasıyla sınırlı olan dar ufka karşı da, Kadın İktidara, Kadın Yönetime şiarını perspektif edinmek elzem bir yönelimdir.

Kadın bir cins kimliği taşımakla birlikte, bir de sınıfsal kimlikte taşır. Ki, sınıf kimliği kadının sınıflı toplumlardaki savaşımı ve özgürlüğü açısından önde-esastır. Sınıf damgası taşımayan bir tek toplumsal yapı ve insan tasavvur edilemeyeceği için kadının bu sınıf kimliği dışında tanımlanması düşünülemez, en azından salt cins kimliği eksenli yaklaşımla bütünlüklü olarak tanımlanmış olamaz. Kadınsız bir toplum, kadınsız bir sınıf, kadınsız bir üretim vb düşünülemeyeceği gibi, kadın sorununu toplumsal-sınıfsal sorundan bağımsız ele almak da düşünülemez. Bu bağlamda nasıl ki sınıf hareketi kadından bağışık tarif edilemezse, öyle de kadın sınıf kimliğinden, kadın mücadelesi veya özgürlüğü sınıf hareketinden ve sınıf özelliğinden bağımsız görülemez.

Burjuvazinin dahi pragmatist, ikiyüzlüce politikalar temelinde ve gerici sınıf çıkarlarından hareketle de olsa, en azından seçimlerden seçimlere de olsa kadına özel ilgi gösterdiği günümüz şartlarında proleter devrimcilerin kadın sorununda çok daha etkili ve duyarlı olması şarttır ki, bu her şeyden önce tarihsel haksızlık ve baskı-sömürü-zulüm çarkına karşı mücadelenin varlık gerekçesi olarak da önemsenmesi gereken kesin bir meseledir. Sınıf hareketi ve proleter devrimcilerin Sosyalist iktidarlar dönemi de dahil, bir dizi yetersizlikler, zayıflıklar ve gerilikler taşıdığı, dolayısıyla da tüm ileri söylemlerine vb rağmen gerçekte soruna denk tam bir pratik politika uygulama becerisi gösterdiği söylenemez. Bu anlamda Lenin’in ‘’En Komünistimizi kazıyın altında burjuva çıkar’’ sözü son derece anlamlı olup, derin bir gerçeğe işaret etmektedir.

Aile realitesi devletin en küçük bir birimi rolüyle tarih sahnesine çıkarken, kadını en küçük devlet biriminde baskı altına alıp ezme işlevini gördü. Devlet doğrudan sınıfsal bir olgu olduğuna göre, onun en küçük birimi olan ailenin de sınıfsal ve toplumsal kategoriden bağımsız biçimlenip işlemediği açıktır. Bu anlamda kadına dönük baskı ve sömürünün aile içinde toplumdakine paralel nitelikte işlediği ve ailenin kadın üzerinde bir baskı aracı olarak işlev gördüğü inkar edilemez. Aile toplumsal sistemden yalıtık bir olgu değilse, toplumsal niteliğin ailede zuhur etmesi kaçınılmazdır. Ailenin kadına dönük bir baskı çarkı olarak çalıştığı her bakımdan kanıtlıdır. O halde kadın sorununda negatif temel teşkil eden olgulardan birinin de aile olduğu doğrudur. Bu, sorunun ne denli derin, karmaşık ve köklü olduğunu tanıtlama açısından ve elbette sorunun ortadan kaldırılmasındaki mücadelenin hangi boyutlara dayandığının görülmesi bakımından da önemlidir.

Aile realitesinin çerçevesi son derece geniş bir sorunlar yumağı olarak kadını kuşatan çerçevedir. Bunlar, gerici toplumsal sistem ve değer yargılarından bağımsız olmamak kaydıyla, aileye yüklenen misyon ve dolayısıyla buna koşut biçimde aile içinde kadına yüklenen ağır yük ve kölelik prangası yelpazesinde kadının aileye, erkeğe, topluma karşı yükümlülükler zincirinde yer alan yığınca ağırlık altında ezilmesi biçiminde ifade bulurken, bunlar içinde, yine toplumsal sistemlerin niteliğinden kaynaklanan ya da belirlenen bir realite olarak, kadının çocuğa yükümlülük hukukuyla tayin edilen pozisyonu kadını atıl kılarak toplumsal rolünde geri iten nesnel şartlarını güçlendiren bağlayıcı bir mekanizma durumundadır… Aile içinde eşit demokratik yaşam tesis edilse bile, kadının çocuk karşısındaki yükümlülüğü aile içindeki şartları kadın aleyhine eşitsizliğe iten bir kuşatmışlık zinciridir. Kısacası, aile olgusu ortadan kalkmadan, aynı zamanda kadın ile çocuk hukuku mevcut olan ilişki ve şartlar dışında kadının özgürleşmesi zemininde yeniden düzenlenmeden (ki, bu doğrudan toplumsal sistem ve bütünlüklü bir toplumsal, kültürel, bilinçsel ilerlemeler süreci ile alakalıdır…), kadının tam manasıyla engellerden kurtulup özgürleşmesi vuku bulamaz. Bu, insanlığın gerçek kurtuluşunun Komünist toplumla mümkün olmasına benzer. İnsanlığın büyük özgürlük toplumundaki gerçek kurtuluşu ile kadının tam özgürlük ve kesin kurtuluşu esasta bir ve aynı süreçtir. Tekrar etmekte fayda var ki, kadının tam ve gerçek manada özgürleşmesi bu bütünlüklü devasa gelişmelerle mümkün olsa da, kadının özgürleşmesi doğrultusunda teorik-pratik bir dizi adımın atılması ve kadının mevcut prangalarından esasta kurtulması mümkündür. Dolayısıyla kadın sorunu kapsamındaki mücadelemizi bütün bu gerçekler ışığında ele alarak yürütmek durumundayız.

Kadın sorunu kapsamında bütün gerçek, sorunu tarihsel ve sınıfsal bağlantıları içinde ele almamızı, bunun da ötesinde ve aynı zamanda bir cins sorunu olma özgünlüğünü de mutlaka dikkate almamız gerektiğini söyler. Bu bağlamda, güncel mücadele ve kavrayışımızı biçimlendirmek ve nesnel zemine oturtmak için, kısaca da olsa tarihsel oluşum sürecine değinerek güncel durum ve somut sorunlar ile sınıf hareketinin yaklaşımlarını değerlendirmekte fayda vardır. Kadın sorununda Komünist hareket tarihi ve Komünist partilerindeki yeri, buralardaki hatalı ve eksik ele alışları, kadının sınıf hareketi ve mücadelesinde yetkin olarak temsil edilip edilmemesi vb vs sorunlarını doğru anlayıp değerlendirmek için sorunun tarihsel oluşum ve toplumsal şartlarla bağı içinde ele alınmasını gerektirir.

***

İnsanlığın sınıflı toplumlara evirildiği tarih, insanın insan üzerindeki baskısında anlam bulan sınıflı toplum gericiliğinin ya da insanlığın gerici tarihinin de başlangıcıdır.  Sınıflı toplumla adımı atılan insanın gerici tarihi, özelde kadına, genelde ise insanlığa kadim bir gerici armağan bıraktı ki, bu şer-i armağan bu gün de tüm yakıcılığıyla ağırlığını koruyan kadın sorunudur. Gerek insanın insan üzerindeki baskısı ve gerekse de özel mülkiyetin (edinilmesi) ortaya çıkışı sınıflı toplum aşamasına has bir süreçtir ve bu süreç, yani sınıflı toplumun ilk belirgin öğeleri olan insanın insan üzerindeki baskısı ve özel mülkiyetin ortaya çıkış süreci aynı zamanda kadın sorununun da başlangıcı veya temellerinin atılması sürecidir. Bu sürecin kadın sorununa dönük karakterinin toplumsal şekillenişi ise, sınıflı toplum aşamasından bağımsız olmamak kaydıyla cinsiyete dayalı toplumsal işbölümüdür. Cinsiyete dayalı toplumsal iç bölümü, güçlü olan erkeğin avlanması-avcılık yapması, kadının ise av hayvanlarının beslemesi biçiminde yerleşik yaşama süreci kapsamında ‘’evde’’ kalmasını koşulladı. Burada henüz kadına dönük bilinçli bir gericilikten bahsedilemez. Fakat bu toplumsal işbölümüyle cinsiyete dayalı olarak yapılan iş bölümü düzenlemesi fiilen güçlü olan erkeğin egemen-otoriter, kadının ise geri itilmesine nesnel şartları hazırlamaktaydı, hazırladı da. Erkeğin fiziksel olarak güçlü olması iş bölümünde de daha öncesinde av getirerek kılanı beslemesi açısından da erkeğe avantaj sağlayarak kadın karşısında etkin olmayı, kadının ise fiziksel güçsüzlük nedeniyle daha geri pozisyona düşmesini hasıl ediyordu. Av yapan erkekler avladanlıkları üretiyor ve kullanıyordu. Bu, güçlü olan erkeği yaşamın idame edilmesinde olduğu gibi, üretmede ve üretilen aletlerin kullanılmasında da öne çıkarıyordu. Avlanan erkek daha fazla yorulduğu için daha fazla yiyeceğe ihtiyaç duyuyordu ve avdan daha fazla pay alıyordu. Paylaşımda da eşitsizlik ortaya çıkıyordu. Nitekim fiziksel güç eksenli cinsiyete dayalı toplumsal iş bölümü süreci toplumsal yaşamı da biçimlendirdi. Güçlü olan erkek bu avantajıyla yaşamda kadın karşısında daha öne çıktı, etkin ve egemen pozisyona geçti. Sınıflar da bu süreçte gelişerek ortaya çıktı. Ve sınıfların nüveleri doğarken, güç eksenli ya da fiilen erkek egemen eksenli biçimleniyordu…

Ava giden ve av aletlerini kullanan kabileler veya kabile erkekleri avlanan başka kabilelerle av ve av aletleri üzerinde kavgalara girdiler. Bir taraftan av hayvanları üzerinde kavga edip başka kabilelerin av hayvanlarını zorla alırken, diğer taraftan av aletlerini de alıyorlardı. Ki, karşıt kabileden insanlar öldürülerek bunlar yapılıyordu. Bu süreç kabileler arası savaşları gündeme getirdi. Aynı tarih başka kabilelerden insanların-avcıların esir alınmasına yol açtı. Önce öldürürken bu süreç sonra esir almaya dönüştü. Zira esir alınan insanlar köle olarak kullanılıyor, çalıştırılarak iş güçlerinden yararlanıyordu. Esir alma süreci köleleştirme sürecine evirilerek ilk sınıflı toplum olan köleci toplumu gündeme getirdi. Esirlerin elde tutulması, çalıştırılması, bu kölelerin kaçmalarının engellenmesi vb vs için bir zor kullanmak ve zor örgütlenmesine gitmeyi gerektirdi ki, bu da devlet aygıtının ilk temeli ve ortaya çıkışının zemini oldu…

Bütün bu süreçlerde kadın fiziksel olarak erkekten daha güçsüz olduğundan dolayı erkeğe göre geri plana düşüyordu, düştü. Ancak kabile-kılanlar arası savaşlarda kadınlar da köle alınıyordu. Esir alınan bu kadınlar köleleştiriliyordu. Köleleştirilen bu kadınlar yerleşik yaşamda çalıştırılıyor, besi ve tarımsal üretin alanında köle olarak kullanılıyordu. İlerleyen süreçte kurulan köle pazarlarında kadın köleler de alınıp satılıyordu. Bu pazarlarda güçlü erkek köleler gözde kölelerdi, zira güçlü olmaları önemliydi… Böyle olmasına karşın kadın köleler de köle pazarlarında ilgi görüyordu. Besi ve tarıma dönük işlerde kullanıldıkları gibi, daha ucuza alınan köleler durumuyla da ilgi buluyorlardı. Bu dönemde de fiziksel güçsüzlükleri nedeniyle ucuza satılan ve köle pazarlarının en fazla bulunan ve elbette daha da ezilen durumunda idiler. Kölelerin yaşam hakkı köle sahibine aitti. Erkek kölelerin güçlü oluşları bunların çalıştırılmasını öne çıkararak öldürülmelerini daha düşük tercih haline getiriyordu. Ancak kadının güçsüz olması nedeniyle gücünden yararlanılması daha zayıf oluyor ve öldürülmesi daha büyük tercih oluyordu. Mesele güçlülerin yaşaması zayıfların öldürülmesi biçiminde de özetlenebilir ki, bu kadınların daha çok öldürülmesi anlamına geliyordu. Köleci dönem erkek-kadın tüm köleler için geçerli ve ağır bir süreç olsa da kadına dönük daha ağır özellikle biçimleniyordu. Sınıflı toplumun şekillenişi ve ortaya çıkışı güç lehine bir özellik kazanır veya güce dayalı bir biçime oturur. Bu güç, yaşamın her alanında egemen olma, güçsüzü baskı altına alma, sömürüp(köleleştirme) ezme(sahip olma-öldürme) ve özel mülkiyet edinme anlamına geldiği gibi, cinsiyet bakımından da güçlü olan erkek lehine, güçsüz olan kadın aleyhine bir toplumsal sürecin-sistemin oluşmasına oturuyordu. Güç, gücün üretimdeki önemi, güçle hükmedip egemen olma ve hatta devlet veya devletin ilk nüvesi olarak gerçekleştirilen örgütlenmede vb vs tayin edici unsur olup, toplumsal sistemin güç esaslı özelliği nedeniyle erkek egemen olarak biçimlenmesini gündeme getirdi. Gerici toplumsal sistemlerin hepsinin istisnasız olarak erkek egemen toplum olarak nitelik alması veya erkek egemen olarak örgütlenmesi bu temele dayandığı gibi, bir rastlantı değil, bilakis sömürü, hakimiyet, egemenlik ve iktidar olma arzularına dayanır…

Güç iktidar oldu veya iktidar erk olarak biçimlendi. İktidarlaşan bu güç ya da bu gücün iktidarlaşması ilkel komünal toplumun köleci topluma geçişinin evrelerinde esir alınan kabile üyelerinin iş güçlerinden yararlanılarak süreç içinde köleleştirilmesi ile aynı evrelerde av aletleri (avadanlıklar) anlamında üretim araçlarına, dolayısıyla özel mülkiyet imtiyazı elde etmesiyle ilk rüşeymlerine ulaşmış oldu. Güçlüler zora dayalı olarak esir ve av aletlerine sahip olabiliyordu. Esirlere ve av aletlerine sahip olan güç unsuru bu zeminde nüfuz ve giderek iktidar sahibi oluyor-olabiliyordu. Gücün iktidarlaşması süreci aynı zamanda örgütlenme veya örgüt aracını yaratıp kullanmalarına da paralel bir gelişme sürecidir. Güçlüler edindikleri esirleri köle olarak tutup çalıştırmak, satmak vb için bu köleleri zor altında tutan silahlı(ilkel silahlar) güç örgütlemesine giderek örgütlendiler. Bu örgütlenme devlet aygıtının ilk nüveleri veya devletin rüşeym haliydi ya da en ilkel, amatör ve deneyimsiz aşamasıydı. Devlet buradan çıktı ve bu devlet zor aygıtından başka bir şey değildir. Tabi ki, bu devlet güçlü olanındı, gücün örgütlü bir temsiliydi de… Tekrar etmekte fayda var ki, bu güç eksenli örgütlenme ve gelişme erkek eksenli ve kadını yadsıyan-öteleyen zeminde cereyan ediyordu, etti. Köleci topluma evirilen ve nihayetinde köleci topluma dönüşen bu gerici zor egemenliği, bunun giderek iktidarlaşması ve devlet makinesinin ortaya çıkması süreci erkek egemen olarak biçimlenip kadını en ağır biçimde hiçleştiren tarihsel sürecin başlangıcı oldu denilebilir. Kadının baskı altına alınıp ezilerek mahrum bırakıldığı insan olma haklarının yanı sıra, günümüzde hala istisnai ya da cılız da olsa belli ülkelerde kadının seçme-seçilme hakkının olmaması ya da kadına seçme-seçilme hakkının tanınmasının gelip çağımıza dayandığı düşünüldüğünde kadının nasıl görüldüğü, nasıl bir değer gördüğü, hangi baskı, sömürü ve zulme maruz kaldığı kendiliğinden açığa çıkmış olur.

Yukarıdaki bu kısa özetten hareketle kadın sorununun salt cinsiyetçi bir sorun olmayıp, esasta gerici sınıfların güç ve özel mülkiyet eksenli ya da güce dayalı özel mülkiyet edinmesi ve özel mülkiyetin güç devşirmesi bağlamında iktidarlaşmasının ürünü bir sınıfsal sorun olduğu söylenebilir. Kuşkusuz ki, kadın sorununun erkek egemen kültürle örgütlenen gerici toplumsal sistemlerin ve dolayısıyla gerici sınıfların ürünü olduğunu söylemek doğru ama sorunun geniş çerçevedeki bütünlüğü ve derinliği açısından yetersizdir. Yani kadın sorununun son tahlilde sınıflarla-sınıflı toplumlarla birlikte gündeme gelip onun ürünü olduğu temel doğru fakat sorunun bir boyutunun da cinsiyet sorunu olup cinsiyetle bağıntısının olduğu da bir o kadar doğrudur. Kadının sınıfsal baskı ve sömürüye ek olarak bir de cinsel baskı ve sömürüye maruz kalması, yani gerici toplumsal değer yargıları temelinde de olsa, kadının salt kadın olmasından dolayı erkek/erkek egemen kültür tarafından baskı görüp sömürülmesi sorunun cins yanını da çıplak biçimde ortaya kayar, koymaktadır. Ki bu durum kadının sınıfsal baskı ve sömürüye ek olarak cinsel baskı ve sömürüye maruz kalarak çifte baskı ve sömürüye uğramasını da doğrular, kanıtlar…

Kadının bu durumu takip eden toplumsal aşamalarda da öz olarak devam ederken formel değişimler gösterdi. Elbette ki, toplumsal mücadeleler-sınıflar mücadelesi ve kadın mücadeleleri kadın sorununda önemli kazanımlar sağlayarak, feodal toplum olarak uzun süren orta çağ karanlığında kötülüklerin kaynağı olarak görülen kadından, seçme-seçilme hakkına sahip olan kadın statüsüne veya örgütlenerek mücadeleler verip daha ileri kazanımlara ulaşmış pozisyondaki günümüz kadınına gelinen aşama inkar edilemez. Fakat bütün bu pozitif gelişmeler kadının tarihsel olarak yerleştirildiği baskı ve sömürü mengenesinden kurtulduğu anlamına gelmez ya da kadın sorununun özünde aynı yakıcılıkla devam ettiği gerçeğini yadsımaz. Kadın sorununun cins özelliği taşıyan karakteri cins eksenli kadın mücadelelerini de anlamlı kılan bir zemindir. Bu anlamda feminist kadın mücadelesinin tarihsel olarak ileri olduğu teslim edilmek durumundadır. Buna karşın, kadın sorununun salt cins eksenli bir kadın mücadelesi olarak ele alınması sorunun özünü bütünlüklü olarak kavramayan hatalı ve son tahlilde burjuva bir yaklaşımdır. Çünkü kadın sorununun tarihsel gelişim ve oluşumundan günümüzde zuhur eden çehresine bakıldığında sorunun kesin biçimde bir sınıf sorunu da olduğu, sınıfsal soruna bağlı olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Ki bunu atlayan her görüş ve yaklaşım eninde sonunda burjuva çerçeveye oturarak kadın sorununda çözüm gücü olamaz, sorunu çözme yeteneği sergileyemez. Feminizm, kadına dönük baskıya karşı gelişen haklı bir tepki ve duruş anlamında, evet bu anlamda ilericidir. Fakat kadına dönük baskı salt cins baskısına indirgenemez. Sınıf baskının en ağır ve hatırı sayılır bir baskı olarak kadının köleliğini perçinleyip derinleştiren, en önemlisi de bu baskının sürmesini mümkün kılan bir temel olduğu inkar edilemez. Sınıf baskısını tali duruma düşürerek cins baskısını esas alan ve fiilen cins mücadelesini ya da mücadelenin cins özelliğini esas alıp öne çıkarak genel kaba feminist çerçeve son tahlilde ve özünde erkek egemen kültürün tersten temsili, kadın versiyonu ve başka bir türevi anlamına gelir. Günümüz kadın sorunu tarihte kalmış haklı tepkiyle ele alınıp giderilecek bir sorun değildir. Feminizm bugün esas itibarıyla geçerliliğini yitirmiş, yerini sınıf orijinli mücadele biçimine, kadının sınıf mücadelesiyle özgürleşme eylemine bırakmıştır. Eskinin metotları ve kavrayışıyla günün sorunları veya sorunların bugünkü niteliği aşılamaz. Bugün tek doğru ve gerçekçi biçim sınıf mücadelesidir, sınıf mücadelesinde birleşme ve sınıf mücadelesiyle özgürleşme yoludur…

Bütün bunlar ışığında sorulması gereken temel soruların başında, kadın sorununun nasıl ve hangi perspektifle çözülebileceği sorusu gelir. Kadın sorunu burjuva çözümle mi giderilir? Kadın sorunu kadının erkeğe karşı mücadelesi ile mi çözülür? Yoksa kadın sorunu sınıfların ortadan kaldırılması perspektifi ve mücadelesi ile mi ve bu bağlamda kadının erkekle birlikte sınıf zemininde örgütlenip mücadelesi ile mi çözüm yoluna girer, çözülür? Bu sorulara yanıt vermek doğru yanıtı almak anlamına geleceği gibi, doğru pozisyon almayı da gündeme getirerek bir dizi hatalı yaklaşımı ortadan kaldırır ve kafa karışıklıklarının giderilmesine katkı sunar. Kadın sorununun burjuva çözümle aşılabileceği savı başından beri sınıfta kalmış gerçek dışı tam bir paradokstur. Zira, sorunun kaynağı, nedeni ve sürdürücüsü bizzat burjuvazi, gericilik ve bilumum gerici sınıflardır. Çözümü buraya havale etmenin mantıki ve tutarlı bir yanı olmadığı açıktır. Yine sorunun aşılmasını, salt kadının erkeğe karşı mücadelesinde gören, belli haklı yanları olmasına karşın sorunu salt cins sorununa indirgeyen yaklaşım da hatalı olup, sorunu bütünlük içinde kavramayarak gerçek kaynağı olan sınıfsal özünden uzaklaştırma, dolayısıyla saptırma bakımından son tahlilde burjuva bir yaklaşım olur. Bir cins devrimini öngörmek fiilen sınıf devrimini reddetmek demektir. Sınıf devrimini değil de cins devrimini-cinse dayalı bir devrimi tasavvur etmek elbette ki burjuvadır, elbette ki paradokstur. Erkeğe karşı kadın devrimi, yani cins orijinli bir devrimi savunmak sınıf meselesini göz ardı ettiği açıktır. Yok eğer bu kadın devrimi, emekçi kadın devrimi olarak ele alınıyorsa, bu durumda da söz konusu savunu emekçileri cinse göre bölüp parçalayan özelliğiyle maluldür. Kuşkusuz ki kadın sorununa özgü sınıf devrimi içinde özel bir alan açılıp özgün ele alınışlar benimsenebilir. Sınıf devrimi sonrası süreçte de sosyalizm koşullarında kadın sorununa dair özel politika ve programlar geliştirilip yürütülmelidir de. Hatta kadın sorununa dair kültür devrimlerinden de söz ekmek gereklidir. Ama tüm özgünlük ve önemine rağmen kadın sorununun sınıf devriminden bağımsız olarak tarif edilmesi doğru değildir. O halde tek doğru çözüm yolu ve perspektifinin sınıf mücadelesiyle bütünleşmiş bir kadın mücadelesi veya özgünlüğe sahip sorun olma bağlamında kadın mücadelesini dikkate alarak salt sınıfçı bakış ve mücadeleden uzak duran, kadın sorununun tarihsel ve güncel önem ve özgünlüğünü dikkate alarak onu sınıf mücadelesine yediren, kadın sorununun bu özel karakterini es geçmeyerek sınıf mücadelesinde özel bir önem ve biçimle ele alan sosyalist perspektif tek doğru çözümdür. Sınıf orijinli bu perspektifin eksiklikleri reddedilmeden ve bu eksikliklerin giderilmesi perspektifiyle hareket edilmesi şartıyla kadın sorununda tek mücadele biçiminin sınıf mücadelesi olduğu kabul edilmek durumundadır. Bu üç metot dışında başka bir çözüm ve alternatif yöntem olmadığına göre ve ilk ikisinin alenen hatalı olduğuna göre, kadın sorununu sınıf mücadelesiyle çözmekten başka bir yol yoktur. Dolayısıyla kadının proleter devrimci saflarda sınıf mücadelesinde örgütlenmesi, bu sınıf hareketi ve mücadelesinin ise kadın örgütlenmesinde açılımlarda bulunup gerekli hassasiyetler gösteren yöntem ve araçlar devreye sokması ötelenemez bir zorunluluktur.

***    

Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte dünyanın her yerinde yaşayan kadınlar, asırlar boyu emekleri ve bedenleri ezilip sömürülenler, erkek egemen gerici zihniyet altında ötelenerek horlananlar, onurları çiğnenen, insan kimliği cinsi nedeniyle ayaklar altına alınanlar ve hiçleştirilmişler ordusu olarak son derece geri bir konuma sahip olarak yaşadılar, yaşamak zorunda bırakıldılar. Özel mülkiyet kendini ataerkiyle birlikte var edip İlkel Komünal toplum Köleci Topluma evirilirken, önce kutsallığını elinden aldığı kadını, mülkiyetçi özüne doğru orantılı biçimde köle haline getirdi. Feodal toplumun ortaçağ karanlığında kadın, dinin de yardımıyla şeytan ilan edilerek tümden toplumsal yaşamın dışına itildi… 18. Yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da feodalitenin kokuşmuş çağdışı iktidarına karşı toplumun tüm kesimleriyle birlikte, kadınların da desteğini alarak ‘’yeni’’ toplumsal sistemin, yani kapitalizmin temsilcisi olan burjuva iktidarı kurulmaya başlandı… ‘’Eşitlik, özgürlük, kardeşlik’’ sloganlarıyla yola çıkan burjuvazinin, ortaçağ karanlığının kara zulmü koşullarında özgürlüğe susamış özgün kesim olan kadınların desteğini kazanmasında şaşılacak bir yan yoktu. Yoktu çünkü burjuvazi çağın ilerici-devrimci sınıfı idi ve tasarladığı toplumsal sistem feodal topluma kıyasla ileri bir toplumu temsil ediyordu. Lakin burjuvazinin önderliğinde özel mülkiyete dayalı sınıflı bir sistem olan kapitalizmin, bu karakteri gereği ataerkini yok edip, kadına gerçek bir eşitlik ve özgürlük getireceğini beklemek bir hayal olacaktı ki, daha iktidara gelişinin üzerinden bir yüzyıl geçmeden bu gerçek alenen açığa çıktı, görüldü. Feodalizmle kol kola iktidar ettiği de tarihsel tanıklıkla açığa çıktı… Sermaye ve özel mülkiyetin iktidarına dayalı bir sistem olarak kapitalizm, güç, iktidar, tahakküm zemininde kıyasıya rekabet üzerinde yükselir ki, bu değerler tümüyle erildir. Bunlar, kapitalist sistemin dönemsel değil, günümüz aşamasında da vuku bulan ve onun özünü oluşturan karakteristik özelliklerindendir. Kapitalist ülkelerin yönetici sınıfları ve savunucuları, burjuva demokrasisini göklere çıkarsa da, gerçek şu ki, kapitalizm koşullarında ve burjuva demokrasisi şartlarında kadınlar en ağır koşullarda ezilip sömürülmekte, acımasız baskı ve zulme maruz kalmakta, onurları ayaklar altına alınmakta, alınıp satılan ticari meta durumunu ve daha fazlasını yaşamaktadırlar. Günümüz emperyalist kapitalist dünyasında kadının en temel haklarından yoksun olup, gerek sınıfsal ve gerekse cinsiyeti nedeniyle en ağır baskı koşullarında, ötekileştirilmiş bir kesim olarak toplumsal sistem hapishanesinin karanlık dar hücrelerinde yaşadığı, öldürülmesinden sakınılmayan bir köle, bir öfke boşaltma aracı haline getirildiği, hatta kapitalist sistemin yarattığı öfkenin kurbanı olduğu açıktır…

Bu objektif nedenler zemininde ev içi emeği görülmeyerek emekçi kadın konumu görülmeyen düzlemde en geniş kadın kitlelerinin, bilumum gericiliği reddetme bağlamında kapitalist sistemin eleştirisi üzerinden yükselen MLM ideoloji ve dolayısıyla Komünist partilerine yönelerek kendi sınıf partilerinde örgütlenip, kadın-erkek ilişkilerinde gerçek bir dönüşümün, gerçek bir eşitliğin ve giderek tam özgürleşmenin sağlanması doğrultusunda savaşım içine girmeleri tamamen anlaşılır olup bir o kadar da kaçınılmazdır.

Bu kaçınılmazlığın doğal seyri olarak 1. Enternasyonal ile başlayıp Fransa, Almanya, Rusya başta olmak üzere uluslar arası Komünist hareket içinde Clara Zetkin, Aleksandra Kollantai, Rosa Lüksembrg, Ines Armand, Adelheid Popp, Flora Tristan ve daha nice kadın dönemin toplumsal hareketleri içinde yer alıp, sosyal demokat partiler içinde örgütlenerek ağır bedeller pahasına kararlıca mücadele etti. Ekim devriminden sonra, sayısız kadın Asya ve Latin Amerika’da gelişen Sosyalizm, Halk Demokrasisi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri ve bunlara önderlik yapan Komünist ve devrimci partiler ile ulusal hareket orijinli partiler içinde ezilen sömürülen yığınların safında tereddütsüzce yer aldı. Yer almanın ötesinde önemli kahramanlıklara imza atmakla birlikte, Komünist hareket içinde derin teorik tartışmalar yürüterek ciddi roller üstlendiler. Kadınların tarihsel mücadele süreçlerine bakıldığında davaya bağlılık, fedakarlık, teorik kavrayış düzeyi, mücadelede öne çıkma gibi üstün değerlerde de muazzam bir portre çizdikleri görülür. Özellikle sınıflı toplumların gerici tarihine ait kalın zincirlere rağmen ve ona karşı sergiledikleri bu devrimci rol çok daha anlamlı ve değerlidir ki, bu, kadının en büyük zorluklara karşın sağlam bir özgürlük tutkunu devrimci olduğunu kanıtlar. Günümüz toplumsal mücadele süreçleri de kadının bu pratiğini ve militan devrimciliğini tartışmasız içimde ortaya koyar.

Dahası, kadın, erkek egemen toplumsal kültürün gericiliğinden ileri gelen bilumum baskı türevi zemininde tüm toplumla kendi başına mücadele etmek ve her an direnmekle yüz yüzedir. Aile içinde benzer mücadeleyle yüz yüzedir. Ev içinde olduğu gibi, çocukla da aynı mücadele zeminde ezilen ve mağdur olandır. Patron ya da işverenle en ağır şartlarda bir mücadele altında ya da halindedir. Sokakta, okulda, işyerinde, evde, kısaca tüm yaşam alanları ve tüm yaşamda aynı mücadeleyle kesintisiz olarak ve yorulmaksızın karşı karşıyadır. Kadın her an, her alanda ve her bakımdan sömürülen, baskıya maruz kalan, ezilen, horlanandır. Kısacası kadının dünü de bugünü de kuşatılmış bir yaşam olarak baskı ve sömürü cenderesindedir. Buna karşın, kadın direnendir, mücadele edendir, özgürlüğe tutkun olandır. Erkek egemen zihniyet ve sonuçlarına karşı isyandadır. Gerici sınıflar toplumsal sistemlerine karşı sınıf mücadelesi saflarında savaşandır. Çünkü baskının olduğu yerde isyan kaçınılmazdır. Dolayısıyla kadının en ağır baskı şartlarına karşın mücadelede yer alması, bağlılık ve fedakârlık zemininde kahramanlıklara imza atması anlaşılır olmakla birlikte, bir kadın doğasıdır da. Kadının emsalsiz baskılardan beslenen bu doğasını anlamak, kadını anlamanın eşiği, kadının devrim ve özgürlüğü uğruna mücadelede tartışmasız bir dinamik olduğunu kavramanın basamağıdır.

Kadın neden sayısal olarak mücadelede ya da Komünist ve devrimci örgütlerde azdır sorusuna yol açan sığ bilinç, tarihsel ve toplumsal olarak kadının bağlandığı zincirleri görmeyen, kadın önündeki engelleri anlamayan, kadının karşı karşıya olduğu gerici odakları ve gericilikleri es geçen ve bizzat kadını kuşatarak köleleştiren, kadının önüne yüksek ve kalın duvarlar koyan, son tahlilde bahsini ettiğimiz kadın doğasını anlamayan yaklaşımdır.

Kuşkusuz ki, kadına dönük bilinçli-bilinçsiz gerici baskı zinciri sadece gerici sınıf sistemleri ya da iktidarlarıyla ya da erkek egemen bu sistemlerin tayin ettiği toplumsal bilinç ve kültürle sınırlı değildir. Bireylerin baskıları ve bilinciyle de sınırlı değildir. Kadın sınıflı toplumlardan bağışık olmayan ve sınıflı toplumların bir ürünü olan, isterse Komünist nitelikte olsun devrimci sınıf hareketi ya da partileri içinde de gerici sınıfların baskısı kadar olmasa da belli bir baskıyla, sorunlu bakış açılarıyla karşı karşıyadır. İşte bu kadının ne denli ağır bir baskı ve kuşatılmışlık altında olduğunu çıplak biçimde ortay koyan bir gerçektir. Kadının mücadele ve örgütteki sayısal durumu sorgulanırken bu gerçeklik göz ardı edilemez. En önemlisi de kadın sorunu bağlamında yürütülecek tartışma ya da sorunun kavranmasına dönük gösterilecek çaba,  Komünist ve devrimci partilerdeki kadının durumunu incelemeye yönelmek zorundadır. Ki, soruna dönük kavrayın ilerletilmesi ya da sorunla doğru orantılı mücadele çabasının en önemli basamağı da burasıdır.

Kadın sorununun tarihsel ve güncel ayağı esasta erkek egemen örgütlenme özelliğine sahip gerici sınıflar toplumsal sistemleri ve iktidarlarıdır. Tali yan olarak da sınıf özelliğinin yanında bir cins sorunu olma özgünlüğü taşımaktadır. Bu anlamda kadın sorununun gerçekçi ve devrimci çözümü esasta, son tahlilde ve hatta doğrudan devrimci sınıf mücadelesiyle bağıntılı olup Komünist toplum doğrultusu taşıyan Sosyalizm perspektifiyle olanaklıdır. Ancak sorunun taşıdığı cins özgünlüğü yanı, sorunun bu yanına bağlı olarak özgün çözüm, mücadele ve örgütlenme biçimleri kapsamında ele alınmasını da gerektirir. Bu özgün yan, sınıf örgütlerinden bağımsız olmamak kaydıyla sorunun özgünlüğüne has kadın örgütü ve örgütlenmesini de ihtiyaç kılar. Nitekim program düzeyinde benimsenen ayrı kadın örgütü-örgütlenmesi bu bilinçle kararlaştırılmıştır. Dahası, kadın sorununda genel programa dahil edilen ilgili maddeler, izlenen somut siyaset ve belirlenen şiarlar aynı bilinç ve sorunda ileri adımların atılası çabasının ürünüdür. Kuşkusuz ki, bu adımları mütevazı çabalar olarak değerlendirmek durumundayız. Zira daha ileri adımların atılması ihtiyaçtır ve en önemlisi de teorik zemin ve kararlar düzeyinde atılan ileri adımların hem ilerletilmeye ve hem de sosyal pratiğe dökülerek söz-eylem zeminde somut pratik siyasetlerle maddi tutarlılığa kavuşturulması gerekmektedir. Bütün bu süreç ve görevlerde kadının rolü tayin edici önemdedir. Çünkü sorunu en iyi anlayanlar bizzat sorunu yaşayanlardan başkası olamaz. Kadını kendi sorununda ve sorununa karşı mücadelede erkek temsil edemez. Kadınsız bir kadın mücadelesi ve kadın sorununun çözümü rasyonel olamaz. Elbette sınıf niteliği esastır ama kadın bu nitelikten bağımsız değildir. Sınıf mücadelesinde kadın ve erkeğin sınıf tavrıyla ve sınıf birliği temelinde hareket etmesi elzemdir.

Toplumsal sistemler değiştirilmeden ve bu sistemlerin temsilcisi gerici sınıf ve iktidarları yıkılmadan, kadını ezip köleleştirerek kadın sorununa kaynaklık eden olgulardan, ne erkek egemen gericilik, ne sınıfsal gericilik ortadan kaldırılamaz, dolayısıyla sorunun kökleriyle tarihe gömülmesi ve kadının özgürlüğü sağlanamaz.

Önceki İçerikDHF: Bedenlerimize sıkılan kurşunlar meşru mücadelemize ket vuramaz
Sonraki İçerikAileler: Katillerin peşini bırakmayacağız!