“Türkiye’de solun nasıl bir çizgi izlemesi gerektiği hakkında en az solcular, sosyalistler kadar sağcıların da söz söylediği günümüzde, sol üzerine tartışılan temel nokta “değişim” üzerine kurulu.
Emperyalizm yerine küreselleşme, sınıf yerine sivil toplum, sosyalizm yerine demokratikleşme kavramları kullanılarak bu “değişim”in hangi yönde olması gerektiği de gösterilmiş oluyor.
Solu yeniden tanımlamaya çalışırken muhafazakârlarla da ortak bir zeminde buluşan sol liberalizminin Türkiye’deki serüveni nasıl başladı? Sol liberaller bu tarihsel ve ideolojik dönüşümü nasıl temellendirmeye çalıştı? Sol liberalizmin son yıllardaki en büyük ideolojik aracı olan Taraf Gazetesi hangi ihtiyacın ürünü olarak doğdu?
Aras Aladağ’ın Yüksek Lisans tezinin gözden geçirilerek kitaplaştırılmasıyla çıkan “Hegemonya Yeniden Kurulurken Sol Liberalizm ve Taraf” kitabı da bu sorulara cevap vermeye çalışıyor.
Biz de Aras Aladağ ile Sol liberalizm ve Taraf üzerine konuştuk.
Ufuk Atalay: Sol liberalizmin, dünyada, özellikle ‘refah devleti’ söyleminin krize girdiği 1970’li yılların başında söylev gücünü artırdığını görüyoruz. Peki, bu süreç Türkiye’de daha çok nasıl ortaya çıktı; sol liberalizm, bu topraklarda nasıl boy verdi?
Aras Aladağ: 1970’li yılların başından itibaren ‘Refah Devleti’nin krize girmesiyle, sermayenin birikim stratejisinde de bir değişim yaşandı. Daha önce ithal ikameci sermaye birikim modeli hâkimken, ihracata dayalı model kendisini dayattı. Uluslararası konjonktür değişti ve sermayenin uluslararası örgütlenmesinde böyle bir yapısal değişikliğe gidildi. Bunun Türkiye’ye yansıması da 24 Ocak kararlarıyla oldu. Fakat sınıf hareketinin güçlü ve toplumsal muhalefetin çok diri olması nedeniyle 24 Ocak kararları başlı başına bir çözüm olamadı. Dolayısıyla burjuvazi orduyu göreve çağırdı. 12 Eylül ile birlikte bu süreç pekiştirilmeye çalışıldı. Sermaye birikim modelindeki bu değişimle birlikte, aslında baştan aşağıya bir reorganizasyon sürecine gidildi. Liberal söylemin gerek sağda, gerek solda daha etkin bir şekilde güçlenmesi de 12 Eylül sonrasına denk geldi. Türkiye’de bu işin mecrası Yeni Gündem Dergisi üzerinden oluşmaya başladı. 1984’de Murat Belge’nin öncülüğünde çıkarılan dergi, solla liberal değerleri ciddi oranda buluşturma işlevi gördü. Üstelik bunu yaparken de muhafazakârlarla da, sağ siyasetle de ilişkilendirmeye çalıştı. Yalnız o dönem her ne kadar darbe sonrası bir dönem olsa bile sınıf hareketi tekrar toparlanma sürecine girdi. Toplumsal muhalefet birden bıçakla kesilir gibi kesilmediği ve tekrardan güçlendiği için Murat Belge’nin ve sol liberalizmin etkisi çok ciddi olmadı. Sadece bir tortu olarak arka planda kaldı. Özellikle “1989 Bahar Eylemlilikleri” ve 1990’larla beraber solun tekrar yükselişe geçmesi, bu süreci kesintiye uğrattı.
Ama net olarak şunu söyleyebiliriz: Sol liberal teorinin Türkiye’deki gelişimi Yeni Gündem dergisiyle olmuştur. Ama ete kemiğe bürünmesi, daha ciddi bir çekim merkezi oluşu Taraf Gazetesi’yle ve “Yetmez Ama Evet” gibi süreçlerde meydana gelmiştir.
Sol liberallerin muhafazakâr iktidara ve onun hegemonyasına eklemlendiğini söylüyorsunuz. Muhafazakârlarla sol liberalleri buluşturan zemin nedir? Ya da sizin tabirinizle, sol liberalleri muhafazakârlara eklemlenmesini sağlayan zemin nasıl oluştu?
12 Eylül sonrası Türkiye solunun önemli bir kısmında sol liberalizmin de etkisiyle Marksizm’e alternatif bir anlatı oluşturulmaya başlanıldı. Bu anlatının temel prensibi; doğu ve batı toplumlarını kategorik ayrıma sokup, Türkiye’nin de dâhil edildiği doğu toplumlarında sivil toplumların gelişmemişliği ve bunun üzerinden demokrasinin de gelişmemişliği üzerine bir anlatının oluşturulmasıdır. Aslında bu, bir nevi, sivil toplumu kapitalizmle ve piyasa ilişkileriyle ve bunları da demokrasiyle eşleyen bir gelişmişlik teorisidir.
Sol liberaller, Türkiye’de güçlü bir devlet geleneği olduğuna dair tezi ve bütün bir tarihi devletle sivil toplum arasında var olduğunu iddia ettikleri bir mücadeleyle tarif ettikleri için, popüler sağ siyasetin güçlenerek, mecliste daha güçlü bir temsille kendilerini ifade etmelerini, sivil toplumun bir tepkisi olarak ifade etmeye başladılar. Dolayısıyla da bunu devlet ile toplum arasındaki mücadelede, toplum ayağının güçlenmesi olarak yorumladılar. Bunun sağ siyaset olması, onlar için herhangi bir problem teşkil etmedi. Çünkü onlar buna sivil toplum tepkisi olarak yaklaştıkları için demokratikleşme sürecinin önemli bir unsuru olarak gördüler. Solun muhafazakârlarla yakınlaşmasının en önemli belirleyeni buydu. Yani devlet/sivil toplum çelişkisiyle açıkladıkları bu çarpık tarih yorumu.
Tabi bunun arka planında başka teorik argümanlar da var. Özellikle İdris Küçükömer’in, “Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur”, “Türkiye’nin gerçek ilericileri, doğucu-İslamcı halk cephesidir” gibi söylemleri referans alındı. Hatta Murat Belge, Taraf Gazetesi’nde bir serzenişte de bulundu. “Bugün İdris Küçükömer’i hatırlayan kim var?” diye yazarak, günümüzde mutlaka hatırlanması gereken bir teorisyen olarak altını çizdi. Çünkü meseleyi tam da bu şekilde yorumluyorlardı. Türkiye’de ilerleme süreçlerini sağ siyasete havale edip, onların seçimlerden güçlenerek çıkmalarını Türkiye’de demokratikleşmenin gerçekleşmesi olarak yorumladılar. Keza AKP’nin de son süreçte güçlenmesi, onların gözünde Türkiye’nin demokratikleşmesinin önemli bir parçasıydı. Belki de en önemli adımı olarak değerlendirildi.
Bununla ilgili şöyle bir örnek verebiliriz, Roni Margulies Taraf Gazetesi’nde açıktan şunu söyledi; “Türkiye nihayet Marksizm’e uygun bir ülke haline gelmeye başladı.” Bu ifadenin arka planında işte bahsettiğimiz teorik çıkarımlar yatıyor.
Yani şu, “Doğu toplumları batıdan farklıdır, burada sivil toplum gelişmemiştir ve dolayısıyla demokratikleşme süreçleri hiç başlamamıştır. Merkez/çevre çelişkisi hâkimdir. Devletle sivil toplum arasında bir çelişki oluşmuştur. Dolayısıyla burjuvazi de dâhil olmak üzere toplumsal kesimlerin tümü devlete karşı bir çelişki içerisindedir. Ama AKP ile birlikte nihayet Koç’ların Sabancı’ların TÜSİAD’ın yönettiği bir ülke haline gelmeye başladık. Marksizm’e uygun bir ülke haline gelmeye başladık”
Aslında bu Batı Avrupa’daki tarihsel gelişim süreçlerini, tarihin normal seyri olarak kabul edip, bunun dışında kalan süreçleri bir anormallikler tarihi olarak kabul eden bir anlayış. Bu aslında Marksizm’i de Batı Avrupa’daki örnekleri açıklayabilen bir noktaya getiriyor. Roni Margulies’in söylemine göre, artık Türkiye de Marksizm’e uygun bir hale gelmiş ve o normal sürece girmiş, dolayısıyla Marksizm’e dair mücadelenin yürütülebileceği bir ülke haline gelmiştir. Keza bunu “yetmez ama evet” sürecinde de açıktan söylediler.
“Vesayet sistemi tasfiye edildikten sonra asıl işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadele o zaman başlayacaktır. Ama bugün böyle bir mücadelenin zemini yoktur” anlamına gelecek birçok şey söylediler.
Sol liberallerin tarih anlatısıyla nasıl oldu da muhafazakârların tarih anlatısı birçok noktada buluşabiliyor?
Muhafazakârlar Cumhuriyet projesinin yukarıdan aşağıya bir tepeden inmeci yöntemle geldiğini dolayısıyla halkın değerleriyle barışık olmayan, ona yabancı değerlerin zorla ona dikta edilmesiyle alakalı bir süreç olarak yorumluyorlar. Bu anlamıyla, adını anmasalar da bahsettiğimiz devlet-sivil toplum ayrımına uygun bir anlatı oluşturuyorlar. Yani devleti aslında toplumdan yabancılaşmış, onu toplumsal ilişkilerden soyutlayarak ele aldıkları yabancı bir unsur olarak tarif edip, bütün bir toplumu onun dışında tutuyorlardı. Sol liberaller de, merkez-çevre ya da devlet-sivil toplum ayrımında, benzer bir yerden hareket ediyor. Toplumun bütün kesimleriyle devlet arasında bir çelişkiden bahsediyorlar. Buna da askeri bürokratik vesayet, ya da sadece vesayet diyorlar. Bu vesayet düzeninin toplumsal ilişkilerle bağının olmadığına dair bir söylem oluşturuluyor. Bu anlamıyla sol liberal teori ile muhafazakâr teori örtüşüyor. Bir örtüşme noktası da şu ki; sol liberaller Türkiye’deki feodalizm meselesini biraz da “Asya Üretim Tarzı” tartışmasından temellendirerek, Avrupa’ya özgü feodal süreçlerin yaşanmadığını, dolayısıyla çok parçalı küçük yerel merkezlerin oluşmadığını, çok güçlü bir merkezi otoriteden kaynaklı yerellerden sivil toplumun gelişmediğine dair bir teori ortaya atıyorlar.
Muhafazakârlar da benzer bir şekilde Türkiye’deki feodal yapının Batı’ya benzememesini kendine ait bir özgünlük ve “biz bize benzeriz” minvalinde bir anlayışla açıklıyorlar. Çünkü onlar da Batı feodalitesini sömürünün kaynağı, vahşi bir sömürü düzeni olarak tarif edip, Osmanlı’nın böyle olmamasını Osmanlı’ya dair ilerici bir özellik olarak tarif ediyorlar.
Bu anlamıyla da aslında sol liberaller ve muhafazakârlar Avrupa’dakine benzer tarihsel süreçlerden geçilmediği noktasında ortaklaşıyorlar. Tek farkla, muhafazakârlar Osmanlı son döneminde başlayan modernleşme hareketlerini ve Cumhuriyet’i bütün kötülüklerin kaynağı olarak görürken, sol liberaller Osmanlı ve Cumhuriyet arasında süreklilik kurup “güçlü devlet geleneği” gibi noktalara yoğunlaşıyorlar. Zaten buradan da merkez/çevre ve devlet/sivil toplum gibi ikiliklere ulaşıyorlar.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, burjuvazinin küresel olarak sınıf mücadelesinin sona erdiği ve tarihin sonunun geldiğine dair söylemi çok hâkim. Bu söylem, beli başlı boyutlarıyla, sola da sirayet etmiş durumda. Artık yeni bir dünya tahayyülünün bile mümkün olmadığı, kapitalizm içerisinde bir takım iyileştirmeler yapılabileceğine dair kabuller sola da bulaşmış durumda. Bunu Taraf Gazetesi’nde en net Nabi Yağcı, “alternatif kapitalizm” söylemi üzerinden ifade etti. Nabi Yağcı’nın “Günümüzde anti-kapitalizm dönemi bitmiştir, alternatif kapitalizm dönemi başlamıştır” söylemi esasında o tahayyülün yok olmasıyla alakalı bir şey. Yani sol liberalizmin siyasal ufkunun piyasa ekonomisine hapsedilmesiyle birlikte; emperyalizm, anti-kapitalizm, sınıf mücadelesi gibi kavramların da bir taraftan ayıklanması gerekiyordu. Sınıf siyasetinden uzaklaşma ve onun altını oyan yeni bir siyasal tavır, yeni bir dille inşa edildi. Bu anlamıyla demokratikleşme, küreselleşme, merkez-çevre ikilemi, devlet-sivil toplum mücadelesi gibi teoriler, özellikle Post-Marksizm’den de devraldığı bir takım kavramlarla, yeni süreci açıklamaya çalıştı.
Taraf Gazetesi, 1977 1 Mayıs tartışmasıyla, birçok sol örgütü asılsız, mesnetsiz iddialarla karalama çabası güden haberleriyle sizce tam olarak neyi hedefledi? Neden kendine böyle bir yayıncılık misyonu geliştirdi?
Aslında hedefledikleri şey Taraf Gazetesi’nde de dile getirildi ama Birikim Dergisi’nde Ömer Laçiner tarafından daha doğrudan da ifade edilmişti.
Özellikle AKP iktidarıyla birlikte sol liberallerin tartıştığı gündemin esası, solu yeniden tanımlamak oldu. Tabi bunu yaparken de solun geçmişiyle didişmeleri gerekiyordu. Solun geçmişinde yaptığı hataları, onun teorik alt yapısından kaynaklandığına dair bir takım veriler oluşturulmaya çalışılıyor. 1 Mayıs 1977 tartışması, Halil Berktay açısından tamamen buydu aslında. Birincisi; solun şiddetle olan ilişkisi ve dolaylı olarak Kürt Siyasal Hareketi ile olan ilişkisi, ikincisi; solun bütün olarak bir süreci yorumlama biçimi, sınıflar mücadelesi penceresinden olaylara bakması. Solun toplumsal ilişkileri ve değişimi o ilişkiler açısından yorumlaması, AKP iktidarını da bu sınıfsal perspektife yerleştirmesi sol liberallerin mücadele ettikleri teorik bir altyapı anlamına geliyordu.
1 Mayıs 1977 tartışmalarında da Halil Berktay salt olayı kimin başlattığı, nasıl oluştuğu gibi bir yerle sınırlandırmadı. Sürekli göndermeleriyle hedefinin solun zihniyet dünyası olduğunu vurguladı. Bunu yaparken de solu itibarsızlaştırma süreçlerine girmiş oldu. Bu katliamları, devletin içinde örgütlü güçlerin organize ettiği ayan beyan ortadayken, Halil Berktay tarafından solun üstüne yıkılmaya çalışıldı. Taraf Gazetesi’nde tartışmalı olan şey şuydu aslında; Halil Berktay köşesinden istediği kadar bu tarz şeyler yazabiliyordu, daha önce de yazdı zaten. Mesele biraz da Taraf Gazetesi’nin habercilik anlayışının ve editoryal tercihlerinin Halil Berktay’ın kullandığı dilin ve üslubun aynısını benimsemiş olmasıydı. Bu ise bahsettiğimiz solun yeniden tanımlanması, solun itibarsızlaştırılması ve yeni tip bir düzen içi alternatif oluşturabilecek bir solun yaratılması konusunda gazetenin duyduğu isteğin göstergesiydi.
Kitabınızdan referansla “hegemonyanın yeniden kuruluş sürecinde” Taraf Gazetesi başta olmak üzere birçok basın yayın organının ‘tarihin’ yeni dengeye göre tekrar yazılmasında da bir araç olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bütün iktidarların aslında iktidar olduktan sonra yaptıkları ilk iş, tarihi geriye doğru yeniden yazmaktır. Kemalistler de iktidara geldiklerinde tarihi geriye doğru açıklayan, kendi tezleriyle sistematikleştiren bir takım şeyler ortaya attılar. Muhafazakârlar da iktidarlarını sağlamlaştırdıkları vakit, yapacakları ilk iş, yeni bir tarih anlatısı oluşturmak, yeni bir resmi tarih oluşturmaktır. Bugün tarihe duyulan ilgi de bundan aslında. Çünkü hegemonyanın yeniden kuruluş sürecini yaşıyoruz; ve bu farklı bir mantaliteyle kuruluyor. Dolayısıyla tarihe dair yeni tezler ortaya atılıyor. Her iktidar kendi meşruiyetini tarihten süzülen bir zorunluluk olarak resmetmek ister, dolayısıyla bugünkü iktidar da bunu yapıyor. Yayıncılık alanına, kitap dünyasına bakıldığı vakit; tarih kitaplarının, yakın tarihe dair tartışmaların, polemiklerin ya da televizyon programlarının bu kadar yaygınlaşması, yine aynı şekilde aylık tarih dergilerinin artmaya başlaması, tam da bu hegemonyanın yeni kuruluş sürecinde, iktidarın geçmişe dönük bir tarih anlatısı oluşturma ihtiyacından kaynaklıdır. Gazetecilik açısından düşünüldüğünde Taraf, Zaman, Star ve diğerlerinin hükümetle yakın ilişkileri düşünüldüğünde, o tarih anlatısına günlük hayatta, aktüel siyaset bağlamında yaptıkları katkı açısından benzer işler yapıldığı söylenebilir. Kısaca bu anlatıyı topluma benimsetiyorlar.
Her ne kadar muhafazakâr basınla benzer refleksler gösterse de Taraf Gazetesi’nin hitap ettiği kitlenin diğerlerinden farklı olduğu aşikâr sanırım…
Hegemonyanın yeniden kuruluş süreci sadece toplumun belirli bir kesimine yaslanarak yapılacak bir şey değil. Toplumsal bir rızanın örgütlenmesi, toplumun değişik kesimlerinde yer alan kitlelerin benzer bir anlatıya razı göstermeleri üzerine oluşacağı için Taraf da bu anlamıyla özellikle daha entelektüel, sol ve şehirli orta sınıf kesime bu anlatıyı benimsetti. Bu anlamıyla AKP’nin iktidar sürecini gerekçelendirdi, bunun bir demokratikleştirme süreci olduğu anlattı. Bu tarih anlatısının oluşturulması sürecinde, kitlelerin ikna edilmesi anlamında önemli bir misyon üstlendi.
Kitabınız, AKP iktidarını, hegemonyanın yeniden kurulması olarak gösteriyor. Bu noktada burada kullandığınız hegemonya kavramını biraz daha açabilir misiniz?
Hegemonyayı kısaca, iktidardaki güçlerin kendi çıkarlarını toplumun değişik sınıf ve kesimlerinin çıkarları olarak benimsetmeleri ve ona rıza göstermeleri olarak kullanıyorum. AKP iktidarı tam da böyle bir hegemonyanın dağılma sürecinde gündeme geldi. 2000’li yılların başında Türkiye’de bir hegemonya krizi yaşandı. Esnaf eylemlerini vs. hatırlarsınız, artık yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor, yönetenler de eskisi gibi yönetemiyordu. Parlamento gözden düşmüş, kitlelerin mevcut partilere güveni kalmamıştı. Ekonomik krizle siyasal kriz üst üste binmişti. Tam bir kaos ortamı oluşmuştu. Tek eksik sokağa öncülük edebilcek, kitlelerle güçlü bağı ve örgütlülüğü olan bir sınıf hareketiydi. AKP dediğimiz proje, tam da bu sürecin başında parlatılıp önümüze sunulan, ABD’nin biraz da dış politikasıyla da iniltili olarak gündeme gelen bir projeydi ve hakikaten başarılı da oldu. Kitleler tekrardan düzene entegre edildi. Politikacılardan ve modern anlamda bildiğimiz siyaset kurumlarından artık ümidini kesen kitleler, tekrardan AKP etrafında toplanmaya başladı. Dolayısıyla hegemonyanın yeniden kuruluş süreci burjuvazi içerisinde oluşan yeni koalisyonun AKP ile iktidar olma sürecidir.
Yalnız 2002’de AKP iktidarının ne kadar süreceği kesin bir şekilde belli değildi. Ordunun müdahale edip etmeyeceği gibi soru işaretleri vardı. Bu konudaki belirsizlik Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla giderilmiş oldu. Burjuvazi bugüne kadar kendisinin iradesini temsil etmesi için, sözcülüğünü yapması için rol biçtiği Kemalizm artık ne konjonktüre, ne tarihsel sürece, ne de bölgesel koşullara uymuyordu. Burjuvazi bunun kendisine dar gelecek bir gömlek olduğunu fark etti ve bir muhafazakâr iktidara, ABD’nin de desteğini arkasına almış bir muhafazakâr iktidara razı oldu. Bu noktadan sonra, AKP’nin orduda ve bürokraside kendisine ayak direyen kalıntılara karşı tasfiye operasyonu, Ergenekon ve Balyoz operasyonları başlamış oldu. Burjuvazinin yeni koalisyonu bu operasyonların arkasındaydı ve bu noktada artık hegemonyanın yeniden kurulduğunu söyleyebiliriz.
Sol liberaller ise bu süreci “vesayetten kurtulma” olarak görüp büyük bir destek verdiler…
Evet, burjuvazi kendi içerisinde güçlenen yeni kliklerle hegemonyasını yeniden kurarken, sol liberalizm bunun bir “demokratikleşme projesi” olarak savunusunu yaptı. Bütün anlatısını vesayet üzerine oluşturdu. Vesayetin salt askerler eliyle yapılan bir şey olmadığını, bunu sivillerin de yapabileceği, sivil bir hükümetin de bir vesayet düzeni olabileceğini, tartışmanın içine bile sokmadılar. Bu olasılığı tamamen tartışma dışı tuttular. Toplumu ve siyaseti vesayet tartışmasına kilitlediler. Dolayısıyla AKP eliyle yapılan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını tamamen vesayet tartışması üzerine oturtarak bunu bir demokratikleşme projesi olarak sunup toplumsal meşruiyet kazanmasına yardımcı oldular.
AKP iktidarı boyunca çok ağır anti-demokratik uygulamalar yaşandı. Yüzlerce üniversite öğrencisi hapse atılırken KCK operasyonlarında akla hayale gelmeyecek gerekçelerle tutuklamalar yaşandı. Gazetelerdeki tüm muhalif sesler susturuldu. Bu noktada sol liberallerden ve Taraf Gazetesi’nden bazı çatlak sesler çıksa da, iktidarla bağları hiçbir zaman kopmadı. Sol liberalizm ve Taraf AKP’nin bu anti demokratik eylemlerine karşı sizce nasıl konumlandı?
Sol liberalizmin böyle bir çelişkisi var. Çünkü AKP’ye sürecin başında biçilen misyon, Türkiye’yi tamamıyla demokratikleştireceği, Avrupa Birliği uyum süreçlerinin layıkıyla yerine getirebileceği, sürecin hızlı bir biçimde oraya gideceği ile ilgili büyük bir beklentiye dayanıyordu. Ancak zamanla “içki yasağı,” “heykel krizi,” “dindar gençlik yetiştireceğiz” söylemleri, uzunca bir dönem Kürt siyasetinde militarist bir dilin benimsenmiş olması, askeri operasyonlara hız verilmesi, KCK tutuklamalarının olması, birçok gazetecinin gazetesinde yazamayacak hale gelmesi, yüzlerce öğrencinin hapishaneleri doldurması, hükümetin Roboski katliamının üzerini örtme girişimleri, Başbakan’ın Diyarbakır’da bir mitingde Diyarbakır halkına yeni bir hapishane sözünden başka bir şey vaat edememesi gibi gelişmeler, liberaller içerisinde “acaba?” sorusunu gündeme getirdi. Bu durum “Bu kadar demokratikleşme misyonu biçtiğimiz iktidar, nasıl oldu da bu kadar otoriterleşti” diye sordurdu. Aslında bu onların kendi çelişkisiydi, sürecin başında da bunların olabileceğini söyleyen insanlar vardı. Ama liberaller bunlara tamamen kulaklarını kapatmışlardı.
Bu süreçte liberalizmin daha içinden konuşan insanların itirazları oluşmaya başladı. Ahmet Altan da bunların içerisinden bir tanesiydi. Ahmet Altan “ne oluyoruz?” diye hükümete sormaya başladı. “Biz böyle bir şeye destek vermemiştik” diyen Ahmet Altan muhafazakâr basını da suçlamaya başladı. “Askeri vesayete karşı bir cephe oluşturmuştuk muhafazakâr basın ile birlikte, çok iyi bir şekilde süreci yürütüyordu ancak AKP iktidara gelmesiyle birlikte muhafazakâr basın iktidarın yanlışlarını görmemeye başladı ve biz ortada kaldık” minvalinde şeyler diyerek bir serzenişte bulundu. Ahmet Altan bunu gazetede dillendirenlerden bir tanesiydi. Ancak gazetenin içerisindeki başka liberaller, Ahmet Altan kadar eleştirel bir noktada değillerdi. Hala AKP’den medet umar pozisyondaydılar. Bu süreçte görüldü ki liberallerin belli bir kesimi AKP’den ümidi kestiler ve artık eleştirilerini artırmaya başladılar.
Özellikle sol liberaller başka bir çıkış yolları olmadıkları için, başka bir düzen tahayyülleri olmadıkları için ve güvendikleri bir toplumsal taban olmadıkları için muhafazakârlardaki o “demokratikleştirici dinamiği” -kendi söylemlerini kastediyorum- görmek istediler, o dinamikten vazgeçmek istemediler, çünkü kendi ayakları havada kalacaktı. Güvendikleri hitap ettikleri başka bir kitle yok. Geniş toplumsal kesimlere sundukları bir program yok. Dolayısıyla muhafazakârlardaki o demokratikleştirici misyondan vazgeçmek istemediler. Bunu geçici bir travma olarak yorumladılar. Keza Ahmet Altan’ın gazeteden ayrılıp Oral Çalışlar’ın gazetenin başına gelmesi de, gazetedeki liberaller arasındaki çelişkinin çözülememesi ve artık Ahmet Altan’ı dışarı itmesiyle alakalı bir süreç.
Politik eklemlenme sürecinin dışına çıkan Ahmet Altan ve onun Yazı Kurulu’ndaki söylemi, manşete taşınan ifadeleri, gazete içerisinde bir tepkiye neden oldu ve Ahmet Altan o ekiple birlikte o işi yürütemeyeceğini de anladı.
Yani sol liberalizmin ufkunun piyasa ekonomisiyle sınırlı olması ve alternatif bir söylem ve program geliştirememiş olması, muhafazakârlarla o ilişkiyi sürdürmelerine gerekli kıldı ve Ahmet Altan’ın o daha pür liberal söylemi çok barındırılamayacak bir noktaya gelmiş oldu. Oral Çalışlar’ın göreve başlayıp, Ahmet Altan’ın görevden ayrılması o krizin çözülme anıdır aslında. Gazete yazarları, o manşetlerden ciddi anlamda rahatsız olmaya başlamıştı, askıya alınan politik eklemlenme tekrar kurulmak zorundaydı. Çünkü, teorik arka planları, Türkiye tarih anlatıları ve muhafazakârlara biçtikleri misyon o eklemlenmeyi kaçınılmaz kılıyor ve politik olarak onun koptuğu anlarda, daha böyle kısa salınımlı süreçlerde o bir gerilim haline geliyor. Yani ayakları havada kalan bir süreç haline geliyor. Ve tekrar o eklemlenmenin kurulması gerekiyor.
ARAS ALADAĞ KİMDİR?
1981 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi İktisat Bölümü’nden 2008’de mezun oldu. Yüksek Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda 2012’de tamamladı ve aynı bölümde doktora eğitimine devam etmektedir.”