Hapishaneler tarihi ve 19 Aralık

Sınıf mücadelesinin zorunlu duraklarından biri olan hapishaneler; devrim ve karşı devrimin çatışmasının en eşitsiz koşullarda ve en keskin şartlarda sürdüğü alanlardan birisi olup, devrimci sınıf bilinçli tavır ile iradenin sınandığı bir mücadele siperidir. Bu siperdeki kararlılığın kırılması aynı zamanda toplumun da teslim alınmasında bir dönüm noktasıdır. Kuşkusuz bu tarihi direniş kendisine ilişkin çok çeşitli yorum ve eleştirileri de beraberinde getirdi. Ama direniş ülke sınırlarını aşarak dünyaya taşınan bir direniş örneği de oluverdi. Özellikle ideolojik, politik duruş ve özellikleri bakımından oldukça büyük tarihi zaferlere de imza atıldı. 19-22 Aralık Direnişi ve hapishaneler saldırısı 28 tutsağın katledilmesiyle tamamlanmış olmadı. Etin kemiğe yapıştığı, günün haftalara, haftaların aylara, ayların mevsime, mevsimlerin yıllara evirilmesiyle, direniş; kararlıkla sürerek devrimci iradenin ideolojik-politik kazanımına eviriliyordu

HABER MERKEZİ (22-12-2015)- Gazetemizin 113. sayısında yayınlanan„“Hapishaneler tarihi ve 19 Aralık ” başlıklı yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Toplumsal yaşama uyumlu insan, tarihsel süreç içerisinde ve buna paralel olarak uygarlıkların yanı sıra devletler de kurmuştur. Devlet gerçekliği, ezenlerin varlıklarının devamlılığı için ve aynı zamanda çoğunluk kesimleri kontrol altında tutabilmek amacıyla yaşamın her alanında kurumsallaşmıştır. Eğitim, sağlık, ekonomi gibi kurumların yanı sıra bir de hukuk eklenmesi kaçınılmaz kılınmıştır. Tüm bu kurumlar, insanın toplumsal bir yapıda huzur ve güven içinde, insani bir çerçevede yaşaması için adlandırılmışlardır. Ancak insanlık tarihinin evrelerinde devlet ve onu oluşturan kurumlar, insana hizmet ve gelecek var etme yerine, insanı kendine hizmetçi kılarak sömürgeci bir organa dönüşerek devam ede gelmiştir. İnsanın hak ve özgürlüklerini gasp edip, hukuksal haklarını yok sayan, insani olan bütün yaşamsallıkları manipüle eden kurumsallaşmış devletler insanlığa her yönüyle zararlı oldu. Kendi ilkel ve baskıcı yöntemlerini devam ettirebilmek için her türlü anlayışı ve uygulamayı kendi tebaasına reva görüp toplumsallığı ve sosyalleşmeyi felç eden, dolayısıyla toplumun temel taşı olan insanı etkisizleştirerek yaşam dışına atan mantaliteye ait sistemler, insanlık tarihinin yüz karasıdırlar. Bu kurulu düzenler, bireyin ve toplumun yaşamını sürekli tehdit eden gelişmelerdir. İnsani olan her şey; düşünce, kişilik, sevgi, inanç vb. istemler yok olmayla yüz yüze kalmıştır. Tüm bu tehdit ve tehlikeleri sezen insan doğal bir refleks olarak düşünsel ret ve toplumsal başkaldırıyı devreye sokmuştur. Aksiyonel boyutta bu düşünsel ret, kendini toplumsal başkaldırıya dönüştürüp başka dünya yaratma arayışına iter. İşte bu süreçte sömürgeci ve zalim devlet aygıtı, kendini yaşatabilmek için tüm kurumlarını siyasi, askeri ve hukuk kurallarını -bunların başında da hukuk denilen yargı gelir” seferber eder. Bu kurumlar daha çok bozuk sistemleri suni olarak yaşatmaya yarayan araçlardır.

Hukuk! Adından da anlaşılacağı gibi insan haklarını güvence altına almak için oluşturulan kurallar ve kanunlar bütünüdür. Fakat zalim sistemlerinde, hukuk; zalimane baskıları egemen kılan, meşrulaştıran, var olan sistemi yaşatmaya hizmet eden araçtır. Buna binaen hukuk kuralının temel taşlarından olan suç ve ceza olgusu da bu amaca hizmet temelinde oluşur. Ceza, toplumsal yaşamı düzenlemek için her türlü aykırılıkları düşünsellikte dâhil her türlü aykırılıkları susturmak için vardır. İşte bu cezanın indirilmiş hallerinden biri de cezaevi diğer adıyla hapishanelerdir.

Cezaevlerinin ceza çektirmek maksadıyla ne zaman ve ne suretle kullanılmaya başladığı tam olarak tespit edilmese de, suçluyu alıkoymak amacıyla olduğu kadar, onun iyileştirici bir araç safsatasıyla ilk olarak 1556 Hollanda tarafından Amsterdam’da inşa edilen cezaeviyle başlamış olduğu bilinmektedir. Tutuklular burada çalıştırılarak ıslah edilmeye çalışılmış. Hollanda’nın bu konuda açtığı hayırsız çığır Avrupa ülkelerine yayıla gelmiştir. 1667 yılında Filipo Franci adlı İtalyan rahip Floransa’da çocuklar için cezaevi inşa ederek tarihe geçmiştir. 1703 Papa II. Element bir kadın cezaevinin zorunluluğu ihtiyaç diyerek cezaevi inşa etmiştir. Birbirini izleyen bu cezaevleri inşasının ayrı bir rolü olarak 1772 yıllarında GANO cezaevi inşa edilmiş. Bu cezaevinin rolü, gece ayrılma, gündüz bir arada çalışma sisteminin ilk uygulanan yeri sayılır. Kuralları ise; çalışmayana yiyecek verilmez, tutuklular ahlaki kurallarına göre ayrıştırılır, mahkûmların birbirleriyle konuşmaları yasaktır.

1700-1800 yıllarında Avrupa ve o zamanlar kolonileşme döneminde olan Amerika’da tutuklulara insani muamele istemiyle reform hareketleri kendini göstermektedir. Dönemin reformistlerinden Johan Howar Avrupa’da ise William Penn hareketlerini görmek mümkün. Dönemin reformistlerinin tamamen kişisel etkinlikleri sayesinde ilk cezaevleri modelleri de çıkmaya başlar. ABD’de Walnut Street diye bilinen cezaevi, dünyanın sayılı cezaevlerinden olan Pensilvanya modelleri tarihte ilk cezaevleri olarak adlandırılabilinir. Günümüzün yüksek güvenlikli cezaevleri diye tabir ettikleri ise ilk olarak 1778’de ABD yapılmıştır. 1800 yıllarında Almanya, Fransa, İngiltere’de kullanılmıştır. Osmanlı’da ise cezaevlerinin adlandırılmasını zindan olarak biliriz. Zindan; karanlık, havasız ve önemli kale kuleleri olarak kullanılır. Burada tutulan insanların gereksinimlerini ise iyilikseverler karşılar. Yani Osmanlı tutuklulara yiyecek vermez. İlk olarak Osmanlı’da 1831 yılında İstanbul Hapishanesi (Hapishane-i Umumi) adlandırmasıyla ilk cezaevi kurulmuş olur. 1858 yılında ise yürürlüğe giren yeni yasayla suçlar ve cezalar sınıflandırılır. Özgürlüğü bağlayıcı ceza olarak iki yöntem vardır: Bunlar kürek cezası ve kale bentliği adıyla verilen cezanın kale içinde çektiği cezadır. 1926’da çıkan( “TC”nin kurulmasıyla) TCK ile cezaevlerinin Adalet Bakanlığı’na bağlandığını görürüz. Günümüzün hücre tipi olarak adlandırdığımız cezaevlerinin kuruluş amacının rastgele olmadığını bilmekteyiz. Bu öncelikleri olan, düşünülmüş, bilinçli, sistematik bir politikanın sonuç alma uğraşıdır. Mazlumların baş belası emperyalist ABD tarafından II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası gladio politikasının cezaevlerine yansımasıdır. ABD ve CIA gözetiminde, tanınmış psikologlar ve beyin cerrahlarının katıldığı davranış değişikliği yöntemleri üzerinde yürütülen deneylerden varılan sonuçtur. Bu programı en katı yöntemlerle tutsaklar üzerinde uygulayan Almanya, programın her bir maddesinin uygulayıcısı olmuştur. Mahkûmun kimliğini, kişiliğini yok edebilmenin idari ve psikolojik uygulamadan geçtiğini gösteren, insan düşmanlığı kokan bu maddelerden bazıları.

1- Tüm doğal ve gerçek önderler ayrı tutulmalı,

2-Beyin yıkama amacıyla uyum içinde de olmayan tüm grup ve etkinlikleri ayrı tutulmalı,

3-Zayıflıkları olanlar ve ihbarcılar ayrı tutulmalı,

4-Tutsakların kimseye güvenmemesi sağlanmalı,

5-Her türlü duygusal destek yok edilmeli,

6-Bulundukları ortam arkadaşlarına ve ailesine yazılması engellenmeli,

7-Karakter zayıflaması için teknikler uygulanmalı, aşağılama gibi yöntemlerle haysiyetiyle oynama,

8-Hakaret etme, suçluluk duygusu yaratma,

9-Uykusuz bırakma etkilenebilirliği sağlanmalı,

10-Sert cezaevi yöntemleriyle işkence yapma,

11-Görüşte sınırlandırmaya gitme,

12-Yazması ve okuması sınırlandırılmalı,

Bu uygulamanın sonuçları ve tecridin kişilik üzerindeki etkileri:

1-İşitsel ve görsel bozukluklar halüsinasyonlar görme,

2-Viral enfeksiyon artısı,

3-Kulak çınlaması,

4-Sinirsel tipte ağırlık,

5-Görme ve işitme bozuklukları,

6-Tümce büyümelerinin artması,

7-Uyku ve konsantrasyon bozukluğu,

8-Ruhsal çöküntü ve ilişki kurma korkusu,

9-Düşünme yeteneğinin zayıflaması,

10-Yönelim olanağının yitimi,

11-Depresyon,

12-Kilo kaybı,

13-Organ dengelerinde bozulma,

14-Duyarlılık ve uyarı açlığı,

Peki, bu kadar sonuçları var eden uygulamalara karşı geliştirilen açlık grevleri ve ölüm oruçlarının tarihselliğine ya da nasıl ortaya çıktığına kısaca bakacak olursak;

Dünyada ilk açlık grev, tarihçilere göre Hıristiyanlık öncesi İrlanda’da bir günlük olarak gerçekleştirilmişti. Bu pratikte, haksızlığa uğrayan bir kişi sabaha kadar haksızlığı yapan kişinin kapısının önünde aç beklermiş, bu tutum ev sahibi açısından onur kırıcı olarak kabul görürmüş. Diğer yandan Hindistan’da açlık grevlerinin geçmişi çok eskilere dayanır. Burada da açlık grevi; kişinin aç kalarak adaletin yerine gelmesi için yaptığı bir eylem olarak görülür ve Hindistan kültüründe önemli yer tutar. İngiliz sömürge idaresi tarafında 1922-1930-1942 yıllarında dört kez tutuklanan Gandi her defasında açlık grevi eyleminde bulunmuştur. Gandi’nin yanı sıra birçok Hindistanlı da açlık grevinde bulundu. Açlık grevi sonucu ölen Jatin Das ve 116 gün açlık grevi yapan Bhagat Singh bunlar arasında bulunur. 1952 yılında Hindistan’ın Andre eyaletinin ayrı bir idareye kavuşmasını isteyerek açlık grevine giren Potti Sreeramulu, eyleminin 58 gününde yaşamını yitirdi. Bu eylem idari olarak düzenlemeyi sağladı ve Sreeramulu bu eyleminden ötürü Andre eyaletinin kutsal kişisi olarak kabul görülmektedir. İngiliz cezaevlerinde ise 20 yy başlarında sıklıkla açlık grevi eylemleri görülür. Marion Dunlop, 1909 yılında kayıtlara geçen ilk eylemci olarak bilinir. İngiliz başbakanlık binasına taş attığı için cezaevine konulan Dunlop, açlık grevi sonrası serbest bırakılır. Aynı dönemlerde açlık grevi eylemcileri arasında cezaevleri idaresince zorla beslenilerek hayatlarını kaybeden tutsaklara rastlamamız mümkün. Mary Clarke, Jean Heavart, Katherina Fry bu tutsaklardandır. Bu eylem tarzının politik bir tutuma dönüşülürlüğü İrlandalı devrimcilerde ifadesini bulur. İrlanda tarihinde yer bulan açlık grevi, 1917 yılında ilk eylemci olan (IRA) bağımsızlıkçısı Thomas Ashe İngilizler tarafından zorla beslenerek öldürülür. Cork Belediye Başkanı Terence MacSeven Brixton açlık grevi eyleminde hayatını kaybeder. Açlık grevi eyleminde IRA üyesi olarak hayatını kaybeden ilk direnişçiler; Joe Murphy ve Michael Fitzgerald’dır. 1970 yıllarında çok sayıda IRA eylemcisi açlık grevleri eylemleri gerçekleştirdi. 1974 yılında Michael Gaughan adlı IRA eylemcisi de yine gardiyanlarca zorla beslenerek öldürülmüştür. 1976 yılında ise Frank Stagg adlı IRA eylemcisi de 62. gününde yaşamını yitirir. İrlanda tarihinde en büyük etkiye sahip eylem ise 1981 yılında gerçekleştirilen açlık grevi eylemi idi. İngiliz hükümetinin IRA üyelerine savaş esiri uygulamalarda bulunması üzerine açlık grevi eylemine giren on IRA üyesi hayatını kaybetti. IRA militanlarının verdiği mücadeleler sonucu, o yıl gerçekleştirilen seçimlerde Bobby Sands de milletvekili seçilmişti. Etki gücü de genişleyerek büyüyen açlık grevi eylemleri, ülkemiz hapishanelerinde de karşılık bulacaktı. Böylece ilk Ölüm Orucu eylemi olan Amed eylemine de ilham kaynağı olacaktı. Bu dönemlere denk olarak 1970 yılında iki RAF üyesi de Alman hapishanelerinde açlık grevi eylemiyle hayatını kaybedecekti. Yine Filistinli tutsakların da uzun süreli açlık grevi eylemleri İsrail hapishanelerinde iz bırakacak,  tarihi direnişler halkasında önemli yer bulacaktı. Amed zindan direnişiyle, açlık grevi eylemleri, 80’ler sonrası ülke cezaevlerinin her alanında yayıla gelen eylem tarzı olarak devrimci tutsakların başvurduğu direniş biçimlerinin esası olur. Metris, Kabakoz, Alemdağ, Davutpaşa, Erzurum, Adana ile hapishanelere çevrilen ülkenin her alanından cezaevleri direnişleri yükselir. Amed Hapishanesi’nden sonra Sağmalcılar 1984 Ölüm Orucu direnişi ve 4 devrimci şehitle teslim alınamayan devrimci irade kazanır. Ama hapishaneler devlet tarafından teslim alınması gereken ilk devrimci mevziler olarak görülmüştür. Her kriz anında ilk saldırı odağı olarak görülmüş ama her defasında da devrimci iradenin kararlı direnişiyle karşılaşmıştır. Dönemsel yenilgiler alınmış olunsa da tarihsellikler içerisinde önemli yer tutan şehitlerimizle kazandığımız 1996 Ölüm Orucu direnişi de; 12 şehit, onlarca gazi vermiştir. Direniş ise her bakımdan kamuoyu tarafından ileri düzeyde kitlesel sahiplenmeyle, ideolojik, politik duruş açısından tarihimizde özel bir yerde durmaktadır. 1996 Direnişi katil Mehmet Ağar genelgesini geri püskürtmüştür. Ama aynı yıl Amed’de katillerce gerçekleştirilen saldırıda 10 devrimci katledilmişti. Yine aynı yıl Buca, Ümraniye saldırılarıyla 7 devrimci tutsak katledilmiştir. 1997 Ağustos genelgesiyle ile de F Tipi tabutluklarının inşası başlatılıp saldırı süreci hızlandırılmıştır. Faşist diktatörlük direnişler karşısında alınan yenilgilerle geri adım atsa da, stratejik hedeflerinden vazgeçmedi. Örneğin; 2000 Ölüm Orucu öncesi 1999 Ulucanlar Hapishanesi’nde 10 devrimci, komünist tutsak işkenceler eşliğinde otomatik silahlarla katledildi. Onlarcası da yaralandı. Bu dönemde bir yıl içinde iki üç hükümetin yıkılıp kurulduğu şartlar altında, hâkim sınıflar, siyasal iktidarsızlıkla çalkantılar içinde idi. Hükümetin sömürgeci politikaları uygulamada zorlandığı, savaş ekonomisine dayanamayıp, yolsuzluk ve soysuzluğun kuralsız sınırlarda pervasızca sürdürüldüğü; işsizlik, yoksulluk ve enflasyonun başını alıp gittiği koşullarda hapishanelere saldırmayacağı düşünülemezdi. Yine bu süreçte, infazlar, kayıplar, yığınla çalışma yasasının çıkarılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, Kürt ulusuna bugünü aratmayacak düzeyde katliamların uygulanması, JİTEM ve kontrgerillanın cirit atması, gazetelerin bombalanması, örtülü ödeneklerin kişisel hesaplara aktarılmasının deşifre olması, Susurluk’ta açığa çıkan mafya-polis-siyasetçi birlikteliği ile toplumsal sorunlara eklenen ekonomik programın hayata geçirilmesi gerçekliğinde kurulan ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetinin ilk icraatı faşist saldırı politikalarının hayata geçirilmesi idi. Bu alanlardan biri de hapishanelerdi. Sınıf mücadelesinin zorunlu duraklarından biri olan hapishaneler; devrim ve karşı devrimin çatışmasının en eşitsiz koşullarda ve en keskin şartlarda sürdüğü alanlardan birisi olup, devrimci sınıf bilinçli tavır ile iradenin sınandığı bir mücadele siperidir. Bu siperdeki kararlılığın kırılması aynı zamanda toplumun da teslim alınmasında bir dönüm noktasıdır. Kuşkusuz bu tarihi direniş kendisine ilişkin çok çeşitli yorum ve eleştirileri de beraberinde getirdi. Ama direniş ülke sınırlarını aşarak dünyaya taşınan bir direniş örneği de oluverdi. Özellikle ideolojik, politik duruş ve özellikleri bakımından oldukça büyük tarihi zaferlere de imza atıldı. 19-22 Aralık direnişi ve hapishaneler saldırısı 28 tutsağın katledilmesiyle tamamlanmış olmadı. Etin kemiğe yapıştığı, günün haftalara, haftaların aylara, ayların mevsime, mevsimlerin yıllara evirilmesiyle, direniş; kararlıkla sürerek devrimci iradenin ideolojik-politik kazanımına eviriliyordu. Saldırı sonucu F Tiplerinde devrimcileri teslim alacağını sanan düşman yanıldı. F Tiplerinde politik teslimiyetin yaşanmaması düşmanı şaşırtıyordu. 19-22 Aralık’ı Kahramanlık Haftası adıyla anmamız bile direnişe yüklediğimiz anlamı göstermekte. Düşmanın planlı, organize gücüne, donanımına, kuvvetlerine ve araçlarına karşı çıplak bedenle direnen iradeyi güçlü kılan; sınıf mücadelesine bağlılık, yaşamsal ortaklık, yoldaşlık ve siper yoldaşlığına yüklediğimiz ideolojik donanımdır. “Öleceğiz ama asla teslim olmayacağız” sloganının pratikteki yaşanan karşılığı; 19-22 Aralık gecesi yakılan bedenler, kurşunlanan tenler ama teslim olmayan kararlı iradedir. Şehitlerin verildiği ve onlarca gazinin olduğu Ölüm Orucu Direnişi tarihsel değerdedir. Bu tarihi direnişi, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve dünya devrimci mücadelesinde ideolojik olarak edindiği siyasi zaferi silmeye hiç kimsenin gücü y!etmeyecektir. Evet, taktik açıdan yenilgiye uğramıştır. Direniş; zamanlama gerekse de talepler açısından haklı ve doğru yerdedir. Taktik yenilgimizi var eden nedenleri geçmişte kamuoyuna yaptığımız açıklamalarla ilan etmiştik. 19-22 Aralık Kahramanlık Haftası’nın tarihteki yerini, kararlı iradenin baş eğmezliğini, tarihten öğrenerek doğrularımızı büyütmeyi, yanılgı ve yenilgilerimizdeki zayıflıklarımıza karşı acımasız yaklaşarak ilerletiyoruz. 19-22 Aralık ve 2000 Ölüm Orucu şehitlerini saygıyla anıyoruz. Biz kazanacağız

Önceki İçerikDoğmadan çöküş dönemine giren “Yeni Osmancılık”
Sonraki İçerikMKP: ‘Soykırımcı kuşatmaya karşı çık Kürtlerin direnişiyle birleş!