Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin Suriye ve Ortadoğu satrancı!

Ortadoğu ve Suriye merkezli politik ve askeri stratejilerin bölge ve dünya özgülünde yarattığı ağır gerici savaş koşulları, bölge ezilen halkları ve mazlum ulusları açısından büyük bir trajedi yaratmış durumdadır. Bu ağır bilançonun sorumluları, yarattığı vahşi tabloyu gerekçe yaparak, “çözüm” adı altındaki arayışlarla bölgesel çıkarlarını, başka bir kesitten organize etmeye çalışmaktadırlar.

HABER MERKEZİ (02.03.2017)- Emperyalist güçler ve işbirlikçileri, Ortadoğu ve Suriye özgülünde “çözüm” üretme adı altında, birçok görüşme gerçekleştirdiler. Astana görüşmeleri, Münih Güvenlik Konferansı, Cenevre 4 görüşmeleri, ABD-AB ve Rusya merkezli emperyalist blokların farklı bölgelerde süren derin çatışmaların sahnelendiği görüşmeler oldu.

Ortadoğu ve Suriye merkezli politik ve askeri stratejilerin bölge ve dünya özgülünde yarattığı ağır gerici savaş koşulları, bölge ezilen halkları ve mazlum ulusları açısından büyük bir trajedi yaratmış durumdadır. Bu ağır bilançonun sorumluları, yarattığı vahşi tabloyu gerekçe yaparak, “çözüm” adı altındaki arayışlarla bölgesel çıkarlarını, başka bir kesitten organize etmeye çalışmaktadırlar. Yani savaş sahasında, askeri stratejilerle yaratılmaya çalışılan tablo, diplomasi alanındaki hamlelerle gerici çıkarların hesabında biçimlendirilmeye çalışılmakta, her karşılıklı askeri hamle, diplomatik manevralarda avantaja dönüştürülmek istenmekte ve diplomatik-politik sahadaki hamle üstünlüğü, karşılıklı yeni askeri hamlelerin zemini haline getirilmektedir. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin, diplomatik-siyasal alan olarak tanımladığı her görüşmenin öncesi ve sonrası aşamalarda, gerici savaşların hüküm sürdüğü sahalarda, askeri çatışma ve operasyonların yoğunlaşması, diplomasi ve askeri stratejilerdeki bu ilişkilenmeden kaynaklı bir sonuçtur. Bu anlamıyla “diplomatik ve siyasal bölgesel çözüm” adı altında, Astana’dan Cenevre 4 kesitine kadar gerçekleştirilen görüşmeler, emperyalist hegemonya çatışmasının derin yaşandığı görüşmeler olmuştur. Emperyalist güçler arasında kimi zaman “uyum“ kimi zaman söz düellosunun hüküm sürdüğü bu gerici platformlar, siyasal, iktisadi ve askeri tüm sorunların kaynağı olan güçlerin, bölge ezilen halkları açısından getireceği bir çözüm yoktur. Somut yaşanan, emperyalist hegemonya çatışmasının tüm dünya üzerindeki derin ve ağır çatışmaları ve bu çatışmalar ekseninde gerici çıkarların oluşan “dengelere” göre paylaşımı söz konusudur. Bahsi geçen tüm görüşmeler dahil, gerici güçlerin dünya kamuoyu nazarında yaptıkları tüm açıklamalarda, “soğuk savaş” dönemi kavramlarını kullanmaları, emperyalist ve bölgesel gerici iktidarlar arasındaki dalaş ve çatışmanın en yalın ifadesidir.

Suriye ve Ortadoğu’da, askeri ve politik nüfuz alanını genişletmek amacıyla, Rusya, İran ve Türk hakim sınıfları başta olmak üzere, bölgede rol verdiği gerici güçlerle, ”Suriye’de ateşkes” için Astana görüşmelerini gerçekleştirmişti. Gerek “muhalifler” olarak tanımlanan cihadist güçlerin itirazı, gerek ABD-AB emperyalist bloğunun Astana görüşmelerinde oluşan konsepte olan itirazı ve gerekse de, Rojava Kürdistan’ı özgülünde Demokratik Suriye Güçlerinin bu süreçte dıştalanması, bu görüşmeleri başından tıkayan etmenlerdi. Ki başından beri, savaş aktörleri olarak bölgede konumlanan her güç, ”barış” adına güttüğü siyaset, bölgede askeri ve politik nüfuz alanını genişletme amacı benimsemektedir. Bunun somuttaki karşılığı, bölgede uzlaşma değil, daha derin çatışmalar üretmek olmaktadır. Astana görüşmeleri akabinde, ”ateşkes süreci” ve bu sürecin Türkiye, Rusya ve İran hakim sınıflarınca izlenmesi ve denetlenmesi kararının ardından, Halep merkezli bölgede askeri çatışmaların derinleşmesi, gerici savaş aktörlerinin, barışı sağlayacak aktörler olamayacağı konusunda güncel veri olmuşlardır.

ABD-AB ve Rusya merkezli emperyalist bloklar arasında bölge özgülünde derinleşen çatışma ve hegemonya dalaşı, emperyalist güçlerin diplomatik sahası dahil, dünya üzerinde hakimiyet ve savaş kurumları olarak kurulan tüm birliklerine aynı düzeyde yansımaktadır. ”Münih Güvenlik Konferansında”, Rusya ile NATO arasında blok tarzında sürecin çatışmalarının damgasını vurması, emperyalist güçler arasındaki çıkar dalaşının geldiği düzeyi ifadelendirmektedir. Rusya Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov’un, ”soğuk savaş henüz aşılamamıştır. Bugünkü dünya dengeleri hala soğuk savaş yıllarındaki şema üzerinden sürmektedir. Bunun için Post-Batı dünya düzeninin değişmesi gerekir” açık ifadesi, kurtlar sofrasına yatırılan dünya üzerinde hırlayan çakallarla sırtlanların, avın büyük payını kapma hesaplarıdır. ABD ve AB emperyalist güçlerinin, NATO şemsiyesi altındaki askeri gücü, varlık nedeni olarak görülen SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasına karşın, dünya ölçeğinde bu güçlerin askeri stratejilerinde önemli bir rol oynayarak varlığını sürdürmektedir. Rusya’nın NATO bloklaşması olarak çıkarlarına risk gördüğü dönemin kapanması veya zayıflaması için, NATO’nun dağılmasına stratejik açıdan bakmaktadır. Ve Ortadoğu-Suriye özgülünde şekillendirdiği bölge siyasetinde, NATO’nun bölgedeki ayağı olan Türk hakim gericiliğini NATO’dan koparmak için son dönemlerde gerçekleştirdiği tüm hamlelerin hedefi, ”Güvenlik Konferansında”, Rusya’nın somut iradesi olarak bu açıklamalarla teyit olmuştur. Bir yandan bölge siyasetinde avantajlı hale gelmek için hamleler yapmak, ama diğer yandan hasımı olan emperyalist bloğun bölgedeki etkinliğini ve bu etkinlikte rol alacak olan kurumlarını zayıflatmak, emperyalist güçler ve bölgesel gerici iktidarların stratejilerini ve konjektürel siyasetini belirlemiştir.

NATO özgülünde, ABD ve AB stratejik ortaklığına devam etme iradesi yinelenmiştir.

ABD’nin uluslararası alandaki emperyalist saldırganlığının yeni Başkanı Donalt Trump’un “NATO modası geçmiş bir örgüttür” açıklaması, Rusya için kullanabileceği bir zemine olmuştu. Ancak Güvenlik Konseyi, Rusya’nın bu konudaki beklentisinin gerçekçi olmadığını ortaya koymuştur. Trump’un gölgesi olarak konferansta bulunan Yardımcısı Mike Pence, NATO güçlerinin bir arada olmasına dair kendileri ve emperyalist çıkarlar için yığınlarca önemden söz etmiştir. Transatlantik müttefiklerin birbirlerine karşı sorumlulukları, ABD ve AB emperyalist güçlerinin kader birlikteliği, ortak savunma politikası, yeni sürece göre donanımlı ortak ordulaşma, ”terörle mücadele konseptinde” ortak hareket gibi ana başlıklar, ABD-AB emperyalist güçleri özgülünde, NATO şemsiyesinde derinleştirilecek saldırganlık politikaları olarak öne çıkmıştır. Bütün NATO üyelerine, zorunlu getirilen bütçe miktarı, hızlı bir şekilde, sürece uygun geniş olanaklarla gerçekleştirilecek silahlanma anlamına gelmektedir. Gerek NATO şemsiyesi altında ve gerekse de, Almanya’nın merkez güç olarak yer aldığı, Avrupa Savunma Gücü projesi adı altında, emperyalist güçler, uluslararası alanda savaş stratejisine göre konumlanmada, daha boyutlu organize olmaktadırlar.

Kuşkusuz emperyalistlerin bu savaş sürecinin ana üssü, Suriye ve Ortadoğu’dur. Tüm bu görüşmeler trafiğini, Cenevre 4 görüşmeleriyle sürdürmeleri, sıcak bölge savaşında gerçekleştirilecek yeni hamlelerin diplomasi diliyle masaya yatırılması anlamına gelmektedir. Rusya’nın savaş sahasında yaptığı askeri hamleleri, Astana görüşmeleriyle biçimlendirip yeni hamlelere zemin yapması, ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın, Rakka operasyonu, İran’a karşı eski düşman tavrı, Kudüs meselesi gibi hamlelerle, ABD’nin bölgede zayıflayan askeri inisiyatifini yeniden ele geçirme çabası, bölgedeki dengelere yeni bir biçim verme sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu karşılıklı konumlanış, bölgesel gerici güçler nazarında da yeni tercihler yapmaya zorlayacaktır. Tam da bu kesitte, emperyalist güçler, kontrolden çıkmış bir çatışma ortamında, Ortadoğu batağında kaybolacaklarını bildiklerinden, ”çözüm” adına bazı diplomatik adımlarla, çatışmayı yönlendirmek istemektedirler. Bölgesel gerici çıkarları ve bölgeyi dizayn etme planında, kontrol altına alınmış bir DEAŞ cihadist gücünün ortak paydaları olması, süreçte öne çıkan ortaklık olsa da, bunun yerine konulacak hakim gerici güç meselesi, derin çatışma meselesidir. Süren Musul, Rakka, El Bab, Halep operasyonları, esasta bu konuda çözümsüzlük yaşamaktadır. Her bölgenin özgün çelişkilerinden kaynaklı, emperyalist güçler ve bölgesel ittifak gericilikler, işgal ettikleri alanlarda, ”istikrar” oluşturacak ortaklık yakalayamamaktadırlar. El Bab’ın yamacına kadar Rusya’nın icazeti ile yürüyen faşist işgalci Türk hakim sınıflar diktatörlüğü, iştah kabarttığı Rakka Operasyonunda,  ABD ile yeniden “stratejik müttefik” rolünü güncellemede, Rusya ile karşı karşıya gelmektedir.  Halep meselesinde, El Bab işgalinde, DEAŞ’ten “resmi üniformalı” hale getirilmiş güçler dahil, ÖSO da topladığı cihadist güçlerle ortaklık, Rusya, İran, Esad, Türkiye hakim sınıflar gerici “ortaklığını” zora sokmaktadır. ABD’nin YPG ile olan ilişkisi ve Türk faşist diktatörlüğünün,  Minbiç başta olmak üzere, Rojava’yı tasfiye etme planı, ABD’nin bölgede benimsediği planlarına zarar vermektedir. Bunun gibi sıralanacak çelişkiler yumağı, stratejik ve konjektürel planda, emperyalist güçlerin plan yapmasını zora sokmakta ve emperyalist ve gerici bölgesel güçler, gelişen dengelere göre, stratejik ve konjektürel olarak yeni politik planlar yapmaya itmektedir. Cenevre 4 görüşmeleri, bu manevralar kesitinde gerçekleşmiştir. Bazı cihadist güçler konferansa getirilse de, masa derinleşecek çatışmaların haberleriyle dağılmıştır. Planlanan yeni görüşmeler için, şimdi söz sırası yine askeri operasyonlardadır. Rakka, El Bab, Musul, Halep başta olmak üzere, konumlanan askeri güçlerin çatışmasının yaratacağı “dengeler”, yeni görüşmelerin, paylaşım hesaplarının zemini olacaktır. Şimdi her gerici güç, kirli savaş yöntemleriyle, hamle üstünlüğünü elde etmek isteyecektir.

TC’nin işgalci iştahı, gelişen dengeler içinde rol alma çabası ve Barzani görüşmesi.

Münih Konferansı başta olmak üzere, Diktatör Erdoğan’ın özel daveti ile Türkiye’ye çağrılan Barzani ile gerçekleştirilen görüşmeler, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün iç siyaset kadar bölge siyaseti açısından var olan planlarının sonucudur. Bölgesel güç dengelerinin “yeniden” dizayn edildiği bir süreçte, Rusya ile ABD arasında mekik dokuyan TC elini güçlendirmek için, bazı bölgesel “aktörlerle” bölgesel politikasına alan açmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz bunu tetikleyen ana etken, İran’ı hedef tahtasına koyarak bölge politikasına ve askeri stratejisine yön vermeye çalışan Trump’un ABD’ sinin, bölgeyi dizayn etme siyasetidir. Bu ABD’nin bölge politikasında niteliksel bir değişimden öte, zayıflayan askeri otoritesinin tesis edilmesi meselesidir. Bu yönelimin, bölgede daha derin çatışmalar yaratacağı aşikardır. Bu sahada belirli beklentilerle, kendisine alan açmaya çalışan AKP-Erdoğan diktatörlüğü, buna uygun bölgesel güçlerle temas kurmaktadır. AKP-Erdoğan diktatörlüğü, dış politikada attığı her adımda, iç politikaya da yön vermeye çalışmaktadır. Merkel, ABD’nin bazı kurmaylarıyla gerçekleştirdiği görüşmeleri, iç siyasette, özellikle referandum sürecini lehlerine çevirmede bir araç haline getirmeleri, buna açık örnektir. Büyük bir heyecanla, Barzani ile yapılan görüşmenin de bu ikili ayağı vardır. Özellikle “kararsız” ve “kazanılabilinecek” Kürtler üzerinde yapılan planda, Barzani görüşmesiyle yaratılan atmosferden medet umulmuştur. Bütün bunlardan öte, uzun bir dönemdir, iktisadi ve siyasal olarak, gerici çıkarlarda “uzlaşan”, Barzani-TC ilişkilerinde gerçekleşen bu son görüşme, bölgede gelişen dengeler içinde karşılıklı daha etkin rol alma arayışlarıdır. Kuşkusuz tartışılan bu rollerde, TC’nin ana planı, PYD ve PKK önderliğindeki Kürt Ulusal Mücadelesini bölgesel anlamda boğmaya çalışmaktır. Ama bunun için bölge siyasetinde kendisine alan açmak zorundadır ve Barzani ile bu konuda işbirliğine gidilmektedir. Yani Barzani ve TC nazarında buluşan gerici çıkarlar karşılıklıdır.

Her şeyden önce, güncel olarak İran, Suriye’de ve Irak’ta, Şii’ler üzerinde etkin olan bölgesel bir aktördür. ABD’nin “yeni” süreçteki politik yönelimiyle İran’ın etkisindeki gerileme beklentisi, AKP-Erdoğan iktidarını, buradan doğacak boşluğu cihadist Sünni güçlerle doldurma hevesi yaratmıştır. Erdoğan’ın Sünni Arap mezhebinin hakim olduğu körfez ülkelerine ziyaretini böyle okumak gerekir.

Cihadist Sünni Arap güçleriyle, bölgedeki politikalarına alan açmaya çalışan TC, Kürt ulusuna ilişkin politikasını da Barzani üzerinden şekillendirmeye çalışmaktadır. Trump ile birlikte, ABD politikasına bağlanarak yürümek isteyen Erdoğan-Barzani ikilisi, karşılıklı gerici çıkarlarını buluşturmaktadırlar. 2018’de Maliki’nin yeniden seçilmesi durumunda “bağımsızlık” referandumu yapacağını söyleyen Barzani, hem bu konuda, hem de Güney Kürdistan petrolünün taşınmasında TC’yi yanında görmek istemektedir. Bu gerekçe, TC’nin, Irak’ın sürecine dahil olma şansı vermektedir. Gizli kapılar ardında, Zumar ve Şengal’de askeri üs tartışmaları, bu sürece hazırlık olduğu kadar, TC için, Şii ağırlıklı Haşdi Şabi güçlerine ve PKK ye karşı olası kara hareketinde bölgesel avantaj sağlayacaktır. Somut olarak Faşist TC iktidarının, Kandil başta olmak üzere, PKK’nin konumlanma alanlarına kara hareketi dillendirmeleri, özellikle Zumar’da açılmaya çalışılan askeri işgal üssüne dair yapılan pazarlığın niteliği konusunda veri vermektedir.

Meselenin bir diğer ayağı da, Rojava Kürdistanı’na dair yapılan plandır. Minbiç işgali üzerinde iştah kabartan faşist TC, Suriye’de Barzani çizgisinde olan Roj Peşmergelerini, YPG’ye karşı alternatif bir güç haline getirmek istemektedir. Cenevre 4 görüşmelerine katılan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu Lideri El Ubde’nin barzani ile görüşmesi ve Peşmergenin Suriye’de aktif rol alma isteği, bu planın bir verisidir. Rojava Kürdistan’ını kuşatmak isteyen TC, bu hamle ile hem gerici politikasına alan açmaya çalışmakta, hem de ABD’ye karşı pazarlık gücünü arttırmak istemektedir.

“Biz artık Kürt kanı dökmeyeceğiz” diyen peşmergeye karşın, Barzani’nin bu kirli ittifakının Kürtler özgülünde bir karşılığının olup olmaması ayrı bir konudur. Yine, Kürt ulusunu inkar ve imhaya dayalı TC siyaseti, ABD ve Rusya emperyalistlerinin, gerici çıkarlarını merkez alan bölgesel siyaseti karşısında, güncel olarak etkisizdir. Bu anlamıyla, hem emperyalist ve hem de bölgesel gerici güçler açısından, çatışmalı gelişecek bu süreç, TC’nin bölge politikasına olumlu zemin sunan bir süreç olmayacaktır. TC dahil, tüm emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin, Rojava Kürtleri başta olmak üzere, bölgenin mazlum ulusları, ezilen inanç gurupları ve sömürülen, tüm yaşam hakkı kuşatmaya alınan halklarına karşı aldıkları her pozisyon, onları daha derin bataklığa sürükleyecek, bağnaz çıkarlarında çözümsüz bırakacaktır.

Önceki İçerikTaktik siyaset, perspektif ve siyasi yönelimimiz nasıl olmalıdır!
Sonraki İçerikDHF’den Gazi’de Hayır paneli