HABER MERKEZİ (28.07.2014)- “Cumhurbaşkanlığı seçimlerine günler kala hemen tüm toplumsal kesimler seçimlere ilişkin tavır ve iradelerini belirlemiş durumdadır. Bu tavır ve irade beyanlarına demokratik devrimci güçler cephesinden bakıldığında daha çok adayın niteliği anlamında kişi eksenli yaklaşımın egemen olduğu ama sınıfsal bir olgu olan devlet makinesinin önemsenmediği görülmektedir. Oysa mesele adaylar meselesi değil, adayın devralacağı görevin ne olduğu, bu görevin hangi devlet adına ve hangi anayasaya uygun yürütüleceği ya da hangi sınıfların anayasası ve devletinin temsil edilerek yürütüleceği vb vs meselesidir. Atlanamayacak gerçek devletin niteliği ve Cumhurbaşkanlığının devlet açısından tuttuğu yerle birlikte seçimlerle onaylanması istenen şeyin ne olduğu, sınıf niteliğinin yanı sıra halk kitleleri cephesinden meselenin neye kadir olduğu gerçeğidir.
Adayların niteliğinin tartışılması bu zeminde anlamlıdır. Elbette sayın Selahattin Demirtaş diğer iki aday olan Ekmeleddin İhsanoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan’dan sınıf niteliği, siyasi karakteri, pozisyonu ve demokratik kişiliği bakımından kıyas edilemeyecek kadar farklıdır. Farklı sınıf kulvarında bulundukları açıktır. Ancak dediğimiz gibi, sorun adayların niteliği değil, seçimlerin ve devletin niteliğidir. Halk kitlelerine ‘burjuva faşist devleti kim yönetmelidir’ sorusunu sormak saçmalıktan öte bir şey değildir. Halkın demokratik haklarını baskı altına alan, insanca yaşama koşullarını kurumsal şiddetiyle yok eden devlet mekanizmasını içerisinde sözde demokrasi koltuğu olarak gösterilen özünde faşizmin siyasi temsiliyetini simgeleyen cumhuru reis koltuğuna kimin geçeceği meselesi halkın sorunu değildir.
Cumhurbaşkanlığı seçimini demokrasi mücadelesi içerisinde değerlendirip bu kulvar içerisinde demokratik haklar mücadelesi adına bir talep belirtmek ve politika yapmak temsil edilen doğruların yanlış tarafından yutulmasına vesile olacağı gibi devletin cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden halk kitlelerine verdiği zehirli şeker ikramına sessiz kalmak anlamına da gelecektir.
Halka her türlü zulmü reva gören, onu ezip sömüren devlet makinesi halkın gücüyle onarılıp güvenceye alınamaz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak bu anlama gelir. Halkı düzene yedekleyerek onu güçlendiren tavra ortak olmak ağır ahlaki yükümlülüktür. Ne yazık ki, bilinçli toplumsal güçlerin ezici çoğunluğunun Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili tavır ve tutumlarına bakıldığında, buram buram reformizm ve politik körlüğün koktuğu görülmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk kez Meclisin seçme yetkisi dışında halkın oy kullanması biçiminde gerçekleşecek. Formel olarak ‘Cumhurbaşkanını halk seçecek’ ancak şefin (Erdoğan’ın) demokrasisi devreye girerek zaten oyun olan ‘halkın seçme’ esprisini gerçek manada tiyatroya çevirmektedir. İşte şefin demokrasisi;
a) Şef her durumda haklıdır.
b) Şefin haksız olduğu durumlarda a şıkkı geçerlidir!
Bu demokrasinin AKP’nin mevcut demokrasisinden ve somut olarak da ‘Cumhurbaşkanını halk seçecek’ safsatasından bir farkı yoktur. Biçimsel olarak şef ya da somut olarak AKP / Erdoğan’ın temsil ettiği gerici güçlerin diktasında halka tercih olarak iki seçenek sunulmaktadır ama seçeneklerin ikisi de yukarıdaki gibi aynı kapıya, yani Erdoğan’ın / Şefin ‘haklılığına’ ve onaylanmasına çıkmaktadır. Bir diktatör-şef olarak Erdoğan ve elbette AKP demokrasisinin çapı ve niteliği de aynı biçimsel demokrasiyi ifade ederek kapıyı her durumda Erdoğan’a açmaktadır.
‘Cumhurbaşkanını halk seçecek’ argümanı popülist bir siyaset olmakla birlikte, kaba burjuva bir hiledir de. Büyük bir demokrasi ve ilerleme propagandası eşliğinde ‘Cumhurbaşkanını halk seçecek’ deniliyor ancak adaylığın 20 milletvekili şartına bağlanarak adaylar parlamento temsiliyetine tabi tutulmuş, halkın ve politik güçlerinin iradesine ipotek konulmuş ve cumhurbaşkanı daha adaylık aşamasında milletvekillerinin onayına havale edilmiş oluyor. Dolayısıyla cumhurbaşkanını halkın seçeceği ifadesi bir çarpıtma ve burjuva bir hile olup özünde karşılıksız kalmaktadır. Halkın seçmesi iddiası açık bir manipülasyon ve aldatmacadır.
Belirtmek gerekir ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Kürt ulusunun politik dinamikleri içerisinde yer alan Selahattin Demirtaş’ın aday olarak katılması da bir ilk olarak değerlendirilebilecek bir durumdur. Kuşkusuz ki daha önce de Kürt kökenli olup ancak devletin “beyaz Türk’ü olan üst düzey devlet bürokratları vardır. Ancak Kürt siyasi hareketinin politik arenada temsiliyetini simgeleyen Demirtaş’ın ‘TC’ devletinin başına aday olması bir ilktir. Bu adaylığın Kürt Ulusal Hareketi’nin tartışma götürmez meşruiyetinin ‘TC’ devleti tarafından resmen kabul edilip tescil edilmesi bakımından ve daha birçok özelliği bakımından kuşkusuz ki Kürt ulusunun bir kazanımını ifade etmektedir. Fakat bu kazanım doğrultusunda seçime girilmesi yönüyle gereklidir belirlemesini yapmak tamamen yanlışın doğrular karşısında hakim hale gelmesini sağlamaktır. Çekinmeden ifade ederek dostlarımızı uyarmak devrimci görevimizdir. Demirtaş’ın adaylığının, bugün ülke siyasi konjonktüründe her halükarda Erdoğan’a yarayacağı açıktır. Daha da önemlisi, sayın Demirtaş da dahil olmak üzere her üç adaydan hangisi seçilse de devletin karakteri, hükümet veya yönetimin niteliği, sınıf iktidarının gerçeği değişmeyecektir. Bu bağlamda adayların kişisel niteliklerinin pozitif olmasının esasta bir önemi yoktur. Kişilerin geçici, kurumların ise kalıcı olduğu gerçeğinin, burjuva devlet ve iktidar için de geçerli olduğu bilinmelidir. O halde Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin politikada adayların kişisel nitelikleri üzerinden yaklaşım belirlemek kökten sakattır.
Boykot tavrımız tamamen sınıf siyaseti zemininde ideolojik-politik duruşumuzun tezahürüdür. Tavrımızın temeli ya da gerekçesi aday olan kişilerle ilgili değil, bilakis adayların temsil için soyundukları gerici devletin hiçbir şartta meşru görülemeyeceği ve kitlelere umut olarak sunulamayacağı gerçeğinden ileri gelmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ne belediye seçimleriyle ve ne de milletvekilliği genel seçimleriyle bir ve aynı değildir. Bunlarla kıyasta şu anki siyasi zeminde önemli nitelik farklılıkları taşımaktadır. Milletvekilliği bağımsız vekiller şeklinde olabildiği gibi reformist ve demokratik siyasi partilerden ve hatta bağımsız ya da başka biçimlerde sosyalist niteliğini öne çıkaran kişilerden mümkünken, Cumhurbaşkanlığı’nda göstermelik de olsa ‘partiler üstü’ pozisyonda, devlet güvenliğinin garantörlüğünü üstlenen denetçi, yalnızca devleti temsil eden, bunun dışında herhangi bir iddiası olmayan en üst devlet etiketli bir bürokratik mevkidir. Vekiller, belediye başkanları vb temsiliyetleri ifade eden sandık seçimlerinin hiçbirinin, Cumhurbaşkanlığı nezdinde kurulan bu sandık kadar kırmızı çizgileri yoktur.
Devletin temsil edilmesi, korunması ve devlet adına ya da devlet altında yapılan işlerin denetlenmesi gibi özellikler, Cumhurbaşkanlığı makamının şartları veya değişmez asli görevleridir. Dolayısıyla genel seçimlere ve yerel seçimlere taktik siyaset bazında girmekle birlikte, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin boykot edilmesi birbiriyle çatışan tavırlar değildir.
Özcesi, ‘Cumhurbaşkanını halkın seçmesi’, Cumhurbaşkanlığı adaylığına Kürt siyasi partisi eş genel başkanının da katılıyor olması gibi biçimsel yenilikler veya ilkler, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin özünü değiştirmediği gibi, Cumhurbaşkanlığı makamının sınıf niteliğini, devlet ve yönetiminin karakterini de değiştirmeyecektir, değiştirmemektedir. Hangi aday seçilirse seçilsin, son tahlilde onaylanan ve güven oyu verilerek meşrulaştırılıp umut olarak halka sunulmuş olan gerici faşist devlet ve sistem olmuş olacaktır.
Faşist devletin baskı, zulüm ve sömürü düzeni altında ezilen emekçi halk kitlelerinin başlarına bir burjuva faşist devleti onaylayıp rıza göstermesi bir seçenek olarak kabul edilemez.
Devlet mekanizması içerisinde yönetim çatışması yaşayan AKP’nin temsil ettiği gerici sınıflar kliği ile CHP-MHP’nin temsil ettiği gerici sınıflar kliğinin Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden birbirleri üzerindeki güç gösterisine gerekli en doğru cevap boykot tavrıdır.
Yukarıdaki bütün bu gerçekler zemininde seçimlerin boykot edilmesi demokratik haklar mücadelesini yürüten toplumsal güçlerin bir görevi ve sorumluluğudur.
Sayın Demirtaş nezdinde seçime toplumsal muhalefeti güçlendirme pozisyonuyla giren HDP ve dost güçlerin seçimlerden çekilip, demokratik haklar mücadelesi ekseninde boykot tavrını geliştirip, buradan bir farkındalık ve politik bir kazanım yaratması en doğru devrimci ve demokratik tutumdur.
Çeşitli millet ve milliyetlerden halklarımıza bin bir hileli propagandayla dayatılan, devlet cephesinde kazananın baştan belli olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminin özünün halkın devlet denetimi içerisinde tutulması olduğu ayan beyan ortadadır.
Tüm halkımızı Cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmeye ve geleceğini kazanmak için demokratik haklar mücadelesi cephesinde örgütlenmeye çağırıyoruz.”