HABER MERKEZİ(09.08.2017)-Faşist Kemalist sistemin kuruluşundan beri başta Kürtler olmak üzere ezilen uluş ve ulusal azınlıkların direnişini ve işçi ve emekçilerin sosyal kurtuluş mücadelelerini engellemek, dağıtmak ve kontrolde tutmak amaçlı başvurduğu başat yöntem olarak işkence; devrimci ve komünistlerin ve bir bütün Kürt ulusunun fertlerine ve ulusal azınlıklara “tattırılmış” zulümüm en yaygın, en sürekli biçimi oldu. Ama unutmamak gerekir ki bu araç keyfiyetten çok uzaktır. Küçük bir azınlık olarak egemenlerin, çoğunluğun üzerindeki yönetimi olarak dizginsiz sömürü ve terörizmi olan faşizm esasta işçinin ve emekçinin ürettiklerine giderek daha çok sahip olmak isteğinden gelen “hakkını almak” ve onları yaşamak yönündeki taleplerini karşılayacak temelden yoksun bir iktisadi yapının sonucudur. Faşizme başvuran tüm siyasal sistemler gibi “TC” de iktisadi zenginliğini kontrol etmekten yoksun, artı değerin ve doğal zenginliklerin emperyalizm kasalarına akmasının karşılığı ulusa ve halka ihanet içindeki bir azınlık diktatörlüğüdür. Ordusu NATO’nun çıkarlarını korumakla görevli kılınmış, polisinin ve istihbaratının önüne “komünizme karşı mücadele” stratejisi oturtulmuş, maliyesi emperyalist tekellerin fahiş faizlerle verdiği borçların aksatmadan ödenmesini sağlam kazığa bağlayan İMF programlarını uygulamaya göre örgütlenmiş bir devletin emeğiyle geçinenlerden daha fazla almaktan başka, halka verecek bir şey bulunmaz. Dolaysıyla aşağıdan, ezilenlerden gelen her istek, bir şey almayı içerdiğinden; devletlerin, talep eden sınıflara, sömürgeleştirilmiş uluslara ve soykırıma uğratarak mallarına zorla el konmuş ulusal azınlıklara, ürettiklerinden daha fazla pay almak isteyen işçi ve emekçilere, üniversitede gençliğe, entelektüel yaşamda toplumun tarihsel ve kültürel kastlarıyla mücadele eden aydına, bilim ahlakı gereğince serbestlik ve özgürlük isteyen bilim insanına verebileceği tek şey olarak şiddet kaldığından, işkence de şiddetin en sınırsız, en acımasız, en örgütlü yöntemi olarak “TC”nin yönetim tarzında kurumsallaştı. Bu öylesine medet umulan biricik yöntem oldu ki toplumsal muhalefetin yaygın örgütlenmeye dönüştüğü her seferinde devlet, doğrudan askeri darbe seçeneğini devreye sokarak zaten göstermelik bir hukuk metni işlevi gören “anayasayı” bile defalarca bir tarafa itti. Böylece işkenceyi devrimci örgütleri açığa çıkarmak, dağıtmak ve bulduklarını hapsetmek amaçlı kullanmanın çok ötesinde; her tür toplumsal muhalefeti bir daha muhalefet etme cesaretini göstermesinler diye devlete karşı çıkmanın ne tür dehşet verici bir sonucu olduğuna dair bir inanç oluşturmanın aracına çevirdi. Ve bu hedefe varıldığı, milyonlarca insanın işkencelere çekilmesi, yüz binlercesinin zindanlarda öğütülmesi, darağaçları, ailelerin parçalanması; çoğunun işini, birikimini, statüsünü yitirmesi; on binlercesinin yerini, yurdunu, köyünü ve ülkesini terk etmesiyle örnekleşti.
Hiç kuşkusuz, gelişme yasaları da diyalektiktir. Etken olanın etkinlini dönüştürmeyi kamçılayıp durur. Bu dehşet yönetme tarzının toplumdaki karşılığı, toplumsal bilinçte devletin giderek daha fazla meşruluğunu yitirmesi oldu. Uygulanan zülüm, “kutsal, güçlü ve yenilmez” olarak sunulan devletin ve onun kurumları olan ordunun, polisin, yargının ve hapishanelerin giderek daha çok bireyin, topluluğun gözünde nefrete karşılık düşen bir bilinç geliştirdi. Bu bilinç de sisteme karşı daha çok insanın tepkisini mücadeleye dönüştürdü. Devlet, kitlelerin uyanışını bastırmak için işkenceye ve hapishaneye başvurduğu her süreçte işkence ettiğiyle sınırlı olmayan, onun çevresi ve ait olduğu sosyal gurubun düşüncesinde kendine ait oluşturduğu bu yanıltıcı algıyı yıkmak zorunda kaldı. Her yıkılış doğal olarak devletin toplumsal bilinçte yeniden tanımlanması, her yeni tanımlama da bireylerin ve grupların yeni bir dil ve yöntemle haklarını ve özgürlüklerini savunması olunca, bu gelişme giderek hem sistemin daha açık hedeflenmesine hem de sistemin bu vahşi işkence yöntemine karşı birlikte hareket etme olanaklarını yarattı. İşte bu, şeylerin karşılıklı etkileşim yasası, devleti, sistemi hedefleyen devrimci örgütlerin bastırılması ve denetlenmesi amacını daha başka araçlar ve yöntemlerle gerçekleştirme arayışına itti. Kuşkusuz bu uzun süreli bir çalışma ve hazırlığı gerektirdi. Sadece ulusal çapta değil, uluslararası çapta işkenceci sistemlerin tecrübe ve teknik paylaşımlarını ortaklaştırmaları sonucu ulaşılan bir düzey olarak, sistemi 1980’lerin ortalarında başlayarak test etmeye başladıkları ve işkenceyle iç içe uyguladıkları “teknik takip, kontrol, dinleme ve önleyici çalışma…” yöntemine ulaştırdı.
Bu süreç yaşanırken devlet, 1970’lerin başında tümüyle yeni bir sorun olarak karşılaştığı, ideolojik siyasal hedefler doğrultusunda kurulan, örgütlenmesini ve mücadele yöntemlerini bu hedeflerine ulaşmak amacına uyumlu kılan, yöntem olarak silahlı mücadeleye başvuran THKO, THKP-C, TKP/ML ve PKK gibi örgüt tipiyle yüz yüze kalmıştı. Daha önemlisi de şu oldu ki, devlet aynı zamanda bu örgütlerin bilinmezlikleriyle tanıştı. 12 Mart ve 12 Eylül’deki işkencelerin genel geçer bir yöntem olarak derinliğine ve genişliğine bir uyulamaya dönüşmesinin “itici arzusu” bu yeni tipteki örgütlenmeyi anlamaktı. Anlamak ise; örgütlenme biçimini, mücadelenin amacını, yoğunlaşma alanlarını, eğitim tarzını, dayandıkları sosyal zemini, kadro tipini, hiyerarşisini, maddi teknik olanak edinme yollarını, ulusal ve uluslararası ilişkilerini vb. bilir hale getirmekti. Bu bir kez başarıldıktan sonra diyalektik, devletin kendini savunma çabasında da kendiliğinden gerçekleşecekti. Korku cesarete, güvensizlik güvene, sistemi korumak sistemi yıkma amacındaki her tür örgütlülüğü fethetmeye de açılan bir yol oldu. Ve 1980’lerin ortalarında başlayan bu yöntem arayışı 2000’li yıllara gelindiğinde tamamlanmış oldu.