Bu kapitalist-emperyalist sistemde hiçbir karar mekanizmasında yeri olmayan işçi sınıfının elindeki önemli silahlarından biri hiç kuşku yok ki üretimden gelen gücüdür. Yani grev yapabilmesidir. Bunu söylerken, işçi sınıfının tek ve biricik silahının grev olduğu iddiasında değiliz. Onun ve ezilen kitlelerin asıl ve biricik silahı elbette ki zor yoluyla iktidarı kuşanma silahıdır. Bunun için onun öz mücadele araçları vardır. Bunların başında da proletarya partisi gelmektedir. Makalemizin konusu bu olmadığından, meselenin bu yönü üzerinde fazla durmayacağız. Sadece gereksiz tartışmalara meydan vermemek adına esas anlayışımızı bir cümleyle de olsa belirtme gereği duyduk.

İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak, üretimi durdurma eylemi, kapitalistleri en çok korkutan eylemlerden biridir. Çünkü bu tür eylemler, bir yandan işçi sınıfının sisteme karşı örgütlenmesine vesile olurken, bir yandan da başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenler açısından bir güven unsuru da olabilmektedir. Hem örgütlenmek ve hem de kendine güvenmek kapitalistler açısından büyük bir tehlike. Bu “tehlike”yi örgütlemenin aracı olan sendikaların öneminin altını çizmek gerekir. Zaman zaman sendikalar olmaksızın da grevler örgütlenebilmektedir. Ama her şeye rağmen sendikaların önemini kulak ardı edemeyiz. Elbette her sendika, işçi sınıfının hakları için mücadele etmeyebilir, etmemektedir de. Bizim sözünü ettiğimiz sendikalar, devrimci-demokratik sendikalar veya sınıf sendikacılığıdır.

Ülkemizde başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan kesimlerin bazı ekonomik, demokratik kazanımlar elde etmek için veya sahip oldukları hakları korumak adına, özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren iş bırakma, protesto, iş yavaşlatma vb. farklı eylemler gerçekleştirdikleri bilinen durumdur. Bu eylemlerin birçoğu ‘yasal’ bir zeminde olmayan eylemlerdir. İşçilerin, en demokratik hakları olan sendikal hakları 20 Şubat 1947’de çıkartılan bir yasa ile verilmiştir. Grev hakkı ise, 1961 Anayasasında bir hak olarak yer almasına rağmen, bu hakkın pratik olarak kullanımı 1963’ten sonra mümkün olabilmiştir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da 15 milyon 987 bin 428 işçiden, yalnızca 2 milyon 280 bin 285 işçi sendikalı

Özellikle 1970’ler işçi sınıfının sosyal ve demokratik hakları için mücadelenin ve sendikalaşmanın en yoğunluklu yılları olmuştur. Sosyal ve demokratik hak alma mücadeleleri giderek siyasal hak talepli grevleri de içermeye başladı. İşçi sınıfı, üretimden gelen gücünü en görkemli bir şekilde kullanıyor, fabrikalardaki dayanışma eylemleri, sermayedarları uykusuz gecelere hapsediyordu. Devrim için, devrimci durum mükemmel bir seyir izliyordu. Ancak, devrimin sübjektif güçlerinin bu süreci doğru değerlendirdiklerini ve sürece uygun hareket geliştirdiklerini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Zaten 12 Eylül Faşist Askeri Darbesi karşısında alınan yenilgiler bunun en açık ifadesi oldu. Faşist askeri cunta, sadece devrimci harekete darbe vurmakla kalmadı, işçi sınıfının görkemli mücadelelerini de önemli ölçüde geriletti. Grevler yasaklandı, pek çok işçi, işten atıldı. Sendikalar kapatıldı. Hatta kimi emekten yana sendikaların mal varlıklarına el konuldu. Bütün bu saldırılara rağmen, 1980’lerin sonları ve 90’ların başlarından itibaren işçi sınıfı yeniden üretimden gelen gücünü kullanmaya başladı. 2000’li yılların ortalarına kadar süren yeniden toparlanma, örgütlenme çabalarının önü, bu kez, iktidardaki Türk-İslam sentezli AKP tarafından kesilmeye başlandı. Grevler, “yasal” kılıflar altında yasaklanıyor, en ufak bir hareketlilik devletin militarist güçleri tarafından zorla engelleniyor ve sendikalaşmanın önü devlet tarafından bilinçlice kesiliyordu. Sendikalı işçi sayısının belki de en asgari seviyeye indirildiği dönemdir bu dönem. Bazı verilere göre: Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da 15 milyon 987 bin 428 işçiden, yalnızca 2 milyon 280 bin 285 işçinin, yani işçilerin yalnızca yüzde 14,26’sının sendikalı olduğu belirtiliyor. Bu, 2022’ye ait bir veridir.

Özellikle, komünist hareket de dâhil, genel olarak devrimci hareketteki dağınıklık, durağanlık, kendiliğindenci ve genel olarak tasfiyeciliğin de etkisiyle mücadeleyi yeniden örgütlemek pek mümkün olmadı. Devrimci ve komünist hareket açısından bu süreç henüz aşılmış da sayılmaz. Ancak her şeye rağmen işçi sınıfı üretimden gelen gücünü tüm olumsuzluklara rağmen kullanmayı başarıyor. Ekonomik krizin ve faşist baskıların gölgesinde sosyal ve demokratik hakları için mücadele eden işçi sınıfı, özellikle 2022’den bu yana söz konusu koşullar altında pek “mümkün görünmeyen” önemli kazanımlar elde etti. Bu dönemde, işten çıkartmalara, hak ihlallerine, esnek çalışma koşullarına, işsizlik tehdidine, gözaltılar ve fiili saldırılara karşı, grev ve çeşitli direniş eylemleriyle karşılık verdi İşçi sınıfı. Kimi zaman istedikleri sonucu alamasalar da, çoğunlukla sermayedarlara geri adım attırmayı başardılar.

Tam 13 yıl sonra BBC’nin İstanbul şubesindeki çalışanlar greve gittiler ve istedikleri sonucu elde ettiler. Aynı şekilde Trendyol emekçileri demokratik hakları için kontak kapatınca, eylem İstanbul’dan sonra Eskişehir, Diyarbakır, İzmir, Mersin gibi ülkenin pek çok kentine yayıldı. Bu direniş karşısında patronlar vermek istedikleri yüzde 9’luk zam ısrarından vazgeçtiler. İşçiler verdikleri mücadele sonucu yüzde 39’luk zammın yanı sıra bir kısım sosyal haklar da kazandılar. O dönem 6 bin esnaf kurye çalışanının olduğunu da belirtelim. Sivas Divriği’deki maden üretimi yapan Erdemir’deki işçiler, patronun verdiği zammı yeterli bulmayınca, iş bıraktılar ve direnişlerinin sonucunda taleplerini elde ederek işe başladılar. Ankara Akyurt’taki Samur Halı işçileri, işyerindeki yetkili sendikanın patronla, işçiler aleyhine anlaşması sonucu işçiler, önce grup grup BİRTEK SEN sendikasına gizlice üye olmaya başladı. Durumu öğrenen işveren, beş işçi önderini tazminatsız olarak işten çıkarttı. Sonra 26 işçinin işine daha son verdi. Bunun üzerine işçiler direnişe geçti ve daha direnişin ilk gününde işveren işçilerin taleplerini kabul ederek, işine son verilen tüm işçileri geri almak zorunda kaldı.

Emek cephesi 2023 yılında ciddi fiili grev ve direnişlerle yılı sonlandırdı

Yoksulluğun pençesinde kıvranan ve uzunca bir süre korku çemberi içine alınan işçiler artık ülkenin pek çok yerinde demokratik ve sosyal hakları için korku çemberini kırıp grevlerde ve direnişlerde yerini aldılar. Tıpkı Smart Solar’da, TPI Composite’de, Koç Üniversite’sinde, birçok belediyede, Standard Profil’de, Soma’da, birçok inşaat sektöründe, Uzel Makine’de, Eczacıbaşı Esan Madencilik’te olduğu gibi işçi direnişlerine tanık olduk. Yanı sıra eğitim ve sağlık hizmetleri alanında da irili ufaklı direnişler oldu. Kısacası işçi sınıfı ülkenin pek çok yerinde ve pek çok iş kolumda grev ve direnişlerini sürdürdü. Grevlerin neredeyse yüzde doksanından fazlası fiili grevler şeklinde oldu. Yani “yasal” olmayan grevlerdi. 2022’nin ilk iki ayında, Emek Çalışmaları Topluluğu’nun verilerine göre Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde toplam 108 grev kaydedildi. Bunların dördü kamuda, 104’ü ise özel sektörde yaşandı. Çalışma, tamamına yakını fiili olan grevlerin 54’ünün tümüyle işçilerin inisiyatifiyle, 26’sının ise bağımsız sendikaların desteği ile gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Bu grevlere toplam 17 bin işçinin katıldığı belirtiliyor. İşçi sınıfı adına bunun çok ciddi bir gelişme olduğunun altını çizelim. Çünkü daha önceki yıllarda ülke genelinde, yılda ortalama 90-100 civarında fiili grevler olurken, 2022’nin ilk iki ayında bu sayının aşıldığını görüyoruz. Bu fiili grev dalgası 2023’te de ciddi bir biçimde devam etti. Ancak 2023 verileri henüz yayınlanmadığı için, ne yazık ki bizler de veri sunamamaktayız. Fakat emek cephesinin 2023 yılında da ciddi fiili grev ve direnişlerle bu yılı sonlandırdıklarını pratikten biliyoruz.

Bütün bunlar ne anlama geliyor. Biz devrimci- komünistler açısından önemli olan budur. Bunun bir tesadüf olmadığını, acımasızca sürdürülen sömürünün, baskının olduğu yerde, bu durum kendi karşıtını mutlaka yaratacaktır, bunda şaşılacak bir şey yok. Dizginsiz bir şekilde yükselen enflasyon, ödenen ücretlerin bunun çok çok altında kalması, iş cinayetleri, uzun çalışma saatleri, güvencesiz koşullar, işten atma ve sürgünler, komedyenlere malzeme olan asgari ücret, sosyal hak gaspları, yağmurun da ötesinde dolu gibi yağan günlük zamlar, açlık, sefalet ve üstüne üstlük bitmek bilmeyen faşist baskılar, gözaltılar, zindanlar vb. elbette ki başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin öfkesini kamçılayacaktır. Öyle de oluyor. Burada, grevlere ve direnişlere katılan işçiler arasında lise, ön lisans ve üniversite mezunu eğitimli gençlerin oranının bir hayli yüksek olduğunun da altını çizelim. Ayrıca, sadece kendiliğinden ve ekonomik taleplerle sınırlı olduğu sanılan bu eylemlerin neredeyse tamamında politik bir tepkinin, muhtevanın olduğunun vurgusunu da yapalım.

Komünistler fabrikalara, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye hiç zaman kaybetmeden dönmek zorundalar

Umut Sendikası Örgütleme Koordinatörü Başaran Aksu’nun şu tespiti gerçekten dikkate değer, kıymetli bir tespittir: “Eskiden işçileri biz arar bulurduk, şimdiyse onların taleplerine yetişmeye çalışıyoruz.” Öylesine bir kıskaca alınmış ki işçi sınıfı, patlamaya hazır bir bomba gibidir. Bunu sistemli bir şekilde artan fiili grev ve direnişlerde, sokağa inişlerde, tek adam diktatörlüğüne karşı olan sınıf kinlerini açıkça haykırışlarında görüyoruz. Bu, uzlaşmacı sarı sendikalardan umudunu kesen işçi sınıfının, devrimcilere-komünistlere açıktan yaptığı bir çağrıdır aynı zamanda. Bu noktadan sonra hala işçi sınıfına güven verilemiyorsa, bunun sorumluluğunu devrimciler-komünistler kendilerinde aramak durumundadırlar. İşçi sınıfı önemli ölçüde, tek çarenin direniş olduğuna karar kılmışken, komünistlerin buna önayak olmamaları elbette ki düşünülemez. Uzun süredir bir karabasan gibi işçi sınıfının üzerine çökertilen korku çemberi, iktidar olma mücadelesinin öncü gücü proletarya tarafından önemli derecede kırılmış ve ülke, işçi sınıfının fiili grevlerine, direnişlerine sahne olmuş durumdadır. Yani, devrimin objektif koşulları ve kitle hareketleri, hele de bunun içinde işçi sınıfı bir adım daha öne çıkmışsa gerçekten durum oldukça iyi demektir. Eksik kalan yanı, yani sübjektif koşulları oluşturmak, sürece sınıfın öncülüğü ve çıkarları doğrultusunda müdahale etmek komünistlerin elindedir. Bu, devrimci mücadelenin en acil görevlerinden birisidir. Toplumsal gelişmelerde tarihi fırsatların öneminin bilincinde olmak gerekiyor. Öyle anlar olur ki, ya sizi kitlelerle birleştirip ileriye taşır ya da o tarihi fırsatı değerlendiremezseniz dipsiz kör kuyulara itilirsiniz. İşte bugünkü yaşanan toplumsal gelişmeler, yarınlar için fırsatlarla dolu tarihi bir andır. Birincisi: başta işçi sınıfı olmak üzere, alttan alta yükselen emek dalgası, artık su yüzüne çıkmış durumda ve yarınlar büyük fırtınalara gebe. İkincisi: işçi sınıfı, sarı sendikalardan uzaklaşmakta ve sınıfa ihanet etmeyecek sendikalar yaratmanın peşine düşmüş durumda. Bunu adım adım ileriye doğru taşıdığına da tanıklık yapmaktayız. Komünistler, sendikalaşma ve yükselen sınıf hareketine dâhil olma, müdahale etme noktalarında gerekeni yapamazlarsa, bir tarihi fırsatı daha kaçırmış olacaklar. Mücadele ne olduğu yerde sayarak durur, ne de komünistlerin gelmesini bekler. Komünistler olmazsa, başkaları olan boşluğu doldurur ve mücadele tekrar sınıfın aleyhine şekillenmeye başlar. Bu yüzden komünistler, kendi asli mücadele alanlarından biri olan fabrikalara, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye hiç zaman kaybetmeden dönmek zorundalar.

Teorik söylemlerin dışına çıkmak gerekiyor. Basit çalışma tarzlarını, bir yığın plan ve programlarla karmaşık hale getirip içinden çıkılmaz duruma getirmenin manası yok. Basitten karmaşığa doğru pratik bir yol haritası çıkartmak günümüz açısından elzemdir. Öyle ise ne yapmalı: hiç eğip bükmeden ve zaman kaybetmeden başta işçi sınıfı olmak üzere emek cephesinin pratik mücadelesi içinde saf tutmalı ve kendimizi görünür kılmalıyız. Pankartlarımızla, bayraklarımızla ve örgütlü mücadele gücümüzle işçilerin, hizmet sektörü çalışanlarının yanı başında omuzdaşları ve önderleri olabilmeli, işçilerin güvenini kazanabilmeliyiz. Var olan devrimci- demokrat sendikaların içinde olabilmeliyiz. Hatta ihtiyaç duyulan yerlerde sendikalaşmalara gidebilmeliyiz. Devrimcilik, asalak bir yaşam biçimi değildir. Üretmek ve üretime katılmakla eşdeğerdir. Her devrimci, öncelikle üretim içinde olduğu alandakileri işçileri örgütlemekle kendisini görevli ve sorumlu kılmalıdır. Emek harcamayandan, emeğin değerini bilmesi beklenemez. Kuşkusuz, emek derken, sadece beden gücüyle harcanan bir emekten söz etmiyoruz. Emeğin her biçimi kıymetlidir. Hatta devrim için, layıkıyla çabalayan, zamanını mücadeleye ayıran profesyonel bir devrimcinin çabaları da devrim için harcanan önemli bir emektir. Derdimiz, emeğin değerini bilmek ve bilince çıkartarak onu hak ettiği yere taşımaktır. Bu da, doğrudan doğruya MLM dünya görüşü ışığında, pratik mücadelelerle mümkündür. Yani, teorik söylemler yetmez. Bununla birlikte, ille de pratik, ille de pratik gerçeğinin altını kalın harflerle çizmek durumundayız.

Biz komünistler iktidar yürüyüşümüzdeki adımlarımızı daha da sertleştirerek yürümek durumundayız.

Üretim içinde olmak ve sınıf kardeşlerimizle birlikte, sermayeye karşı canlı-kanlı bir kavgaya tutuşmak önemli ve gereklidir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin güvenini esas olarak ta böyle kazanabiliriz. Aynı tasa kaşık sallanmadıkça, uzaktan davul çalmanın fazla bir anlamı yoktur. Bu sadece uzaktan gelen hoş bir seda veya kulakları kötü bir şekilde tırmalayan ses olabilir. Üretimin içinde olmak elbette önemli, ancak bu, sınıfı iktidara taşımak için yeterli değildir. Mücadeleyi ilerletecek, omuzlayacak araçlara, önderliğe ve önderlere ihtiyaç var. Yani proletarya partisine, proleter önderlere, demokratik mücadele araçlarına… Bunlar olmadan sınıfı ve ezilen kitleleri iktidara taşımanın mümkün olamayacağını her komünist, her devrimci bilir.

Eksiklikleri, yetmezlikleri olsa da, elli yıllık şanlı bir mücadele tarihine sahip sosyalist devrimde ısrar eden, bedeller ödeyen ve ödeten bir proletarya partisinin olduğu, aslında işçi sınıfı ve ezilenlerin bundan mahrum olmadığı açık seçik ortadadır. Bugün özellikle ihtiyaç duyulan şey, somut durumun somut tahlilini doğru bir şekilde yapıp, ihtiyaçlara uygun taktik araçların yaratılması ve daha da önemlisi, güven veren profesyonel kadrolarla mücadelenin ateşten gömleğinin giyinmesidir. Belirttiğimiz gibi, tarihsel fırsatlar hiç kimsenin iradesine bağlı olarak oluşmaz. Belki birçok kez kaçırılan fırsatlar, bugün bir kez daha önümüze çıkma eğilimindedir. Buna, doğru ve zamanında müdahale edilemezse, tarihin bizleri af etmeyeceğinin bilincinde olmak durumundayız. Hiçbir şey olduğu yerde sayıp durmuyor ve hiçbir şey hiç kimseyi beklemiyor. Herkes kendi siyasal ve ideoloji cephesinden meselelere dâhil olmaya çalışır. Biz komünistler de kendi cephemizden meseleyi doğru ele alıp, yılgınlığı, korkaklığı, düzen içine hapis olmayı bugüne kadar olduğu gibi nasıl elimizin tersiyle itmesini bildiysek, bugün de iktidar yürüyüşümüzdeki adımlarımızı daha da sertleştirerek yürümek durumundayız. Aksi durum, sınıfa ihanetten başka hiçbir anlam ifade etmez. Biz böylesi bir ihanetin içinde olmadık, olmayacağız. Öyle ise şimdi görev, sınıfın üretimden gelen gücünün doğru kullanılması için, mücadele ateşini âmâsız, fakatsız bir şekilde harlama zamanıdır.

Önceki İçerikEmperyalist Dünya Gericiliğinin İşgal ve Savaşlar Konseptinde 2024 Yılında Olası Gelişmeler Üzerine Kritik!
Sonraki İçerikHalkın Günlüğü 37. sayı çıktı