HABER MERKEZİ(19.03.2018)- HG: Süreklileşen bir şekilde kriz, savaş, çelişki ve yine süreklilik arz eden yeni aktörler girdabında olan bir Ortadoğu gerçekliği bulunmaktadır. Özellikle ABD ile Rusya arasında bir kapışma alanı olan ve ‘’Vekâlet Savaşı’’ olarak tarif edilen Suriye savaşı ekseninde genel bir Ortadoğu değerlendirmesi yapar mısınız?
Faik Bulut: Öncelikle şunu tespit etmek gerekiyor: İki emperyalist büyük devletin yani ABD ile Rusya’nın bölgede ciddi bir paylaşım ve hegemonya mücadelesi söz konusudur. Fransa ise, Birinci Dünya Savaşı işgalinden kalan sömürgelerine (Lübnan ve Suriye) hükmetmek için bir şekilde gelişmelere müdahil olabiliyor. Bölgedeki paylaşım alanlarında hâkimiyeti olan hem de hegemonyayı kurmaktır esas amaç. Bu çerçevede roller, pozisyonlar değişiyor; hem siyasi hem de askeri konumlanmalar ve buna bağlı olarak müttefiklerde değişebiliyor. Bu arada kirli pazarlıklarda dönebiliyor. İlk tespit etmemiz gereken şey şudur; ABD başından beri Suriye savaşından bu tarafa dünya çapında gerileyen bir gücü temsil ediyor. Gerçi askeri bakımdan çok kuvvetli ve her zaman maceralara atılabilir, büyük bir savaşın kapısını da aralayabilir. Fakat stratejik olarak bundan 15-20 yıl sonrasına baktığımızda emperyalist ABD, Çar dönemi emperyalizmini canlandırmak isteyen Rusya’nın karşısında artık gerileyen bir güçtür. ABD, Obama zamanında Suriye’ye ilk müdahalesini, AB ve koalisyon güçleriyle birlikte gerçekleştirdi. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin destekledikleri İslamcı veya Batı yanlısı muhalif güçleri cepheye sürdü ama başaramadı. İstediği sonucu elde edemedi. Rusya’nın kararlı politikası ve ince taktikleri sonucunda ABD, neredeyse devre dışı kaldı. En azından amacına henüz ulaşamadı. Esad’ı devirip onun yerine muhalif dedikleri ÖSO gibi güçleri yerleştiremedi; kısacası düzen değişikliği yapamadı.
İkinci olarak tespit etmemiz gereken şudur: Genel bir saflaşmada şu anda Suriye, Rusya, Lübnan, İran kazançlı ve başarılı görünüyor. Bunu bir maça benzetirsek, maçın birkaç setini bunların aldığı görülüyor. Gerileyen güçler kimdir? Sırtını Batıya, ABD’ye dayayan muhalif güçler ve onlarla birlikte iş tutan devletler yani Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri. Bu devletlerin Türkiye ile müttefik olduğunu biliyoruz. Beraber başlattılar Suriye iç savaşını. Ancak bu ittifakta da çatlama baş gösterdi. Nitekim Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap Koalisyonu, yani Körfez ülkelerinden oluşan Katar, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirliklerinde iç kriz yaşandı. Katar bu koalisyonun bölge politikasına (İran, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye yönelik müdahaleci siyasetine) itiraz etti ve çekildi. Türkiye, Katar’ın tarafını tuttu. Katar biraz İran’a ve Türkiye’ye doğru yanaştı. Türkiye’nin tutumu, şu anda Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap koalisyonu ile çatışmalı bir durumda. Suudi Arabistan, İran’la büyük kapışmasında, yani bölge çaplı vekâlet savaşlarında Yemen’de başarılı olamadı, başarılı olamamak aynı zamanda gerileme demektir. İran’ın desteklediği güçler daha diri gözüküyor. Bölge çapındaki mücadele çok hızlı değişmekle ve devam etmekle birlikte genel görünüm böyledir. Suudi Arabistan, Lübnan hükümetini, oradaki İran uydusu sayılan Hizbullah örgütüne karşı kışkırtmaya çalıştı; bu yüzden Lübnan Başbakanını Saad Hariri’yi rehin alıp Hizbullah aleyhine demeç bile verdirtti. Bu arada Suriye meselesine eskisi kadar bulaşmak istemeyen Ürdün’e baskı yapmaya ve Filistin yönetimine İsrail’in barışını dayatmaya çalıştılar. Ancak beklenen sonucu elde edemediler. Ha bütün bu girişimler, baskılar, müdahaleler ve savaş kışkırtıcılığı biter mi? Bitmez; döne döne bu tür yolları denebilirler. Aynı düzlemde gizli bir ittifak kuruldu. Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap koalisyonu (Körfez ülkeleri) ile İsrail bu ittifakın içinde yer alıyorlar. Mesela kendisini geriye çeken Ürdün ile Suudi Arabistan arasına kara kedi girdi; bozuştular. O halde siyasi ve askeri manzara özetle şöyle şekilleniyor: Suriye rejimini yıkmaya çalışan devletler küsüştüler; onlara bağlı Suriye’deki örgütler (Feylak-ül Rahman, Ceyş-ül İslam, Ahrer-ül Şam, Özgür Suriye Ordusu/ÖSO, vs.) örgütler birbirlerine girdiler. Nitekim şu anda İdlib’de Türkiye ile Suudi Arabistan’ın desteklediği bazı örgütler, El Kaide’nin bölgedeki uzantısı El Nusra Cephesi (ve onun çatı örgütü sayılan Heyet-ü Tahrir-il Şam/HTŞ) ile çatışma halindeler. Burada Türkiye ÖSO, Ahrar-ül Şam ve Ceyş-ül İslam’ı siyasi ve askeri bakımdan El Nusra’ya karşı desteklerken; aynı zamanda El Nusra’nın militanlarını, Erbil operasyonunda rehber veya milis gibi kullanabiliyor. Bu durum, Efrin savaşında da görülüyor. Ama kimse bu işlerden bahsetmiyor veya farkına varmış değil. Bu kritik noktada Türkiye bir “fırsat taktiği” izliyor. Acaba nerde ve nasıl bir fırsat çıkar etrafı, gelişmeleri, dengeleri yakından gözlüyor.
HG: Bahsettiğiniz Ortadoğu’daki siyasal dengeler düzleminde Türkiye’nin durumu, pozisyonu ve rolü nedir?
Faik Bulut: Türkiye’nin politikası başından beri şöyleydi: Şam’a gireriz, Esat yönetimini deviririz. Bizim desteklediğimiz Müslüman Kardeşler örgütü gibi bir takım İslamcı örgütleri (Nurettin Zengi Tugayları, Türkistan İslam Partisi, Ahrar-ül Şam, ÖSO bileşenleri) onun yerine yönetime getiririz. Müslüman Kardeşler örgütü, yeni yönetimin omurgası olur; yanına yöresine de birkaç batıcı liberal, Suudi ve Katar’ın desteklediği örgütlerin temsilcilerini koyarız. Böylece vitrin tamamlanır. Hesap buydu fakat iki nednele bozuldu: Birinci neden, Batılılar önce Türkiye’yi bir hayli kışkırttılar Suriye’ye gir gir diye. Batılı ülkeler baktılar ki, Suriye rejiminin yıkılması sürecinde sahneye çıkanlar, alternatif liberal ve Batı yanlısı örgütler değiller. Tam tersine, Hıristiyan dünyasına karşı cihat ilan etmiş olan El Kaide ve benzeri (El Nusra, IŞİD, Ahrar-ül Şam, Ceyş-ül İslam, Feylak-ül Rahman, vs) belalı radikal örgütlerdir. Bu silahlı çeteler, aynı zamanda Avdupa ve Amerika’da cihat adına kanlı eylemler yapabilen gözükara militanlardan oluşuyor. Yetmedi; IŞİD’e katılanların bir kısmı Avrupa’da yaşadığı devletin vatandaşı olan kimselerdir. Kısaca gidişat ABD ve Batı için tehlike arz ediyor. Bu nedenle Suriye’ye askeri ve dolaylı müdahale konusunda bahsedilen devletler duraladılar; frene bastılar. Buna karşılık kendisini Osmanlının devam sayan ve bu nedenle fetihçilik, emperyal yayılmacılık rüyaları gören AKP iktidarı, kendini bir türlü frenlemedi. Sürekli gaza bastı. Yani Türkiye durduğu yerde duramadı; bu sefer, özellikle Suudi Arabistan ve Katar’la işbirliği halinde Suriye’deki muhalif militanlara siyasi ve lojistik destek sağladı. Batılı devletler bu politikaya itiraz edip Türkiye’yi durdurmaya kalkınca; bu kez AKP hükümeti, ikinci hamleyi yaptı: “Öyleyse gelin güvenli veya tampon bölge oluşturalım” önerisini getirdi. Fakat bu teklifler de NATO, AB, ABD nezdinde kabul edilmedi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Biz, oyun kurucu olacağız; bunu yapamazsak oyun bozucu olacağız” diyordu. “Bölgedeki her şey bizden sorulur; biz olmadan kimse bir şey yapamaz; bölgenin anahtarı bizdedir” mantığına dayalı oyun kuruculuk tutmadı. İşler aksi gitti ve Türkiye, başta Batılı müttefikleri olmak üzere dünya ölçeğinde tecrit oldu. Bu gerçeği kamuoyundan saklamak için “değerli yalnızlık” denen bir siyasi söylem icat edildi. İşe yaramayınca, bu sefer “oyunu bozarak sahneye çıkma” politikası denenmeye başlandı. Amaç, “Suriye pastasından bir şekilde pay elde etmek ya da pazarlık masasına eli güçlendirerek çıkmak” idi
Türkiye’nin mevcut pozisyonu şöyle; şimdiye kadar uygulanan siyasi, diplomatik ve askeri taktikleri çok kısa dönemler için sonuç vermiş görünse de orta vadede olmadı, olmayacak gibi gözüküyor. Bu durumda AKP iktidarının önünde iki yol var: İki süper devlet arasındaki çelişkilerin yarattığı boşlukları yakalamak için fırsat kollamak. Münasip bir anda boşluğu doldurup devreye girmek. Efrin operasyonu böyle bir şeydir. Rusya, ABD’nin bölgedeki varlığından son derece rahatsızdır. Türkiye’nin önünü açıp savaş meydanına soktu ki; hem ABD ile Türkiye arasındaki gerginliği üst düzeye çıkarabilsin, hem de ABD’ye biraz fazla yanaşmış görünen PYD’nin dersini verebilsin. Türkiye, sadece fırsat kollamakla kalmadı; aynı zamanda ABD ile Rusya’nın kapılarını da çaldı. Deyim yerindeyse her devletin aktif desteğini alabilmek için müşteri kızıştırdı. Buna da biz, “her önüne çıkan kapıyı çalma” taktiği diyelim. Dikkat ederseniz öyle oldu. Rusya ile olan uçak krizini biliyorsunuz, anlatmama gerek yok. Büyük Çar’ın izinden giden Putin çok ince bir hesapla, Rus diplomasisinin derin birikimiyle Türkiye’yi ABD ile çatıştırma, tokuşturma, uzaklaştırma, mümkünse onu NATO’dan ayırma politikası yürüttü. Bunun bir karşılığı olmalı. İşte Türkiye’ye küçük ödüller vermek gibi. Bu ödülün bir tanesi Türkiye’nin Cerablus, Azez, Bab gibi bölgeye girmesi oldu. İkincisi de, Efrin dediğimiz Ocak 2018 de başlayan operayondu. Putin, özellike hava sahasını açtı ki; bir yandan Amerika ile SGD arasına, diğer yandan Türkiye ile Amerikan yönetimi arasına çomak sokulsun. Mesela New York Times gazetesinde çıkan bir habere göre; SGD ile PYD, “Türkiye bölgemize girdi. Sen bize sahip çıkmadın. Dolayısıyla bundan böyle seninle birlikte IŞİD’e karşı mücadele meydanından çekileceğiz; askeri ağırlığımızı Afrin’deki direnişe vereceğiz” diyerek ABD yönetimini uyardılar. Amerikan yönetimi, bu haberi, maksatlı biçimde dışarıya sızdırdı. Çünkü raporu veren bölgedeki bir Amerikalı komutan. Niçin? Çünkü ABD Savunma Bakanlığı, Tillerson’un Ankara’daki ziyaretinde AKP’ye tavizler verdiğini düşünüyor. Bu tavizler, PYD ve SGD’nin aleyhine, Türkiye’nin lehine görünüyor. Ayrıca bu raporu açıklama, ABD açısından hem Türkiye hem de Rusya’ya bir uyarıdır. PYD sahadan çekilirse, IŞİD ve El Kaide türü İslamcılar kazanır; bu durumda ben, tekrar askeri gücümle devreye girerim demek istiyor Amerikalı yetkililer. Buradan hareketle denebelir ki; esasında Türkiye, Efrin’de henüz istediğini bulamadı; beklediği sonucu da alamadı. Yabancı basın (Batı medyası, Arap basını, Kürt basını, vs) bu yönde değerlendirme yapıyor. Belli ilerleme var fakat bunun sonu karanlık gibi görünüyor. Gün geçtikçe, dünya kamuoyu, Türkiye’nin bu operasyonuna karşı çıkacağa benzer.
ABD’nin hesabına bakalım. Onlar diyorlar ki; madem biz, Suriye’nin batısında yanı Efrin, Şam, Halep gibi Akdeniz’e kıyısı olan Suriye’nin topraklarında yokuz. Madem buraya Rusya’nın hâkimiyet alanı diyoruz. O halde biz, IŞİD’e karşı Kürtlerle (PYD ve SGD) zaten iş tutuyoruz. Bunlarla birlikte IŞİD’e karşı uzunca mücadele ettik. Bunlar da etkili ve vurucu bir gücü temsil ediyorlar. Türkiye’de bize mazarrat çıkarıyor. En iyisi Kürtlerle işi ilerletelim.
ABD, bu mantığı kullanarak PYD ve SGD üzerinden bölgede hak iddia etmeye başladı. Amaç, Kuzey Suriye Federasyonu denilen bölgeyi destekleyip oraya askeri yığınak yapmak, üs kurmak. Hatta Şengal bölgesini bile askeri hâkimiyet alanı ilan etmek. Bu mantık, Rusya ile ABD arasındaki bölge paylaşımı için varılan mutabakata aykırı değil. Çünkü ikili anlaşmaya bakılırsa Suriye’nin batısını Rusya, doğusunu (Irak Kürdistanı ve Musul’a kadar uzanan bölge) ise Amerika alacaktı.
Peki, ABD niçin doğuyu hâkimiyet alanı olarak istedi. Çünkü Rusya, daha erken işe koyulup batıdaki bölgelerde hava ve deniz üssü kurmuş; bölgeye asker yığmıştı. ABD oraya girmek isterse, büyük bir savaşı göze alması lazım. Öte yandan doğuya doğru açılmak demek, ileride İran’ı çembere almak demektir. İsrail ile Suudi Arabistan, böyle bir kuşatmayı uzun zamandan beri istiyorlar. Amerikan yönetimini de, buna razı etmek için aşırı gayret sarf ediyorlar. Suudi yanlısı Körfez ülkelerinin isteği de bu yönde. Amaç şudur: Bir taraftan Lübnan’da Hizbullah örgütünü etkisiz hale getirmek; diğer yandan İran’dan medet uman Hamas’ın önünü kesmek ve esas olarak İsrail’in İran’ı vurup ona diz çökertme planını hayata geçirmek.
Burada sınırdaş olan Irak’taki Kürdistan ve Suriye’deki Rojava bölgesi; ABD yönetimi, bir anlamda buralarda yerleşirtiğinde İran’ın kuşatılması kolaylaşacağını düşünüyor. Bana kalırsa onlar İran’ı yenemezler ama bu ülke yönetiminden tavizler kopartmak, diz çöktürmek onları hizaya getirmek gibi bir planları var. İşte, Amerika Kürtlere ilişkin böyle bir plan ve proje hazırlığındayken Türkiye ile sürtüşmeler başladı. Gerginlik ve sürtüşme, Rusya’nın işine yaradı. Putin, Türkiye’yi yanına alarak bir anlamda Kürtlere ders vermeyı ve AB’ye kafa tutmayı esas alan bir siyaset izledi. Tam da bu noktada AKP iktidarı, üç ülkedeki Kürt hareketleriyle çatışma yolunu tercin etti. Hendek ve özyönetim meselesini bahane ederek 2015 ve 2016 yılı boyunca 11 şehri adeta yerle bir etti; insansız bıraktı. Eylül 2017’de ise Kürdistan bölgesindeki referandumu gerekçe göstererek İran ve Irak’la birlikte orayı siyasi, askeri ve ekonomik kuşatma altına aldı. Ocak 2018’de ise Afrin’e yönelik büyük bir operasyon başlattı. Dikkat edilirse, bu çatışmaların ana ekseni Kürt meselesidir. Hem Türkiye’deki ve hem de Rojavadaki ve Irak Kürdistan bölgesindeki Kürt meselesidir. Bunu iyi görmek lazım. Türkiye’nin yüz, yüz elli yıllık iktidarlarının anti Kürt politikaları yeniden depreşti. Doğrudur; 25 Eylül 2017’de Barzani; çok hesapsız, kitapsız biçimde hareket ettiği; oradaki Kürt partilere, parlamentosuna danışmadan, hatta uluslarası güç dengelerini iyi değerlendiremeden tek başına referanduma gitmeyi kararlaştırdı. Oysa ABD’nin tavrı çok açıktı. Berzani’ye dedi ki; “ Şimdi zamanı değil; referandumu erteleyin!” Tabii ki ABD, oradaki menfaatleri açısından ertelemeyi istiyordu. Çünkü kendince bir sürü hesabı var: Mesela referandumu desteklese bu sefer Irak, İran’ın yanında yer alacak. ABD, Irak’, ı İran’a kaptıracağına Kürtleri çok rahatlıkla feda edebilir, 1974-75’ te feda ettiği gibi. Dolayısıyla ne yazık ki KDP ya da Kürdistan Yönetimi, bu hesabı iyi yapamadı. Barzani yönetiminin anlattığına göre 16 ülke, “referandum sonuçlarını benimseyeceğiz, değerlendireceğiz” diye. Oradaki Kürt sözcülerin ifadesine dayanarak söylüyorum bunu. 16 ülke yetkilileri ne konuştular, ne söz verdiler bilmiyoruz. Varsayalım ki yemin billâh ettiler, vaatler verdiler, uluslararası ilişkilerde vaatler, yeminler filan olmaz; dengeler olur, çıkarlar olur. Çıkarı o gün için el vermiştir, bir analiz yapmıştır, referandum olursa iyi olur, Kürdistan ve Kürtleri İran’a karşı kullanırız diye düşünmüştür. Ama sonradan gelişmelerin seyrine bakmıştır; evdeki hesapla çarşıdaki hesap birbirini tutmuyor. Tehlikenin veya menfaatin başka yerde olduğunu görmüştür; bu sefer tavır değiştirmiştir. Türk yetkililerin, Barzani’ye, bizzat “ devlet kurun biz sizi destekleriz” dediklerini sanmıyorum. Muhtemelen “hele bir kurun bakalım” demiş olabilirler. Kürdistan Yönetimi de bunu, “söz bir Allah bir” olarak algılamıştır. Bu hesap hatasından baktığımızdan 2015’e kadar dört parçadaki Kürt siyaseti bir yükselişteydi. Ama ne yazık ki Kandil’in kendisine dayatılan bu savaşı peşinen kabul etmesi; AKP iktidarının istediği yerde ve zamanda (şehir savaşı) böyle bir savaşa girmesi, siyasi ve askeri açıdan fahiş bir hatadır. Aslında AKP iktidarı hiçbir zaman çözüm vs istemiyordu. Bu başından beri böyleydi, bunu ben çok defa söyledim. AKP iktidarının derdi, tasası bu değildi. Maksadı meseleyi hem ertelemek hem işine yarayacak şekilde halletmekti. Çözmek demiyorum, halletmek diyorum. Hatta biraz daha çürümeye, yozlaşmaya bırakıp zaman kazanmaya bakmaktan öte bir şey değildi. Bunu ben her platformda ve söyleşide açıkça ifade ettim. Kandil’in bunu görememesi büyük bir zaaftır; gaflettir. Siyasi bakımdan “öncü savaş” teorisini taklit edip şehir gerillacılığı yapmak da ayrı bir maceracılıktı. Dahası var: Onca çatışma deneyimi yaşamış Kandil’in, topyekûn silahlı ayaklanma çağrısı da ayrı bir felaketti. Çünkü bir ülkenin tarihinde kitlelerin topyekûn ayaklanmayı tercih etmeleri, çok uzun zaman alır. Ve genelde sayısı da bir ya da ikiyi geçmez. Dolayısıyla “isyanla kolay oynanmamalı” diyen devrim ustalarına hep kulak verilmelidir.
Özetle; AKP iktidarı, çözümden savaş aşamasına geçmek için bir bahane arıyordu. O bahaneyi de buldu. Ceylanpınar’da kimin vurduğu belli olmayan provokatif iki polis suikastı. Ayrıca AKP, evet, hem HDP hem de PKK ile görüşüyordu. Ancak bu arada mümkün olduğu kadar çözümde muhataplarını çoğaltmak; HDP-PKK eksenine alternatif olabilecek muhataplar bulma girişimlerinde de bulundu. İslamcı, liberal veya KDP yanlısı Kürtler gibi. Nitekim çözüm sürecinde bilinen Akil Adamlar dışında, AKP Kürt bölgelerinde yine Kürtlerden oluşan Akil Adamlar toplantıları da yapabiliyordu. Ayrıca barajlar, HES’ler yapmaları, korucuların sayısını artırmaları savaş hazırlığı işaretleriydi. Maksat Kürtler arasına ikilik sokup, onları birbirlerine düşürmekti. Böylece çözümü devre dışı bırakmaktı. PKK sözcüleri, o sırada Ceylanpınar’daki o provokasyon eylemindeki tuzağı göremediler. Başlangıçta “bizimkiler yaptı”, sonra “bizden bağımsız birimler yaptı” dediler. Çelişkili ifadeler kullandılar. Bu hem Türkiye kamuoyunda hem iktidar yanlısı basın ve medyada öyle bir algı operasyonuna yol açtı ki çözüm ve barış sürecini bunlar bozdu diye. Ardından bu şehir savaşları dediğimz, onların öz yönetim direnişleri söylediği, benim çok yanlış bulduğum, başından beri de karşı çıktığım, başarısızlıkla neticelenen yüz binlerce insanın yerlerinden olması, şehirlerin yıkılmasıyla sonuçlanan başarısız bir süreç başladı.
Şunun için anlattım yukarıdaki olayları. Kürt hareketi, o yükselişten, yavaş yavaş gerileme, durgunluk dönemine girdi. İki sene sonra referandumda Barzani’nin hesapsızlığını da katarsanız orada da çok ciddi bir gerileme ortaya çıktı. Bütün kazanımlar geri alındı. Gümrük kapıları, topraklar geri alındı, sınır kapıları, vergiler vs. Rojava’daki Kürt hareketinin çok büyük hataları olmadı belki, bence orada iyi dengeyi koruyamama nedeniyle oradan bir gerileme başladı. Şöyle Kobanê zamanındaki direnişle, kitle ve uluslar arası kamuoyu desteğiyle şimdiki Efrin’deki durumu bir karşılaştırın. Kobanê direnişine baktığımızda dünyada herkes bunları kabul ederken, propagandaları yapılırken, uluslarası kamuoyunda ciddi ciddi tanınırken, YPG’li kadınların Paris’te cumhurbaşkanlığı sarayında konuk olurken; hızla yükselen diplomasi belli bir yerde yavaşladı ve durma noktasına geldi. Niçin? Çünkü PYD yetkilileri, oradaki devletler oyununu ve uluslar arası dengeleri titizce okuyamadılar. AKP iktidarı,” PYD’nin PKK örgütünün bir kolu ve uzantısı olduğunu, her ikisinin de teröre bulaştığını” sürekli propaganda yaparak iç ve dış kamuoyunu, özellikle Avrupa devletlerini ikna etti. Bana kalırsa PYD orada bir taktik hata yaptı. Mesela, “ABD bizi artık bırakmaz, biz çok önemli bir güç olduk” diyerek belli bir rahatlık içine girdi.
Bu arada Rusya görüşmeler yoluyla Kürtleri, Suriye rejimiyle bir araya getirmeye çalışıyordu. Malum, taraflar arasında özerklik buluşmaları ve tartışmaları da olmuştu. Bunlar bir sonuca ulaşmayınca. PYD Rusya’dan biraz uzaklaşıp ABD ‘ye bir adım daha yanaştı. Böylece PYD’nin uluslarası alandaki yükseliş dönemi. Gerileme dönemine girdi. Nitekim PYD’liler, yanıldıklarını Efrin’de görüp anladılar. ABD, onları Efrin’de terk etti. Amerikan yönetimi, Efrin operasyonuyla birlikte Türkiye ile pazarlıklara girişti. Menbiç’te ortak yönetim kuralım vs. diye Türkiye’ye tavizler vermek zorunda kaldı. Türkiye çok bir şey elde edemedi fakat her halükarda ABD’nin tavrı önemli, Efrin’e hiç sahip çıkmadı mesela. Amerika’nın oraya asker göndermesi gerekmiyor, ama sonuçta onu Birleşmiş Milletler gündemine getirebilirdi, NATO’da tartıştırabilirdi. Oysa böyle bir girişimde de bulunmadı. ABD’nin esas politikası, Türkiye’yi sakinleştirme, kendinden uzaklaştırmama üzerine kuruludur. ABD bakıyor ki Rusya Türkiye’yi alıp götürüyor; neredeyse ABD ile Türkiye birbirlerine girecek duruma getiriyor. O zaman Dışişleri Bakanı Tillerson’un yaptığı gibi Ankara’ya gelip AKP hükümetiyle görüş alışverişinde bulundular. Aslında ABD yönetiminde zaten çifte başlılık var. ABD’nin Dışişleri Bakanlığı her zaman şunu düşünür: 65 yıllık müttefikimiz Türkiye’yi, PYD gibi bir örgüte feda edemeyiz. Türkiye’yi Rusya’ya kaptıramayız. Bu durumda gönlünü edebilmek için Türkiye’ye bir şeyler vermemiz, bazı ödüllendirmeler yapmamız lazım. Buna karşılık Savunma Bakanlığı (Pentagon) böyle düşünmüyor. Ona göre sahadaki PYD/SGD gücü etkin ve ciddi bir vurucu güçtür. Üstelik IŞİD’e karşı başarılı olduklarını ispat ettiler. Onlarla bununla istenilen yere gidilebilir. Oysa Türkiye engel çıkarıyor; çelme ve çalım atıyor. O halde mızmızcılık yapan Türkiye’yi şimdilik boş verip SGD ile iş tutmak gerek. Dikkat edilirse, Türkiye’yi müttefiklikten çıkaralım, onunla köprüleri atalım diye bir söz yok; sadece mızıkçılık yaptığı için şimdilik onunla oyun oynamamak meselesi var.
Amerikalı yetkililerin Ankara’da AKP’li bakanlarla neler görüştüklerini, hele Cumhurbaşkanı Erdoğan ile tam olarak ne konuştuklarını kimse bilmiyorum. Son görüşmede resmi kayıt tutulmamış. Belli ki ABD, biraz Türkiye’nin gönlünü eden bir önermede bulunmuş. Bu aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığının, bir parmak fazlasıyla Türkiye yanlısı politika izleyip, Kürtlerden yana tutum almak isteyen Pentagon’u bir adım geri ittiğini gösteriyor. Hâlbuki kısa bir süre öncesine kadar Suriye ve Türkiye konusunda Pentagon komutanların sözü geçiyordu. Muhtemelen bundan böyle Beyaz Saray yönetiminde askerlerin sözü daha az dinlenir olacak. Tabii, kesin bir şey yok. Örneğin dün, Pentagon komutanlarından biri, “eğer Türkiye Efrin’den çekilmezse; PYD/SGD bize sırtını döner IŞİD’e karşı savaştan çekilir” diyerek Amerikan yönetimi, Rusya ve Türkiye’ye dolaylı bir mesaj iletti. Demek ki, Beyaz Saray’da asker-sivil rekabeti hala sürüyor. Şunu anlatmak istiyorum: 1) ABD, Türkiye’yi terk etmekten yana değil. 2) Bu denklem içinde baktığımızda kartlar yeniden karılıyor. 3) Bu denklem değişimi, PYD ‘nin de denklem anlayışını bozdu. ABD’ye fazla güvenmesi ve Rusya’yla biraz daha soğuk bir ilişki içine girmesi meselesi yeniden tartışılmaya başlandı. Denkleme şöyle bakabiliriz: Rusya kendi kendine düşündü, “Efrin’e girmesi için Türkiye’ye izin verirsem, Türkiye’nin ve PYD’nin direnme gücünü sınamış olacağım. Ayrıca şu PYD’liler fazla ABD’ye yanaştılar, bunların burnu biraz sürçsün, Türkiye bunları biraz vursun, ezsin ki akıllarını başlarına toplayabilsinler. PYD’liler Türkiye’nin askeri darbe almanın dışında siyasi olarak bana ve Suriye devletine yanaşsın; bizden medet umsun. Özerklik dediler, onlarla Suriye yönetimini buluşturdum; aynı masaya oturttum ve tartıştılar. Ama onlar, bununla yetinmediler. Kuzey Suriye Federasyonu diye bir şey icat ettiler. Bu federasyon, Amerika’nın oyunudur; maksadı, Suriye’ye bölmektir. Dolayısıyla Suriye rejiminin çıkarlarını aykırıdır. O halde ben öyle bir tezgâh kurayım ki PYD’liler Efrin’de biraz ezilsinler; sonuçta Suriye’den yardım istesinler, devlete yanaşsınlar. Söylece PYD’yle Suriye bir araya gelsin.”
Öte taraftan madem Türkiye oraya girdi ki; orası bir bataklıktır, Rusya olduğunun Rusya farkındadır. Putin, AKP iktidarının bu operasyonla Efrin bataklığında biraz debelenmesini, direnişçi güçler tarafından hırpalanmasını ve sonunda Esat ile Erdoğan’ın (veya temsilcilerinin) bir araya gelmelerini istiyor. Niyet böyle, kısmet ne olur, şimdilik bilemiyorum.
Özetle geliyoruz bir yere. Rusya’nın isteği nedir? Türkiye ile Esat rejiminin bir mevzide buluşması. Efrin operasyonunda darbe yiyen Kürtlerin gidip Suriye’den medet ummaları. Böylece Kuzey Suriye Federasyonu değil, küçük çaplı bir otonomi, âdemimerkeziyetçi temelde yerel yönetime razı olabilsinler. Bu arada da beni (yani Rusya’yı) unutmasınlar; geçmişte onlara çok kıyak yaptım
Efrin ve diğer yerlerdeki çatışmalar, Suriye’de savaşın betmediğini; kolay kolay biteceğe benzemediğini; ayrıca Suriye’de durulsa bile Ortadoğu’nun birçok bölgesine dallanıp budaklanacak şekilde yayılabileceğini gösteriyor. Başka yerlere de yayılma eğilimi içinde bir savaş tehlikesinden söz ediyoruz. Belki Ortadoğu çapında iki büyük devletin müttefikleri arasında olabilecek bir takım çatışma ve savaşlar olabilir. Herkesin herkesle kavga ettiği bir döneme girmiş oluyoruz. Genel manzara bu zaten.
HG: Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler denkleminde Efrin işgalinin durumu ve olası sonuçları ne olabilir?
Faik Bulut: Efrin olayında Rusya, Türkiye’ye müsaade etti, fakat Suriye ve İran hiç razı değiller. Zaten Efrin’e gönderilenler, Şii milisler; onların komutanları hem İran ordusunun hem de Hizbullah’ın komutanlarıdır. Anlamı şudur: İran, o bölgede Türkiye’yi istemiyor. Suriye, zaten istemiyor. Burada ne olabilir? Efrin’in düştüğünü varsayalım, Kürtler açısından çok büyük bir darbe olmayacaktır. Kuşkusuz darbedir, önemli oranda yenilgidir, askeri alan olarak gerilemedir diyebiliriz. Ama Efrin zaten Cizire, Kobanê gibi Türkiye’nin Urfa’dan başlayan Cizre’ye kadar uzanan sınırındaki bölgeye göre daha bağımsız bir bölgeydi. Onların yenilmesi, moral açısından kötü olabilir, siyasi bir kazanım açısından olumsuz olabilir; fakat bir hezimet asla sayılmaz. Yenilip yenilmemesinin işaretleri çok kesin değildir. Türkiye’deki ordu birlikleri ve onların bileşenleri sayılan ÖSO gibi örgütler aynı zamanda El Nusra ve IŞİD’in arta kalan kalıntıları bunlarla birlikte Efrin’e operasyon yapıyorlar, tek başına Türk ordusunun yaptığı bir operasyon değildir. 36. günü bitirdik hala 15 km ilerleyememişler. Bunun askeri, siyasi birçok sebebi bulunmaktadır. Şehir alınır, şehrin alınması başlı başına zafer değildir. Bu yüzden Türk yetkililer “zafer kazandık, fethettik vs” diyebilirler. Mesele kesin sonucun henüz belli olmadığı noktasında düğümleniyor. Herkesin teslim alınması savaşın diyalektiğine aykırıdır zaten. ABD Irak’a girdi 2003’de bütün çatışmalar şehirlerde döndü ve ilk anda her şey yıkılmıştı sonra mantar gibi türeyen direniş örgütleri içinde El Kaide bile vardı. Tek tek öldürmeler ya da ara ara intihar eylemleri, bombalamalar, suikastlar vasıtasıyla 10 bin Amerikan askeri öldürüldü. ABD oradan çekilmek zorunda kaldı. Demek istediğim savaşın mantığı açısından böyle düşünmekte fayda var. Ama moral açısından derseniz, şehrin düşmesinden ötürü Kürtlerin morali bozulabilir; gönülleri buruk olabilir. Fakat bizzat Efrin’in düşmesi Fırat’ın Doğusunda aynı şeylerin olacağı anlamına gelmez. İki nedenle zordur. Bir; orada daha geniş manevra alanı vardır. İki; ABD esas olarak Efrin’i kendine göre gözden çıkarmıştı. Rusya’nın egemenlik bölgesi saymıştı. Ama ABD Fırat’ın doğusunda kalmak istiyorsa ki bunu kendi stratejileri açısından söylüyorum kendi söylediklerine bakarak bunu aktarıyorum, orayı terk edemez. Çünkü Fırat’ın doğusunu, Haseke, Qamişlo, Cizire, Rakka gibi yerleri terk etmesi Amerika’nın o bölgeden tamamen çıkması anlamını taşır. Onun yerine Irak hükümeti, Türkiye, Suriye ve İran’ın egemenliğine girmiş olacak. Amerika’nın da kendine göre bir yönelimi var. Kürtlerle Türkiye’nin arasını bularak; ikisini aynı cephenin farklı mevzilerine yerleştirmek istiyor. Bunu Türkiye’deki iktidarlar kabul eder mi, Kürtler kabul ederler mi, bilemiyorum. Amerika gönlünden geçen bu planı iki seneden beri söylüyor ama pratikte bir başarı elde edemedi. Meselenin ikinci bir tarafı daha var: İran güçlendiği için belki ABD İran’a yüklenebilir, ama oradan bir şey çıkmaz. Rusya, işini tahkim etti. Rusya, İran’ın düşmesini kendisinin güneyden kuşatılması olarak anlayacağı için, ABD’nin bunu yapmasına kolay kolay göz yummaz.
Öte yandan Efrin’in bittiğini varsayalım, dün Cumhurbaşkanı,“Biz 350 bin kişiyi Efrin’e yerleştireceğiz” dedi. Bu aynı zamanda Efrin’in yerlisi olamayanları oraya yerleştirme anlamını taşıyor. Bu oranın demografisinin bozulması, mezhepsel ve etnik çatışmaların yeniden başlaması gibi bir duruma yol açar. Türkiye onu elde ederken muhtemelen Rusya’nın izin verdiği ölçüde hareket edebiliyor. Yahut Rusya’yla arayı bozar. Buna karşılık ABD’ye yanaşabilir. İdlib’i de kendine dayanak yaparak güvenli bölge sınır boyunda yapabilir. Oraya ön cephe karargâhı olarak kullanabilir. Nitekim Cerablus ve Azez’de bunu yaptı. Türkiye’den giden kaymakamlar orayı yönetiyor. ÖSO’dan oluşmuş polisler var ama onları eğitenler ve oraya koyanlar Türk devleti. Bu sefer İdlib’de yeni operasyon planı yaparlarsa buradan Halep’e gide bilir miyim gibi hesapları olabilir AKP hükümetinin. Hazır ilerlemişken buradan devam edeyim gibi bir eğilim var zaten. Bunların hepsi mümkün veya muhtemeldir. Şöyle bir ihtimalden de söz edebiliriz: Türkiye, Rusya’ya, “İslamcı militanları teslim edeyim, siz de bana PYD’lileri teslim edin” türünden bir pazarlık yapabilir. Bu pazarlık ve ihtimal gerçekleşmediği takdirde, Türkiye İslamcıların kalesi sayılan İdlib bölgesini kolay kolay bırakmaz. Bu durumda İslamcılar, oradan Halep’e askeri akınlarda/eylemlerde bulunurlar ki; böyle bir şey, Rusya ve Suriye rejimiyle çatışmaların önünü açar. Efrin operasyonu olmadan önce Rusya’yla Suriye Hizbullah birlikleri, İdlib’i ele geçirmek üzere kapsamlı bir operasyon başlatmışlardı. . Belki’de Efrin operasyonu, İdlib’e yönelik Suriye-Hizbullah birliklerinin planını bozmak içindir. Bilemiyoruz. Şimdi de tersini düşünelim; Rusya’ya, Türkiye’ye, “Efrin’i size verdik, karşılığında İdlib’i bize teslim edin” derse ne olur. Bu teklif kabul görürse; Rusya, İran ve Suriye İdlib’i derhal alırlar. Çok zahmetli ve zor olsa bile İslamcı militanları oradan silip süpürürler. Esir aldıklarını esir alırlar, imha ettiklerini imha ederler. Gerisi ne yapacaklar. Muhtemelen kaçan İslamcılar, Türkiye’nin hâkimiyet kurduğu Azez ve Cerablus hattına çekilebilirler. Bu da problem. Çünkü buralar nerden bakarsanız bakın Suriye’nin topraklarıdır. Suriye yarın yakasını savaştan kurtardığı zaman, özellikle İdlib’i aldıktan hemen sonra Türkiye’ye dönüp der ki; “ Burası, benim toprağım; ya çekil ya da savaşırım!” Bu da bir çatışma pozisyonudur. Türkiye, burada Suriye ve Rusya’yla kafa tutarsa, bu da Amerika’nın işine gelir. Amerika, burada Türkiye’yi yeniden destekler. Suriye savaşı tekrar kızışabilir. Bu arada PYD ne olur? Muhtemelen herkes kendine göre bir hesap yapar. PYD şu an ne hesap yapıyor, kestiremiyorum. Büyük ihtimalle rejime doğru yanaşır; meseleyi dünya kamuoyunun (resmi veya halk düzeyinde) taşıyarak, soruna uluslar arası bir boyut katabilir.
HG: Son açıklanan BM kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Faik Bulut: Herkes o kararı, üstünden atmaya çalışıyor. Türkiye diyor ki “alınan ateşkeş kararı, Şam dolayındaki Guta çatışması içindir. Beni ilgilendirmez; ben Efrin’deyim. Fransa başkanı Macron, “ateşkes kararı, Efrin’ide kapsamalıdı”r diyor. Kürtler de aynı şeyi söylüyor. Efrin’de yaşanan trajedi, dünya medyasında, kamuoyunda daha görünür bir biçime bürünmüş. Çok sürmez, bu operasyonun olumsuz sonuçları gün yüzüne çıktığında, uluslar arası düzlemde Türkiye’ye yönelik baskılar ve pazarlıkların olması da mümkündür. Ancak Türk medyası ve basını, hala bu gerçeği görmezlikten geliyor. Ankara’dan tek elden hazırlanmış zafer ve başarı senaryolarına uygun başlıklar atılıyor.
HG: Tüm bu çelişkili ve çatışkılı Ortadoğu denkleminde Kürtlerin durumu ne olur?
Faik Bulut: Kürt siyasal hareketi, Güney Kürdistan’da gerilemiş durumda. Türkiye’de önemli oranda durgunluk dönemi yaşanıyor. Kitlelerin Kürt hareketiyle arasında kırılganlıklar, kırgınlık var. Kitlelerde kırılır, bence şu an kırılma dönemi yaşanıyor. Efrin’in bitmediğini var sayarsak yani direnme, yıpratma taktikleri uzunca bir zaman sürerse, işler iyice karmaşıklaşır. Türkiye, aleyhine gelişmeler yaşanabilir. Öyle olursa, Türkiye, ya yeniden bir maceraya girer ya da dünya kamuoyunun önünde “gidip aldım döndüm” diyerek çekilebilir. Kürt hareketinin genel olarak 3 bölgede Irak, Türkiye ve Suriye parçasında eski Kürtler olmadığını söylemek lazım. Yenilip bozguna uğradığı zaman teslim olma ve silah bırakma yaşanmaz. Çünkü Kürtler, ne 1970 lerin Kürtleri nede Şeyh Saitlerin sürecinde ki Kürtlerdir. Bu olay, Ağrı ve Dersim olaylarına pek benzemiyor. Kürt meselesi artık tanınmış, görülmüş, bölgesel ve uluslararası kökleşmiş durumda. Kürt hareketlerine beklenen destek gelmese bile, onlar kendilerini geliştirmiş halk hareketlerine dönüştürmüş durumdalar. Bir anda bitirmek mümkün değil. Belki ara mola verilir ama o da uzun sürmez.
Kandil’in şu anda izlediği taktik çatışmalar açısında söylüyorum. “Vurulmadım, ayaktayım” pozisyonu var. Karşı ciddi bir hamle gözükmüyor. İnisiyatif askeri anlamda devletin elinde gibi görünüyor. Fakat İlkbahar mevsimiyle birlikte Efrin olayını beraberinde düşünürsek, işin rengi bir süre sonra netleşir. Henüz netlik kazanmış değil. Efrin’deki başarı ve pozisyon Kobanê, Cizir vs gibi bölgelerde iç pozisyonlar Türkiye’de ki pozisyonları da belirleyecek
HG: Efrin işgali eksenli Ortadoğu’daki gelişmeler bağlamında Türkiye’deki mevcut siyasal durum ve iç cepheleşme noktasındaki değerlendirmeniz nedir?
Faik Bulut: Türkiye’de İç cepheyle dış cephe iç içe geçmiş vaziyette. Dışarıda ki bir olay içerdekini tetikliyor. Nitekim Erdoğan/AKP iktidarı içerde tıkandığı için Efrin olayına girdi. Sadece anti Kürtlük değil. Denklemde yerini alsın diye. Yani bir çeşit Kıbrıs harekâtına benzetebiliriz. İçerde moraller bozuktu, metal yorgunluğu vardı, kaybedeceklerini gördüklerinde dış bir harekâta girelim bunu Kıbrıs harekâtına çevirerek oylarımızı artıralım hesabı. Bu iktidarın derdi davası, 2019 seçimlerini kazanmaktır. Bu tür çatışmalarla kamuoyu yaratmak, ‘’milli ruh’’ ve ‘’milli cephe’’ yaratmak, asıl maç budur.
Burada problem muhalif cephede, CHP’nin bir ayağı burada diğer ayağı başka yerde. Efrin operasyonunu destekliyor ama öbür yandan ya askerlerimiz ölürse diyor. Demokrasiyi desteklediğini söylüyor, diğer yandan HDP ile yan yana gelmekten korkuyor. Sol güçlerle bir araya gelmiyor. Dolayısıyla başarısızlık bu tarafta. Ortadoğu’daki başarılar yahut başarısızlıklar, Türkiye’nin kesinlikle iç kamuoyunu, iç dengelerini etkiler. Demokratik kamuoyunun, demokratların, Kürtlerin, Solcuların, Alevilerin, her ne kadar CHP yönetiminde hayır gelmese de bu parti tabanında vicdan sahibi insanlarla birlikte yan yana gelerek alternatif bir çıkış yolu bulunması gerekir. Yoksa iktidar, kamuoyunu kendine göre yönlendirir. Burada acil görev, var olan muhalif güçlerle bir araya gelerek demokrasi, özgürlük ve eşitlik temelinde birleşip radikal mücadeleye yöntemlerine başvurmaktır. Bu yapıldığı zaman kazanım elde edilebilir. Bu da sadece parlamentoyla olacak bir iş değildir. Yığınsal sokak hareketiyle yani on binlerce insanla Maltepe’de olduğu gibi milyonlarca insanla birleşmekle olabilir.
Halkın Günlüğü sayı 12