Sosyalistlerin öncelikli görevi; birleşik mücadeleyi geliştirmektir

Hiç kuşkusuz 1 Kasım seçimini moral bozukluğu üzerinden okumaya geçmemek lazım. Çünkü her şeye rağmen yüzde on barajının HDP tarafından ikinci kez aşılması ile 12 Eylül askeri faşizminden kalan bu barajın kendini sürdürebilme şansı fiilen ortadan kalkmış vaziyettedir. İkincisi, her şeye rağmen HDP, mevcut parlamentonun üçüncü büyük partisi haline gelerek egemenlerin bundan sonra da yapacakları girişimlerin önünü kesmek açısından çok önemli bir direnç noktası haline gelmiş vaziyettedir. Ama buna karşılık teslim etmek gerekir ki olumsuz bir durum da söz konusu. Bu olumsuz durum ise; memleketi daha fazla anti demokratik ortamda yaşatmak isteyen AKP’nin, moral kazandığı, güç kazandığı ve başkanlık sistemini yeniden gündeme getirebilecek psikolojik olanaklar kazandığı bir ortama geçildiğidir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda, 1 Kasım seçiminden Türkiye’nin demokrasi güçlerinin, ‘Nerede yanlış yapmıştık?’ veya ‘Nereyi eksik bıraktık?’ konusunda bir sorgulamayı da içeren bir yaklaşım sergilemeleri bana zorunlu geliyor.

Araştırmacı yazar Erdoğan Aydın ile 1 Kasım seçim sonuçları bağlamında güncel-siyasal gelişmelere ilişkin yaptığımız röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.

HABER MERKEZİ (23.11.2015)-Gazetemizin 111.Sayısında araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın ile güncel-siyasal gelişmeler üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Halkın Günlüğü Gazetesi: Öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. 7 Haziran’la başlayarak, Erdoğan/AKP iktidarı bin bir türlü gerici politikayla çıkan sonucu reddetti ve kendi hukukunu da çiğneyerek halklara yeni bir seçimi dayattı. 1 Kasım seçimlerinde de türlü türlü hile ve entrikayla yeniden tek başına iktidar oldu. Bu durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erdoğan Aydın: 7 Haziran seçimleri de anti demokratikti, ama 7 Haziran görece barışçıl ve insanların hakiki görüşlerini sandığa aktarabildiği bir ortamda gerçekleşmişti. Bu nedenle 7 Haziran seçimlerinde AKP ciddi bir gerileme yaşarken, HDP’nin şahsında gerçekleşen demokratik birlik projesi de önemli bir atılım gerçekleştirdi. Eğer 7 Haziran seçimlerinin sonuçları başta AKP ve Cumhurbaşkanı olmak üzere egemenler tarafından kabul edilmiş olsaydı, Türkiye’nin burjuva siyaseti de demokrasiye daha açık bir hale gelecekti. Ama daha önemlisi HDP’nin şahsında Türkiye’de barışın ve temel hakların parlamentodaki temsili çok daha güçlü gerçekleşecekti. İşte tam da bu durum AKP’nin 7 Haziran seçimlerini hazmetmesini engelledi. Ama bunun ötesinde AKP’nin özel gündemi de vardı. AKP kendisini sorgulayabilecek bir döneme, iktidarını başkasıyla paylaşabilecek bir döneme girmek istemiyor, tam tersine bir başkanlık sistemini aradan çıkartmak istiyordu. Oysa HDP’nin yüzde on üçle parlamentoya girebildiği bir ortam bunu fiilen imkânsızlaştırıyordu ve bildiğiniz gibi memleket bir anda barış halinden, en azından çatışmasızlık halinden, açık bir savaş haline; hak ve özgürlüklerin görece kabul edilir gibi yapıldığı bir ortamdan gözü kara bir şekilde çiğnendiği bir ortama girdi. Ne yazık ki böylesi bir ortamda, halkımız da, devlet kaynaklı olarak başlayan çok ağır baskı karşısında anlaşılır bir geri adım attı, duruma razı ve teslim oldu. Ve bunun bedelini de hep birlikte 1 Kasım seçimin de gördük.

Hiç kuşkusuz 1 Kasım seçimini moral bozukluğu üzerinden okumaya geçmemek lazım. Çünkü her şeye rağmen yüzde on barajının HDP tarafından ikinci kez aşılması ile 12 Eylül askeri faşizminden kalan bu barajın kendini sürdürebilme şansı fiilen ortadan kalkmış vaziyettedir. İkincisi, her şeye rağmen HDP, mevcut parlamentonun üçüncü büyük partisi haline gelerek egemenlerin bundan sonra da yapacakları girişimlerin önünü kesmek açısından çok önemli bir direnç noktası haline gelmiş vaziyettedir. Ama buna karşılık teslim etmek gerekir ki olumsuz bir durum da söz konusu. Bu olumsuz durum ise; memleketi daha fazla anti demokratik ortamda yaşatmak isteyen AKP’nin, moral kazandığı, güç kazandığı ve başkanlık sistemini yeniden gündeme getirebilecek psikolojik olanaklar kazandığı bir ortama geçildiğidir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda, 1 Kasım seçiminden Türkiye’nin demokrasi güçlerinin, ‘Nerede yanlış yapmıştık?’ veya ‘Nereyi eksik bıraktık?’ konusunda bir sorgulamayı da içeren bir yaklaşım sergilemeleri bana zorunlu geliyor.

H.G.: 1 Kasım seçim sonuçlarıyla birlikte AKP yeniden iktidar oldu. Özellikle kendi içinde ciddi çelişkiler yaşayan AKP, yeniden tek başına iktidar olmakla aslında yeniden moral ve motivasyon sağladı. Bunun üzerinden 1 Kasım seçimleri sonrasında özellikle Kürt sorunu bağlamında “Barış-Çözüm Süreci” eksenli ülkemizde nasıl bir siyasal tablo çıkacaktır? Erdoğan/AKP iktidarının yeni dönem stratejisi ve politikası hangi düzlemde biçimlenecektir? 

E.A.: AKP’nin iktidar kaybı riski yaşamasının ve uluslararası planda ciddi anlamda mevzi kaybetmesinin nedeninin HDP’ye ve Kürt hareketine bağlandığı bir atmosferde, AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürtleri ve HDP’yi olabildiğince zayıflatacak bir çizgi izleyeceğini beklemek lazım. Aslında PKK’nin çatışmasızlık kararına rağmen, seçim sonrasında da savaşın kararlılıkla sürdürülmesi ve HDP’ye yüzde seksen üzeri oy veren kentlerin, kasabaların çok ağır bir tahribata uğratılması tam da bunun göstergesidir. Gözüken o ki, genel anlamda HDP’nin ve Kürt hareketinin zayıflatılması doğrultusunda ki çizgi bir müddet daha sürecek gibi gözüküyor. Fakat bu çizginin sürekli sürebilmesinin de imkânı olmadığını görmek lazım. Türkiye ekonomisi ve siyasal dengeleri, Türkiye’deki savaşın sürekli kılınabilmesini imkânsız kılmaktadır. O halde buna rağmen niçin savaş sürdürülüyor? Çünkü AKP bu süreçten iki şey elde etmek istiyor: Birincisi; Kürt hareketiyle oturmak zorunda kalacağı müzakere masasında onu mümkün olduğunca zayıf bırakmak, ikincisi; 1 Kasım seçimlerinde genel anlamda uygulanan baskı ve savaş politikası, sandıkta AKP’nin kazançla çıkmasını getirmiştir. O halde bu baskının sürdürülmesiyle başkanlık için gidilecek referandum için de ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla uzun vadede sürdürülemez olsa da kısa vadede öyle görünüyor ki, başta Kürtler olmak üzere Türkiye’nin tüm demokrasi güçlerine ve sosyalistlerine yönelik bu baskı politikası, bu hukuksuzluk durumu daha bir müddet devam edecek gözüküyor. Dediğim gibi, buradan murat edilen şey; mevcut anti demokratik statünün biraz daha perçinlenmesi, insanların HDP’ye oy vermeleri karşılığında cezalandırılması, devletin şu anda izlediği politikaya itiraz edenlerin itiraz edemez hale getirilmesi. Bu da bize, HDP’nin, 1 Kasım seçimlerindeki gerilemenin nedenlerini daha ciddi bir şekilde sorgulamasını, toplumun daha geniş kesimlerine kendini anlatabilme doğrultusunda daha sorgulayıcı, daha kapsayıcı bir siyaset izlemesini zorunlu kılıyor diye düşünüyorum.

H.G.: Bildiğimiz gibi AKP iktidarının özellikle Ortadoğu denkleminde Suriye’deki gelişmeler özgülünde Kürt hareketinin somut kazanımlarını yok sayma, baltalama, ortadan kaldırmaya dönük ciddi politik ve fiili girişimleri var. Ki IŞİD’le olan ilişkileri de malum. Peki, 1 Kasım sonrasında yeni dönemde AKP/Erdoğan iktidarının Suriye özelinde Ortadoğu politikasında herhangi bir değişiklik olacak mı?

E.A.:  Nasıl ki içeride izlediği savaşçı politika sürdürülemez ise, ondan çok daha fazla biçimde Suriye politikası da sürdürülemez. Bugün gelinen nokta itibariyle Suriye’de Rojava’nın ortadan kaldırılması imkânsızdır. Kürt hareketinin uluslararası planda Suriye özgülünde kazanmış olduğu prestijin, saygınlığın geriletilmesi imkânsızdır. Israrla PYD’nin IŞİD’le aynılaştırılma çabasının da dünya çapında kabul edilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bu açıdan, AKP, deyim yerindeyse akıntıya karşı ve başarısız olması kesin bir siyaset izliyor. Ama belli ki tutunacak başka dalı olmadığından dolayı bu siyaseti izlemeye devam etmek zorunda. Fakat şu konuda net bir özgüven sergilemek lazım. Önümüzde ki dönemin Suriye’sinde, IŞİD’in geriletilmesi oranında -ki geriletilecektir- PYD’nin yıldızının parladığı bir sürece girilecektir.

İkincisi, PYD orada sadece IŞİD’e karşı başarılı bir şekilde silahlı mücadele veren bir silahlı örgüt değil, aynı zamanda Suriye ve Ortadoğu’da, başka bir Suriye’nin, başka bir Ortadoğu’nun mümkün olduğunu, Ortadoğu’nun radikal İslamcılığa da BAAS’cılığa da mahkûm olmadığını, aslında çok kimlikli çok kültürlü demokratik, laik bir Suriye kurmanın da pekâlâ mümkün olduğunu bize göstermiştir. Bu açıdan PYD’nin Rojava’da ortaya koyduğu deney, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde kimsenin görmezden gelemeyeceği bir örnektir. Kimse derken Moskova’yı da Washington’u da kastediyorum. Onların da görmezden gelemeyeceği ve AKP politikasının yenilmesini de kaçınılmaz kılan bir çizgidir. AKP görebildiğim kadarıyla hala IŞİD’e dolaylı bir şekilde destek vererek PYD’nin geriletilmesini ve PYD’nin pozisyonunu kendisi almak istemektedir. Ama kendisinin alması mümkün değildir, çünkü kendisi PYD’nin bizim önümüze koyduğu gibi demokratik bir Suriye projesinin sahibi değildir. Onun istediği; Suriye Esad’ın devrildiği ılımlı İslamcıların iktidarda olduğu, Suriye’nin Türkiye’nin alt sömürgesi olduğu bir Suriye’dir. Böyle bir Suriye’nin ne Moskova’da ne Avrupa başkentlerinde ne Washington’da kabul ettirilmesi mümkün olmadığı gibi; Kürt halkı ve Suriye’deki dinamikler tarafından da kabul edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye, elindeki İncirlik üssü, NATO üyesi olmaktan gelen avantajları, büyük bir devlet olmaktan gelen avantajlarıyla adeta dünyaya şantaj uygulamaktadır. Dünyanın bu şantajı kaldırabilmesinin de mümkün olmadığı kanaatindeyim. Önümüzdeki çok kısa bir zamanda el birliğiyle göreceğiz ki, aslında şu anda IŞİD’in işgali altında olan Cerablus’da da biricik doğru müdahale, PYD’nin desteklenip yol verilmesidir. Oysa AKP ne yapmaktadır; Cerablus’u elinde tutan IŞİD’i en küçük anlamda kendisine sorun görmediği için bombalamamaktadır. Neyi bombalamaktadır? PYD Cerablus’a doğru bir harekât yaptığında PYD’yi bombalamaktadır. Dolayısıyla bu durum bir müddet sonra dünya kamuoyunda şunu daha net gösterecek ki, aslında dün olduğu gibi bugün de AKP iktidarı hala IŞİD’in oradaki varlığından medet ummaktadır. Oysa gerek Türkiye’deki barış gerek Suriye’deki barış için yapılacak biricik yol şudur: İçeride Kürt hareketiyle barış müzakerelerini başlatmak, içerde yüzde on barajı dâhil olmak üzere 12 Eylül’ün mirası tüm anti demokratik girişimleri geri almak. Suriye’de ise, Kürtlerin kendi kantonal yönetimleri dâhil olmak üzere çok kimlikli, çok kültürlü bir Suriye’ye razı olmak. Bunu yapmadığı müddetçe Türkiye’nin ekonomik anlamda da, askeri anlamda da mesafe alması mümkün değildir. Tam tersine bunu yaparsa aslında AKP’ye oy veren Sünni-mütedeyyin seçmen dâhil olmak üzere bütün Türkiye halkının rahatlayacağı, bölgenin rahatlayacağı bir döneme geçilecektir. Dolayısıyla bir müddet sonra Türkiye’nin ve AKP’nin buna mecbur kalacağını düşünüyorum. Ama ne yazık ki hala kendi halkına ve bölge halkının çıkarlarına karşı bir siyaset izlemekte inat eden ve bu inadındaki amacının başkanlık sisteminin aradan çıkartmak olduğunu net gördüğümüz bir durum söz konusu.

H.G.: 7 Haziran seçimlerinin ardından AKP’nin 1 Kasım seçimleriyle tekrardan iktidar olmasıyla birlikte Kürdistan başta olmak üzere ülkemizdeki toplumsal güçlere karşı saldırıların daha da arttığı ve bugünden sonra da artacağı bir sürece girdik. Suruç ve en son Ankara katliamlarında yaşandığı gibi halkların kitlesel katliamlarla bastırılmaya çalışıldığı bir süreci yaşarken HDP ve HDP’nin ittifak güçleri bu siyasal ve politik süreci nasıl okumalıdır?

E.A.: Öncelikle HDP’de sağlanmış olan güç birliğini sürdürmek ve bu birliktelik daha da genişleterek büyütmelidir. HDP, şu anda ki mevcut konjonktürde Türkiye’de rejimin güçlerini geriletecek, demokrasi talep eden halka güven verebilecek ve halkın etrafında toplanabileceği biricik çatı mekanizmasıdır. Dolayısıyla HDP içerisinde bulunan mevcut güçlerin HDP’nin bu oluşumu sürdürebilmesi ve bence suni gündemlerle HDP dışında bulunan demokratik sosyalist ilerici güçlerin HDP ile ilişkilenmesi lazım. Bunu engelleyen, eğer HDP’nin bileşiminden kaynaklı sorunlar varsa, onların da HDP ve HDK merkezi tarafından giderilmesine yönelik girişimlerde bulunulması lazım. Çünkü HDP ve HDK, şu anda Türkiye’de gerek rejim güçlerini geriletmek, gerek ise bundan mağdur olan herkesin moral bulacağı, içinde yer alacağı biricik siyaset mekanizmasıdır. Bu çatı mutlaka yaşatılmalıdır.

Bu çatı mevcut haliyle ve belli ki kullandığı dil itibarıyla1 Kasım’da bunu kısmen gösterdi. Potansiyeli çok daha güçlü olmasına rağmen aslında gerilemek zorunda kalmıştır. Bu oran önemsiz bir oran, ama yine de %17-18 oy alabilecek bir potansiyeli olan bir hareketin %11’e gerilemesi dert edilmesi gereken bir sorundur. O halde buradan hareketle de acaba bizim sözlerimize, bizim çok doğru olan sözlerimize bizim aslında Alevi, Sünni, Kürt, Türk ayırmadan her kesimdeki mağdurun çıkarlarını savunan sözlerimize toplumun %90 niçin itibar etmedi sorusunu Türkiye’nin devrimcileri, demokratları sosyalistleri dert edinmek zorundadır. Sadece devrim perspektifiyle, sadece sosyalizm perspektifiyle çözülebilir bir sorun değil. Devrim ve sosyalizmden vazgeçmeden ama bugünden yarına Türkiye’nin mağdurlarının, Alevilerin, işçilerinin, Kürtlerinin, gençlerinin, kadınlarının, bugünden yarına sorunlarını kolaylaştıracak, morallerini düzeltecek, dayanışmalarını artıracak, örgütlenmelerini artıracak nasıl bir dayanak sağlayabiliriz meselesi Türkiye’nin en sağından en soluna, en reformistinden tüm sosyalist güçlerine tüm devrimci güçlerin temel sorunudur. O halde orta ve kısa vadede böylesi bir program etrafında kimsenin kendisinden vazgeçmeden, kimsenin kendi stratejik hedeflerinden vazgeçmeden ama birincisi; bir araya gelmek, ikincisi ise; dilini buna uygun hale getirmek için revizyondan geçirmek gereksinimi vardır. Herkesin ayrı bir dili var, herkesin ayrı bir örgütlenmesi var ama bizim birlikte toplumun bir bütününe seslenecek böyle bir ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı karşılamak için de Türkiye’nin başta sosyalist güçleri olmak üzere özgüvenli olmak lazım. Böylesi bir uzlaşmanın, böylesi bir birliğin, böylesi genel bir dilin, aslında kimsenin sosyalizmini gölgeleyen, kimsenin sosyalizminin ortadan kaldıran bir durum olmadığını, tam tersine egemenlerin, dini kullanarak, milliyetçiliği kullanarak, ekonomik yoksullukları kullanarak, çaresizliği kullanarak, sürekli toplumu hegemonya altında tutma halini ortadan kaldırmak için zorunlu olduğu ortadadır.  O halde böyle bir mantıkla yola çıkılırsa, önümüzdeki dönem içinde HDP başta olmak üzere Türkiye’nin sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinin güç biriktireceklerini, daha fazla emekçiyi, daha fazla mağduru etraflarında toplamaya başlayacaklarını, Türkiye’nin üniversitelerinden basın camiasına kadar hegemonyalarını güçlendireceklerini zannediyorum ve buna inanıyorum. Dolayısıyla bu fırsatı kaçıracak “bir solculuk” yerine tam tersine kimsenin sosyalizmine halel getirmeden, böylesi bir uzlaşma programının etrafında yer almak lazım diye düşünüyorum. Bunu yaparsak, 1 Kasım’ı, bir yanıyla  %10 barajını devirmesi zafer olan ama bir yanıyla da 2 puanlık düşüşün moral bozan bir durumunun çok daha tersi yönde bir ders çıkarmak için büyük bir fırsat olarak düşünüyorum. Türkiye devrimci hareketinin tarihi teorik birikimi, ödediği bedeller böyle bir dersi çıkarmak için fazlasıyla yeterlidir. Türkiye devrimci ve demokrat güçlerinin samimiyeti, ahlakı, fedakârlığı böylesi bir dersi çıkarmak için ayrıca zorunludur diye düşünüyorum. Beklentim umudum tüm demokrasi güçlerinden böylesi bir dönüşümü gerçekleştirmeleridir.

H.G.: Son olarak Paris’te bir katliam gerçekleştirildi ve bu katliamda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Yaşanan bu katliamın ardından uluslararası emperyalist güçlerin İŞİD özgülünde Suriye politikasında bir değişiklik olacağını düşünüyor musunuz?

E.A.: Ben bir değişiklik olacağı kanaatinde değilim. Aksine IŞİD’i geriletmek eksenli, denetim dışına çıkmış radikal İslamcıları geriletmek eksenli, ilişkilerini, ittifaklarını artıracaklarını düşünüyorum. Ama bunun ötesinde iki şeyi saptamak lazım: Birincisi; Paris’te yüzün üzerindeki masum insanın ölümü dâhil olmak üzere, dünya böylesi bir belayla karşı karşıyaysa, hiç kimse laf dolandırmasın, bunun bir numaralı sorumlusu; emperyalizmdir.  Bu gerçeği asla unutmamak ve dünyada hegemonya kurmak için her türlü melâmeti destekleme politikası konusunda antiemperyalist bilincimizi diri tutmak lazım. İkincisi; en az bunun kadar önemli, sadece antiemperyalizmden söz ederek radikal İslamcılığın temel hak ve özgürlüklere yönelik dünyanın her yerinde bu kadar gözü kara katliamlar yapabilmesi sorunu da aynı zamanda ciddi anlamda sorgulanması gereken, İslamcılığın içinde böylesi bir potansiyel var olabildiğini, üreyebildiğini gören, dolayısıyla; laikliğe, demokrasiye, halkların ve inançların birlikte yaşayabildiği bir ortama ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu görmek lazım. Dolayısıyla radikal İslamcılığa yönelik hassasiyetimizi, eleştirimizi artırmak gerekiyor. Tek sorun burada şu, bizim kaba laikçi bir yaklaşımdan ayırımla bu sorunun bütün bir İslam dünyasının sorunu olarak görmeden, Müslüman inançlı insanlarla radikal İslamcılığı da birbirinden ayıran bir dil de geliştirmemiz lazım. Öyle bir dil geliştirmemiz lazım ki, hem cihatçı kültürün, radikal İslamcılığın bütün insanlara, başta Müslüman emekçilere, Müslüman halklar olmak üzere bütün insanlığa düşman olduğunu anlatan ama buna karşın sıradan bir Müslüman insanın da bu eleştiriden kendini öteki hissetmeyeceği bir dil geliştirmemiz lazım. Bu dil özellikle de dünyanın sosyalist güçlerinin öncelikle karşılaması gereken bir ihtiyacı ifade ediyor diye düşünüyorum.

 

 

Önceki İçerikFransa katliamı ve gericiliğin gerçek yüzü
Sonraki İçerikFaşist saldırganlık kararlı bir mücadeleyle durdurulabilir