HABER MERKEZİ (11.07.2015) – Marks, “Kapitalizm gölgesinin satamadığı ağacı keser” diyeli yüz elli yıllık bir süreyi çoktan geçti. Ancak geçen bu süreye rağmen Marks haklılığını bir an bile kaybetmedi. Türkiye – Kuzey Kürdistan’da da tarih Marks’ı haklı çıkardı, çıkarmaya devam ediyor.
Ülkemizde kapitalizmin gelişmesi 70’li yıllarla birlikte hızla artarken, özellikle 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının (AFC) devreye koyduğu ’24 Ocak Kararları’ ile birlikte uluslar arası sermayenin önü iyice açılarak kapitalizmin gelişimi iyiden iyiye hızlandı. 2000’lere doğru ise kapitalizm toplumsal üretim ilişkilerinde hakim hale geldi. Bununla birlikte emperyalizmin güdümündeki komprador tekelci kapitalizm ülkede daha etkili bir yer aldı.
Emperyalist sermaye, Türkiye -Kuzey Kürdistan coğrafyasını sömürürken, komprador patronlarda bundan paylarını almaktalar. Gelinen aşamada gözünü kâr hırsı bürümüş olan komprador tekelci kapitalizm işçileri, emekçileri, doğayı ve yaşamın bir bütününü katlederek gelişip büyümektedir.
Bugünde özellikle AKP iktidarını oluşturan sermaye grupları ülkenin dört bir yanını talan ederken bir yandan da işçileri, emekçileri ezmeye; halkı asgari yaşama mahkum etmeye devam ediyor. Ancak patronların, faşist “TC”nin, mahkemelerinin, askerinin, polisinin, parlamentosunun koruduğu bu sömürü düzeni, halkın her daim tepkisiyle ve direnişiyle karşılaşıyor.
İşçilerin kanlarıyla büyüyen sermaye
AKP’nin iktidarlaşması ile birlikte, işçi mücadelesinin yükseldiği 70’li yıllarda kazanılan bütün haklar, çıkarılan yasalar ile birlikte bir bir gasp edildi. Sömürü çarklarının arasına sıkıştırılan işçiler ve emekçiler her türlü zulmü görüp katledilirken, ölmek işçiler için “kader, fıtrat” olarak açıklandı.
Sermayesinden en ufak kayıp yaşamak istemeyen patronlar kimi zaman bir bareti bile çok görür oldu. Madenlerde, inşaatlarda ve fabrikalarda yaşanan katliamlara ise bir bütün olarak düzeni koruyanlar göz yumuyor. İşçilerin kanı üzerinden büyüyen emperyalizme bağımlı komprador tekelci sermaye ise mevcut durumdan gayet memnun görünüyor.
Asgari ücretin 900 lira olduğu ülkemizde, sömürücü devletin bakanları bu miktarı bile işçilere, emekçilere çok görüyorlar. Asgari ücreti çok gören bakanlar, bir tanesi dahi milyonları bulan lüks makam araçlarına ise “çerez parası” demektedirler. AKP’nin daimi şefi Erdoğan ise halkın milyonlarca lirasını çalarak kendisine, dünyada eşi benzeri ender olan bir saray yaptırdı.
Buna karşı isyan eden işçi ve emekçilerin eylemleri ise “vatan hainliği, devletin güvenliğini sarsıcı, açgözlülük” olarak adlandırıldı.
Ancak her ne olursa olsun halkın çelişkileri giderek derinleşiyor. Bursa’da, Kocaeli’de, İstanbul’da, Ankara’da, Batman’da ve daha bir çok yerde gelişen işçi eylemleri, grevleri bunun en açık göstergesi olarak karşımızda duruyor. İşçilerin hak talepleri ve mücadeleleri kendiliğinden olsa dahi önemli bir yerde durmaktadır. Metal işçilerinin grevi Fransız sermayedarlarının gözünü öyle korkuttu ki , aynı gün Renault’un yetkilileri Türkiye-Kuzey Kürdistan’a gelmek zorunda kaldılar.
AKP iktidarının Suriye halkına karşı savaşa hazırlandığı bu günlerde işçilerde daha çetin mücadelelere hazırlanıyor. Gelişen sınıf mücadelesinin ateşi ülkenin dört bir tarafını yavaş yavaş sarıp sarmalıyor.
Kendiliğinden gelişen eylemler sosyalistlere çağrıdır!
İşçi sınıfı içerisinde büyük oranda kendiliğinden gelişen bu eylemler sosyalistlere çağrıdır. Son dönemlerde giderek büyüyen işçi eylemleri ve işçilerin kararlı mücadeleleri maalesef doğru bir önderlikle buluşamadığı için hızlı bir şekilde sönümlenmektedir. Ancak işçilerin bu kararlı mücadeleleri bizlere bir çağrı olarak karşımızda duruyor. Biz ya bu çağrıya kayıtsız kalacağız ya da işçi havzalarına giderek, işçilerin arasına girerek, fabrikalarda ve atölyelerde bizzat üretimin içinde yer alarak önce onların öğrencisi sonrada öğretmenleri olacağız. “Kitlelerden kitlelere” siyasetini izlemekten başka herhangi bir yolumuz yok. Eğer gerçekten devrim yapmak istiyorsak, bu mücadelenin uzun soluklu olduğunu unutmamalıyız.
Muzaffer Oruçoğlu, Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşa “Neden Dersim?” diye sorduğunda İbrahim yoldaşın cevabı tarihi bir ders niteliğindedir; “Biz Dersim’i seçmedik. O bizi çağırdı.”
Bugünde gelişen işçi eylemleri, keskinleşen sınıf mücadelesi ve derinleşen çelişkiler bizi çağırıyor. 40 yıllık mücadele tarihimiz boyunca hep ezilenlerin yanında olduk. 40 yıl boyunca pek çok bedel ödedik. 40 yılın ardından aldığımız bilimsel kararları hayata geçirmek, politikayı ete kemiğe büründürmek görevi önümüzde duruyor. Ne kadar doğru ve bilimsel kararlar alırsak alalım, pratikte uygulayamadığımız sürece, kararlarımız sadece önümüzde duran bir teori olarak kalacaktır.
“Teori gridir pratik ise her zaman yemyeşil”
Marks’ın da dediği gibi “teori gridir pratik ise her zaman yemyeşil”. Artık lafazanlık, boş sloganlar, semtlere sıkıştırılan mücadele devri kapanmıştır. Artık ezilen halkların arasında onların mücadelesini omuzlama zamanı gelmiştir.
İşçi havzaları, çevre eylemleri,kadın mücadeleleri, üniversiteler bizleri bekliyor. İdeolojik ve teorik olarak donanarak, bilimsel sosyalist ideolojimizi kitlelere götürmek ve maddi bir güce dönüştürmek önümüzde ki temel görevlerden biridir.
Kaybedecek bir saniyemiz bile yok. Sömürücü sistem 7 gün 24 saat boyunca durmaksızın çalışıyor. Düşmanımızın bu denli çalıştığı bir ortamda biz daha fazlasını yapmak zorundayız. Devrimci militan kişilik ancak hayatını devrime adayarak, her anını devrim için çalışarak yaratılabilir. Her yoldaşımız devletin bu saldırıları altında bir adım daha öne çıkmalıdır.
Son olarak tüm yoldaşlarımıza soruyoruz; Şimdi değilse ne zaman? Sen değilsen kim?