HABER MERKEZİ (18.10.2016)-Küçük Şeylerin Tanrısı’nın (Çev: İlknur Özdemir, Can Yay., 15. baskı, 2016) yazarı Arundhati Roy, yirmi yıl aradan sonra, gelecek yıl İngilizce’de, 2018 başında da Fransızca’da yayımlanacak olan yeni bir roman bitiriyor. Bu kitaptan önce de, Hindu milliyetçilerine ve gözü doymayan kapitalizme karşı kavgaları bağlamında iki çalışma yayımladı.
Bu kitapların ilki, Kapitalizm, Bir Hayalet Hikâyesi (Çev: Çiçek Öztek, Sel Yay., 2015), Keşmir’deki gerginlikleri ve “nüfusunun % 80’den fazlasının günde elli sentten az parayla geçinmesi” olgusuyla bağdaşabilen üstel/exponentiel ekonomik kalkınma yaşayan bir Hindistan’da, STK’ların, insanî yardım amaçlı vakıfların, araştırma burslarının, ya da çeşitlilik ve sanat üzerine yatıştırıcı söylemlerin toprak istifçiliği ile hayal güçlerinin yok edilmesine nasıl araçlık ettiğini merkez alan bir makale derlemesi aslında.
Bunlara karşı, Arundhati Roy, finansın ve ideolojilerin o ezer geçer silindirlerine direnmeye uğraşan mücadelelerin hesabını veriyor. Her ne kadar, bazı yaşam tarzlarını ortadan kaldırarak başkalarını dayatan ve kökten farklı düşünme biçimlerini yok etmiş olan bir insanlığı bekleyen yazgı üzerine tahlili karamsar da olsa, Arundhati Roy, “bireyleri, mutluluk ve ferahlama yerine düşüncesizce tüketmeyi özümleyecek derecede hipnotize edilmiş zombilere dönüştürmeyi denemiş bir sistemin içinde düş kurma hakkı”nı talep ediyor hâlâ.
İkinci kitabın adı: “Ne sevmeliyiz?” (Que devons-nous aimer ? Gallimard). Yazar ve yönetmen John Cusack ile beraber gerçekleştirdikleri bu çalışma, Edward Snowden’la ve “oyunbozanlar”ın öncüsü olup Vietnam Savaşı sırasında “Pentagone Belgeleri”nin sızmasının kökenindeki Daniel Ellsberg’le bir görüşmesinin ürünü. Ellsberg ile Snowden’ın, adına hareket etmiş olduklarını söyledikleri vatanseverlik üzerine bir düşünme çabası; Arundhati Roy önceliklerimizi tekrar tanımlama çağrısında bulunuyor bize : “Bâkir bir orman, bir sıradağ, ya da içinden ırmak geçen bir vâdî, hiçbir ülkenin asla olamayacağı kadar önemli ve kesinlikle ondan da fazla sevgiye lâyıktır. Irmaklı bir vâdî için ağlayabilirim; ağlamışlığım da var zaten. Ya bir ülke için?”
Söyleşi:
Hindistan’ın da artık diğerleri gibi, “Nükleer bombalar ve rezalet düzeyinde bir eşitsizlikle” bir süper-güç olduğunu yazıyorsunuz… 1998’de, The End of Imagination’da (“Hayalgücünün Sonu”), şöyle beyan etmiştiniz : “Bir nükleer bombanın kafamın içine yerleştirilmesine karşı çıkmak Hinduluğa ve vatanseverliğe aykırı ise, o zaman ben yokum. İşbu belgeyle, gezici bağımsız cumhuriyet ilan ediyorum kendimi.” Neredeyse yirmi yıl sonra, Hindistan’la ilişkiniz ne durumda?
Roy: Hindistan’da milliyetçi söylem korkunçlaştı ve bu, nükleer denemelerle başladı. Bu denemeleri büyük bir ulusun nişanesi olarak yüceltmeyen herkes ihanetle suçlandı. Şu farkla ki, büyük nükleer güç tapınmasına gönlü elvermeyen nadir insanların hepsini “Hindu düşmanı” olarak damgalayanlar, bugün iktidara yerleşmiş ve aşırı sağcı kanaatlerinin ardına siper almış durumdalar. Elbette bu bölgenin durumu, Suriye ya da Irak’taki durumdan uzak; ama başında Modi’nin bulunduğu, Keşmir’deki çatışmayı ve Pakistan’la gerilimi azdıran bir hükümetten ne kadar endişe duysak yeridir; çünkü elinde nükleer bombalar bulunan güçlerden bahsediyoruz burada.
Hindu milliyetçileri sizi şahsen hedef alıyorlar mı?
Roy: Hükümet kendisinden farklı düşünenlere karşı memnuniyetsizliğini işi kalabalığa ihale ederek gösteriyor. Bu şekilde, BJPÇ.N. kadın kollarının evimin önünde düzenlediği ve tutuklanmamı talep ettikleri bir gösteri olmuştu. Geçen Nisan ayında da, Nehru Üniversitesi öğrencileri, üzerine çok sayıda metin kaleme aldığım Keşmirli Afzal Guru’nun asılması üzerine bir tartışma düzenlemişlerdi. O sırada bazı gruplar öğrencilere saldırdılar ve bir haber kanalının gazetecisi, “Bütün bunların arkasındaki şahıs kim? Neden hâlâ serbest?” diye sordu. Büyük şirketlerin elindeki yayın organları bağımsız sesleri susturuyor; hükümet ise sansürü uygulama işini öfkeli kalabalıklara ihale ediyor.
Hindistan’ın üstel büyümesinin ülkedeki en zengin yüz kişinin GSYİH’nın dörtte birinden fazlasını ellerinde tuttuğu bir duruma varmış olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Büyüme sayesinde zenginliğin dar gelirli sınıflara doğru “oluk oluk aktığı”nı söyleyen “trickle down” (damla damla kalkınma) teorisi neden yanlış çıktı ve aksine, yoksul sınıfların aleyhine biçimde zenginliklerin aynı ellerde toplandığı kitlesel bir “gush-up” (kelimesi kelimesine “fışkırma”) sürecine tanık olundu?
Roy: Her yerde oluyor bu; buna kapitalizm deniyor ve bunu anlamak için bir ekonomi diplomasına lüzum yok. Ama el yapımı mallar üretimi ve ihracatıyla sağlanan Çin kalkınmasının aksine, Hindistan’da büyüme tamamen yeraltı kaynaklarının ve madenlerin çıkarılmasına dayandığı için bu hâdise iki misline katlanıyor. Tarihsel olarak, Britanyalılar ve Fransızlar değerli kaynakları çıkarmak için dünyayı sömürgeleştirmişlerdi. Bugün Hindistan’da bir elit sınıfı kendi ülkesini sömürgeleştiriyor.
Ayrıca, Hint kapitalizminin bir özelliği, örneğin Tata gibi büyük şirketlerin, maden çıkarılmasından basına, eğitime ya da kozmetik sanayiine kadar yaşamın katiyetle tüm alanlarını kaplaması! Bu sistemin dışladığı sadece yoksullar değil; intihar oranları artan ufak esnaf ya da çiftçiler bile aynı durumda; oysa Hindistan çok güçlü bir ekonomi haline geldi.
Kapitalizm hangi anlamda, sizin söyleyişinizle söylersek, “bir hayalet hikâyesi”?
Roy: Kapitalizmi, ortaya çıkardığı üretim ve mübadele araçlarının gücü yüzünden, çağırdığı cehennem güçlerine artık hâkim olamayan büyücüye benzeten Marx’a atıfta bulunuyorum. Fabrikalar kapandı, istihdam yok oldu, sendikalar buharlaştı. Proletaryayı oluşturan kişiler birbirlerine karşı çıkarıldı: Müslümanlara karşı Hindular, kastlara karşı kastlar, bölgelere karşı bölgeler… Ama kapitalizm hiçbir mantığı olmayan bir din haline geldi. Kolektif bir psikozu zincirinden boşalttı. Şu yaşadığımız şekilde yaşamayı sürdürmenin dünyanın ve insanlığın sonunu getireceğini biliyoruz. Biliyoruz bunu. Ama bilmek, şeylerin gidişatını değiştirmeye yetmiyor.
Kapitalizme geçmiş krizlerini atlatma olanağı vermiş olan iki eski reçetenin, yani sizin deyişinizle “savaş ve alışverişin/shopping”in, “düpedüz işe yaramayacağı”na neden hükmediyorsunuz? Kapitalizmin kuvveti, yaratıcılık ve kendini uyarlama yeteneğindedir…
Roy: Evet, yaratıcıdır. Bunun nerelere vardığını görmek yeter: Kapitalizmin ilkesi rekabet, komünizminki de birlik olmasına rağmen, kapitalistler birlik halindeler, oysa komünistler tamamen bölünmüş ve birbirleriyle anlaşamaz durumdalar. Ama para ve sermaye dolaşımındaki çabukluğun insan izanının parametrelerini bozduğu ve bizim kavrayamadığımız şekilde ruhlarımızı yıprattığı bir durumdayız. Tür olarak muazzam bir sorunumuz var.
İnsanî yardım amaçlı vakıflar ve STK’lar hakkında çok sert sözcükler kullanıyorsunuz? Niçin?
Roy: Tabii ki bazı STK’lar kusursuz işler yapıyorlar, ama bazı şirketlerin “insanî yardım amaçlı” mali destekleriyle sağlanan her şeyin “STK’laşması” sorun çıkarıyor. Devletler eğitimden, sağlıktan ve başkasına devredilemez haklar olarak telakki edilmesi gereken alanların çoğundan ellerini çekerken, artık bu insanî yardım kuruluşlarının hayırseverliğine ve bu STK’ların çalışmalarına başvurmak gerekiyor. Bu bir hüsnükuruntu.
STK’ların diğer bir sorunu, dünyayı muayyen bir tarzda tasvir etmelerine bağlı. Mesela feminist STK’ları alın. Cinsel sakatlamalara ya da cinsiyetçi basmakalıplara karşı mücadele etmek için önemlidirler. Ama Chhattisgarh’daki kadınların topraklarına el konulmasına karşı mücadelesi, ya da Orissa’daki kadınların bir baraj inşaatına karşı mücadeleleri, feminist kavgalar gibi görülmez ve mali destek sağlamaya lâyık bulunmaz. Emperyalist ve kapitalist gündeme karşı kadınların mücadelesi hiçbir zaman desteğe lâyık bir feminist mücadele gibi görülmez. STK’nın mali destek sağlaması kötü değil, ama neye destek verilip neye verilmediğine bakmak çok önemli.
Havsalaya sığmayan kârlar eden Rockefeller ya da Carnegie gibi şirketler, 20. yüzyılın başında insanî amaçlı çalışmalar için bu kârlardan ufak bir yüzde ayırmayı ve kendilerine hizmet eden politikaların hazırlanışı üzerinde daha az görünür bir denetim sağlamayı akıl ettiler. Gates, Ford, Carnegie, Rockefeller gibi büyük vakıfların eğitim sanayine nasıl yatırım yaptıklarına ve bizzat pedagoji fikrini nasıl dönüştürdüklerine bakın.
ABD’de, öğretim kadrosu istihdamında hakiki bir çeşitlilik bulunan kusursuz üniversiteler var; bu çeşitlilik bayrağını sallayarak Üçüncü Dünya’nın tüm elitlerini kapıyorlar. Ama bu yerlerde, eşitsizlikler, kapitalist işleyiş, sınıf savaşları derinlemesine sorgulanmıyor. Kusursuz bir doktrin aşılama biçimi bu; çünkü gelip silah tehdidiyle sizi bir yeniden-eğitim kampına gönderen KGB üyesine benzemiyor. Ama yumuşak bir yeniden-eğitim yine de. Britanya ya da ABD’deki büyük üniversitelerin sınıflarından iyi araştırmacılar ve akademisyenler çıktı; ama aynı zamanda, ülke ekonomilerinin küresel şirketlere açılmasına katkıda bulunan başbakanlar, maliye bakanları, ekonomistler veya bankacılar da çıktı.
Rahatsız edici sorular soran tüm kadın ve erkekler görmezden geliniyor ve ihmal ediliyor; böylelikle de düşünme tarzları yumuşatılıyor. Farklı bir dünyayı tahayyül imkânlarımızın büyük kısmı ortadan kaldırılıyor. Chattisgarh ya da Orissa vâdîlerinin halkları gibi farklı hayalleri olan insanların yok edilme şekli korkunç. Geçmişten kurtulunduğu düşünülürken, gerçekte, geleceği yok ettik muhtemelen.
Vakıf finansmanlarıyla protestoların etkisizleştirilmesinin örnekleri neler?
Roy: Ford ve Rockefeller vakıflarının burslarla, teşvik ya da yetiştirme kursları yoluyla “ılımlı” siyah örgütlerini finanse ettiği, ABD’deki yurttaş hakları hareketi esnasında görüldü bu. Daha yakın zamanda Güney Afrika’da, Amerikan vakıfları Afrika Ulusal Konseyi ANC üzerindeki SSCB nüfuzunun önünü kesmek için bu örgütü finanse etme, böylelikle de Steve Biko’nun Black Consciousness Movement’ı (Siyah Bilinci Hareketi) gibi daha radikal örgütlerin tasfiye edilmesini sağlama kararı aldılar.
Nelson Mandela Güney Afrika’nın ilk siyah başkanı olduğunda ise, Washington uzlaşmasına bütünüyle bağlı kaldı ve ANC’nin programındaki tüm sosyalizmi ortadan kaldırdı. Hatta, Endonezya’da yüz binlerce komünisti öldürmüş olan General Suharto’ya Güney Afrika’nın en büyük nişanını taktı…
Bugün Güney Afrika, Mercedeslere binen eski militanlar tarafından yönetiliyor; ama Siyahların özgürleştiği efsanesini ayakta tutmak için bu yetiyor. Hindistan’da, sömürgelikten kurtulma ile, bir ülkenin kendi elitleri tarafından sömürgeleştirilme biçimi olan kapitalist neo-liberalizm arasında yine de elli yıl geçmiştir. Güney Afrika’da ise bu iki egemenlik arasında hiçbir geçiş olmamıştır. Devrim, STK’larla ya da çıkarları statükoda olan ve ılımlı bir yerli direnişine kolaylıkla razı olan şirketlerle finanse edilemez.
İnsan hakları adına uygulamaya konulan siyasetler nazarında da sertsiniz. Niçin?
Roy: Bu soruda ince ayrıntıları gözetme lüzumu var. İnsan haklarının kötü bir siyaset oluşturduğunu söylemiyorum; en iyi dostlarımın da çoğu insan hakları aktivisti. Ama bu yetmez diyorum. Asgari haklarımızı oluşturmaları gerekirken, talep etme hakkımızın bulunduğu tek şey haline geldi insan hakları. Kapitalizm adalet fikrini yalnız bu haklara indirgedi; eşitlik düşünü ise küfür gibi algılıyor. Oysa insan hakları siyasî hayal gücümüz için bir sınır teşkil edebiliyor.
Sıkı sıkıya bu mefhum üzerinde yoğunlaşma olgusu, sadece şiddet hareketlerine ve hunharlıklara ilgi gösterilerek bir çatışmanın iki tarafının da –Maocuların da, Hint Hükümeti’nin de; veya İsrail ordusunun da, Hamas’ın da– aynı şekilde azarlanmasına olanak veriyor. Hindistan’da, Keşmir, Orissa ya da Chhattisgarh eyaletlerinde, Gandhici olmayıp silahlanan direniş hareketleri var; çünkü kaynaklarının ellerinden alınmasına karşı başka mücadele seçenekleri yok. Taleplerinde haklı olmalarına rağmen orta sınıf desteğini elde edemiyorlar, çünkü insan haklarıyla bağdaşmaz olduğu ileri sürülen “şiddet”e indirgenmiş durumdalar…
Bu durum karşısında ne yapılabilir?
Roy: Hiçbir şey yapılmadı da değil. Kavgalar yürütüldü. Yoksullar güçlü madencilik şirketlerini durdurmayı başardılar. Zaferler oldu, ama çoğu zaman görünürlükleri yok ve kutlanmıyorlar…
Kendinizi komünist olarak mı tanımlıyorsunuz?
Roy: Hayır. Ama dünyanın nasıl işlediğini anlamak ve onu doğru tahlil etmek için toplumsal sınıfların temel bir veri olduğunu düşünüyorum. Sınıf terimleri uyarınca düşünmemek, çatılmış iskeleti bulunmayan bir beden olmak gibidir. Ama bazı komünistlerin yaptığı gibi sadece sınıf terimleri uyarınca düşünmek ise, bedensiz bir iskelet olmayı andırıyor bence.
İhtiyacımız olduğunu yazdığınız o “yeni hayalgücü” neden oluşabilir? Tasvir edebilir misiniz onu?
Roy: Evet, tasvir edilebilir, ama birkaç cümleyle değil. Bitirmekte olduğum romanda yapmayı denediğim de bu.
“Belki de geceyi tekrar ele geçirmemizin zamanıdır”, diye yazıyorsunuz. Bu tasarının anlamı ne?
Roy: Bu cümle, Bombay’da Hindistan’ın en zengin adamı Mukesh Ambani’ye ait olan devâsâ Antilia binasına bir gönderme. Şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı mesken: 27 katı, üç helikopter platformu, altı kat parking’i, 600 hizmetkârı var… Komşuları bu canavarın bütün o ışıklarıyla gecelerini çalmış olmasından şikâyet ediyorlar. Ama geceyi tekrar sahiplenmek, hava da olsa su da olsa tecavüze uğramış tüm tabiatın tekrar kendine gelmesi için eski bir feminist taleptir…
Mirası ortadan kaldırma öneriniz gerçekçi görünüyor mu size?
Roy: Miras sadece mali ve maddi mallar değildir. Hindistan’da kastlardaki kendini kabul ettirme (prégnance)sistemini gözlemlediğinizde, mirasın aynı zamanda ne kadar, bir mevki, statü, haklar sorunu da olduğunu kavrıyorsunuz.. Eğer bir şeyleri değiştirmek isteniyorsa, ayrıcalıkları ve müktesep hakları sürdürmemenin bir şeklini düşünmeye başlamak önemli geliyor bana.
Vietnam Savaşı sırasında “Pentagone Belgeleri”nin sızmasının sorumlusu bir başka oyunbozan olan Daniel Ellsberg’le birlikte Edward Snowden’la yaptığınız görüşmeye hasrettiğiniz kitabınızda, “yaşam tarzı savaşları” diye adlandırdığınız nedir?
Roy: Amerikan yaşam tarzı, Avrupalı’nın ve Hint elit sınıfının yaşam tarzı haline geldi. Snowden ve Ellsberg Vietnam Savaşı’nın haşinliğini ya da NSA gözetimini ihbar etmekte haklıydılar; ama hâlâ, hem dün hem bugün ABD’nin bu savaşları neden yürüttüğünü anlamak lüzumu var. Nedeni, her şeyden önce, kaynakların denetimi ve bundan en hızlı şekilde yararlanma iradesi. Bunun için, zincirinden boşanmış sonsuz bir tüketim iştahı üzerine kurulu özel bir yaşam tarzı vâzetmek gerek.
Şu veya bu ürüne sahip olmanın lüzumu üzerinde ısrar etmekten ziyade, kendi kişiliğinizin ve gerekli ferahlamanızın parçası olduğuna inandırmayı becererek ürün satış yöntemini ilk değiştirenlerden biri, Freud’un yeğeni Edward Bernays’tır. Sınırsız tüketimin bu hayali, mutluluğun git gide daha fazla eşyaya sahip olmaktan geçtiği minvalli bu fikir, uygarlıkla kapitalizmin aynı şey olduğuna bu inanıştır sorgulama konusu etmemiz gereken; eğer bir hayatta kalma şansımızın olmasını istiyorsak. Ama insanlığın hayatta kalmayı istediğinden emin değilim…
Edward Snowden ve Daniel Ellsberg’le yapmış olduğunuz o görüşmede, eylemlerindeki vatansever saiklere mesafeli yaklaştığınız hissediliyor. Kafalarındaki belirli bir Amerika fikri adına böyle hareket ettiklerini söylüyorlar; Vietnam Savaşı’nın, ya da NSA’in insanları gözetlemesinin “ihanet” olduğunu düşündükleri bir Amerika fikri bu. Uzun zamandır şovenizme karşısınız, ama şovenizm bazı savaşlara sebep oluyorsa da, insanlar birbiriyle dövüşmek için ulus-devletleri de beklememişler, değil mi?
Roy: Ülkelerin ya da ulusların var olmamaları gerektiğini söylemiyorum; ama çoğu insanın kültür ve uygarlık bakımından ülkelerinin bir üstünlük sahibi olduğunu düşündükleri Fransa’da ya da Hindistan’da olduğu gibi, böyle bir bâtınî güçle de donatılmamalı bunlar. O kadar da değil. Kendini kasmaya gerek yok.
Yazarların ve sanatçıların bayraktan daha az ölümcül bir hayal gücünü beslemedeki başarısızlıkları nasıl açıklanabilir?
Roy: Sanatçılarda ve yazarlarda piyasanın beklentilerine boyun eğildiğine çok sık rastlanır; sizden bir şeyleri denemeniz beklendiği için muayyen sınırları aşmadan bir şeyleri dener gibi göründüğünüzde bile yaparsınız bunu. İlk romanım Küçük Şeylerin Tanrısı’nı yazdığım zaman, iyi karşılandım ve iki yıl sonra bir roman daha yayımlamamın ve bunu böyle sürdürmemin beklendiğini hissettim. Fakat şayet bu beklentilere cevap vermek istemiş olsaydım, katıldığım mücadelelerin hiçbirine katılamazdım, yazmış olduğum denemeleri de yazamazdım. Yeni bir roman yerine, “Hayalgücünün Sonu”nu yayımlayınca, beni göklere çıkarmış olanlar birden çılgınca bir hiddete kapıldılar ve benden nefret ettiler.
Sonsuz tüketimin hayalgücü sanat dünyasına da girdi ve “green washing”leÇ.N. görmüş olduğumuz gibi, “cultural washing” biçimlerine tanık oluyoruz. Dünyanın en büyük edebiyat festivali bugün Hindistan’da, Jaipur’da bulunuyor. Oraya herkes geliyor; yayıncılar, yazarlar… İfade özgürlüğünden, sanattan söz ediliyor orada; oysa bu festivali finanse eden kimseler ormanlardaki halkları yok ediyor, Hindu ve milliyetçi olmamayı bile suç telakki eden bir hükümeti destekliyorlar. Maden şirketleri, ifade özgürlüğünden medeni bir tarzda söz eden harikulade kimselerle sinema ya da edebiyat festivalleri finanse ediyorlar; oysa o sırada sponsorlar dünyayı yok ediyor.
Ne yapmalıyız öyleyse? Kitabınızın başlığındaki gibi, sevmeli miyiz?
Roy: Buna akıl yormak gerekir ve ben çok düşünüyorum bunu; sonunda bu konuda yeni bir roman yazmamın nedeni de bu. Ama tabiatın boyunduruk altına alınması ve ona insan varlığının hükmetmesi gerektiği fikriyle ilişiği kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. İnsan varlığının dünyanın ve dünyayı kat eden tüm anlatıların merkezinde bulunması gerektiği kanaatiyle ilişiği kesmeliyiz.
Joseph Confavreux – Mediapart – Çeviri: Haldun Bayrı