Referandum ve sonrası siyasal gelişmeler üzerine!

Toplumsal somut koşullarda, devrimci durumun somut ve dinamik olması, her koşulda dinamik bir karşı duruş sürecini örgütleyeceği anlamına gelmez. Bu tamamıyla devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin örgütlülüğü ile alakalı bir durumdur. Yani somut toplumsal koşullarda derinleşen çelişkiler, bazı kitle hareketlenmeleri yaratsa da, kendiliğinden gerici siyasal iktidarları sarsan, gerileten devrimci roller yaratamazlar. Bu tamamıyla, devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin sübjektif gücü olan devrimci-komünist hareketin durumu ile alakalı bir durumdur. Derin toplumsal sosyal hoşnutsuzluk ve itirazlara karşın, kitlelerin, devrimci-komünist önderliklerin çatısı altında esasta örgütlü olmamaları, ya da devrimci komünist hareketin bu toplumsal muhalefeti, devrimci mücadele mevzilerinde kucaklayamaması nedeniyle, somut ve dinamik olan devrimci durum, hakim sınıfların sürecini etkili olarak darbeleyen bir yönelime dönüşememektedir. Bu duruma, hakim sınıfların açık faşist uygulamalarla, ulusal ve sosyal devrimci güçlere, tüm toplumsal örgütlenmeler ve kitle tabanına, potansiyel olarak var olan toplumsal itiraz odaklarına karşı geliştirdiği kuralsız saldırı ve karşı-devrimci kuşatma, toplumsal muhalefetin hareket alanını daraltmış, yukarda açıkladığımız önderlik zafiyetlerinden kaynaklı toplumsal muhalefet, bu kuşatmayı kırmada yeterli direnci gösterememiştir. Sürece müdahale açısından böyle bir sorun olsa da, Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasında, devrimci durum derin, somut ve dinamiktir. Bunun temel kriteri, referandumda sürece hayır diyen kitlelerin tavrı değildir sadece. Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halkları, mevcut gerici siyasal iktidarın yönetiminden hoşnutsuzdur ve böyle yönetilmek istememektedirler. Aynı biçimde, yönetenler ciddi bir siyasal istikrar sorunu yaşamaktadırlar

HABER MERKEZİ(31.05.2017)-Gerici tekçi “TC” hâkimiyet geleneğinin, yaşadığı rejim krizini aşma projesi olarak, tek adam diktatörlüğünde sürecini sürdürmek için planlanan “anayasa değişikliği” referandumunda, “evet” bıçak sırtında çıkmıştı. Eşitsiz burjuva hukuk içinde dahi, “meşruiyet” ve “şaibe” tartışmaları ile sonuçlanan bu referandumun, diğer burjuva seçimler gibi demokratik ve adil olmadığı açıktır. Ki burjuva hukuk, anayasa, yasama, yargı, yürütme gibi organlar ve bu organların kurumsallaştırılması için yapılan hiçbir seçim, eşit ve adil koşullarda halkın iradesini teyit eden siyasal süreçler değildir. Egemenlerin hangi kesiminin, ezilen ve sömürülen halkları boyunduruk altına alacağını, halkın “söz ve karar” yetkisi manipülasyonu ile sonuca bağlayan burjuva seçimler süreci, hem toplumsal hukuk açısından ve hem de, burjuvazinin kendi yasaları açısından, hâkim olan klik yâda kliklerin lehine hukuksuzdur, hilelidir. Sömürülen sınıflar ve ezilen halklar açısından “meşruiyet” durumu zaten yoktur. Bu genel doğrudan öte, son 16 Nisan referandum seçimleri, OHAL koşulları ve KHK lar hukuku ile burjuva hukukun dahi hakim olmadığı bir referandum oylaması olmuştur. AKP-Erdoğan-MHP koalisyonu denkleminde süreci örgütleyen Türk hâkim sınıfları, baskı ve zor ile açık faşizm koşullarında istedikleri sonuca ulaşma çalışması olarak referandumu ele almış, “Dış düşman tehdit i”, “terörle mücadele konsepti” gibi kirli propagandalarla toplumsal-sosyal gerçeklik, burjuva çıkarlar çarkında ters yüz edilmiş ve bu bağnazlık üzerinden sürdürülen burjuva siyasetle , “hayır” cephesine karşı devreye konulan fütursuzca saldırılara karşın, Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halkları, açık faşizm koşullarının “anayasal güvenceye” kavuşturulması için toplumsal sosyal ayağını icra etme olan “tek elde” merkezileşmesi hamlesine “hayır” demiştir. Burjuva cenahta sürdürülen “meşruiyet” ve “şaibe” tartışmalarından öte, halkın iradesi esasta süreci kabul etmeme yönündedir. Hakim sınıfların ve tek adam diktatörlüğünün siyasal organı gibi çalışan YSK, açık darbe ile referandum sonucunu değiştirse de ( ki bu tartışma götürmez açık bir durumdur), hâkim sınıflara karşı var olan toplumsal hoşnutsuzluk ve itiraz, ezilen ve sömürülen halklar, milli zulüm altındaki ulus (Kürt ulusu) ve azınlıklar, ötekileştirilen inanç gurupları özgülünde somut, dinamik bir durumdur.

Toplumsal somut koşullarda, devrimci durumun somut ve dinamik olması, her koşulda dinamik bir karşı duruş sürecini örgütleyeceği anlamına gelmez. Bu tamamıyla devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin örgütlülüğü ile alakalı bir durumdur. Yani somut toplumsal koşullarda derinleşen çelişkiler, bazı kitle hareketlenmeleri yaratsa da, kendiliğinden gerici siyasal iktidarları sarsan, gerileten devrimci roller yaratamazlar. Bu tamamıyla, devrimci mücadele ve toplumsal muhalefetin sübjektif gücü olan devrimci-komünist hareketin durumu ile alakalı bir durumdur. Derin toplumsal sosyal hoşnutsuzluk ve itirazlara karşın, kitlelerin, devrimci-komünist önderliklerin çatısı altında esasta örgütlü olmamaları, ya da devrimci komünist hareketin bu toplumsal muhalefeti, devrimci mücadele mevzilerinde kucaklayamaması nedeniyle, somut ve dinamik olan devrimci durum, hakim sınıfların sürecini etkili olarak darbeleyen bir yönelime dönüşememektedir. Bu duruma, hakim sınıfların açık faşist uygulamalarla, ulusal ve sosyal devrimci güçlere, tüm toplumsal örgütlenmeler ve kitle tabanına, potansiyel olarak var olan toplumsal itiraz odaklarına karşı geliştirdiği kuralsız saldırı ve karşı-devrimci kuşatma, toplumsal muhalefetin hareket alanını daraltmış, yukarda açıkladığımız önderlik zafiyetlerinden kaynaklı toplumsal muhalefet, bu kuşatmayı kırmada yeterli direnci gösterememiştir. Sürece müdahale açısından böyle bir sorun olsa da, Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasında, devrimci durum derin, somut ve dinamiktir. Bunun temel kriteri, referandumda sürece hayır diyen kitlelerin tavrı değildir sadece. Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halkları, mevcut gerici siyasal iktidarın yönetiminden hoşnutsuzdur ve böyle yönetilmek istememektedirler. Aynı biçimde, yönetenler ciddi bir siyasal istikrar sorunu yaşamaktadırlar. AKP-Erdoğan diktatörlüğü nezdinde hakim klik, hem egemen güçler arasındaki derin klik çatışmalarından, hem uluslararası emperyalist (ABD ve AB emperyalist güçleri başta olmak üzere) güçlerle yaşadığı derin çatışmalardan ve son tahlilde, Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere, devrimci -komünist güçlerin devrim mücadelesi ve toplumsal dinamiklerin muhalefeti karşısında, açık faşizm koşullarıyla gürlediği gibi güçlü değildir. Ciddi bir siyasal ve iktisadi bunalım yaşamaktadır ve süreci tek elde merkezileşmiş diktatörlükle aşmak istemektedir. Lakin toplumsal koşullardaki derin çatışmalara, devrimci ve komünist güçler başta olmak üzere, toplumsal devrimci muhalefet müdahale edip, devrimin lehine çözme dirayeti gösteremezse, karşı devrim bu derin çatışmalar içinde taktiksel olarak kendisini yapılandırarak çıkacaktır. AKP-Erdoğan iktidarı da bugün bunu yapmaktadır.

Çünkü devrimci durumdaki dinamizm hakim sınıfların her sürecine karşı ciddi bir “risk” teşkil edeceği açıktır. Soruna bu stratejik zeminde bakan hâkim sınıflar, planladıkları her gerici süreci, entrika ve hile dâhil, her türlü azgın saldırı ile örgütlemek istemektedirler. Aksi bir durum, rejim sorunu dâhil, yaşadıkları siyasal ve iktisadi kriz koşulları, On’ların varlık koşullarını daha da derinden sarsacaktır. Bu kadar pervasız, kendi gerici hukuklarında dahi ortaklaşamamaları ve her alanda şiddet ve baskının dozunu arttırarak saldırmalarının özü, yaşadıkları bu çıkmazdır.

Egemen güçler arasındaki klik dalaşı derinleşerek devam edecektir!

Referandum sonucunun YSK eliyle yapılan müdahale ile “evet” çıkarılması, “TC” egemenleri arasındaki klik dalaşında bir nitelik farkı yaratmamıştır. Ki “evet” ya da “hayır”, her iki sonuçta da klik dalaşını farklı biçimlerde ve farklı kliğin avantajlı pozisyonuna göre derinleştireceği, sürece dair gazetemizin yaptığı bir belirleme idi. “Evet”, AKP-Erdoğan-MHP ( Bahçeli) koalisyonunun temsil ettiği kliğin daha avantajlı olacağı anlamına gelirken, “Hayır” sonucu, CHP ve diğer burjuva partilerin temsiliyetinde olan gerici burjuva kliğin avantajlı pozisyonu anlamına gelecekti. Devrimci, komünist, güçler başta olmak üzere, işçi sınıfı, emekçi halklar açısından, “Hayır”, bu burjuva kliklerin gerici minderlerindeki dalaşından öte bir anlam ifade etmekteydi. Faşizmin sürecinin geriletilmesi, rejim sorunu yaşayan “TC” yönetsel erklerinin kendisini, açık faşizm koşullarına göre yapılandırmasına fırsat tanınmaması, devrimci-demokrat toplumsal muhalif dinamiklerin, egemen güçler arasındaki çatışmayı fırsata çevirerek, ülkeyi kan gölüne çeviren AKP-Erdoğan diktatörlüğünün zayıflatılması gibi somut sürece uygun politikalarla referandumu ele almışlardır. Bunca baskılara karşın ortaya çıkan dinamik durum ele alındığında, hem taktiksel zeminde, hem de stratejik zeminde önemli bir dinamiğin ortaya çıktığı açıktır.

Öngörüldüğü gibi referandum sonucu, gerici güçler arasındaki klik dalaşını daha da derinleştiren bir trendde gelişimini tayin etmektedir. Gerek dış politikada ve gerekse de iç sahada, bu derin çatışmalar, sürece çok açık yöntem ve araçlarla rengini vermektedir. Bugün AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, AB ve ABD emperyalistleri ile yaşadığı çatışma, salt dış politikada cereyan eden bir çatışma değil, iç iktisadi-siyasal sahada ayakları köklü olarak var olan bir çatışmadır. Hemen referandumun akabinde, suskunluğunu bozan komprador işbirlikçi tekel örgütlerinin tavrı, önümüzdeki süreçte, gerici burjuva siyasetin ve çatışmanın nasıl şekilleneceğine dair önemli ipuçları vermektedir. OHAL koşulları, KHK’larla yönetilen süreç ve ağır savaş koşullarının yarattığı istikrarsızlık ortamında, çıkarları zedelenen patron örgütleri, bu sürecin daha farklı bir zeminde işletilerek bir “istikrar” yakalama özlemlerini açıkça beyan eden açıklamaları ve buna karşı Erdoğan’ın tavrı, “uyumlu” bir süreçten öte, çatışmalı, didişmeli bir süreci ifade etmektedir.12-13 Mayısta, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKENFED) tarafından Amed’de düzenlenen 39. Girişim ve İş Dünyası Toplantısında yapılan “silahların bir daha geri dönülmemek üzere terk edilmesi ve bunun için siyasi diyalogun çözümün mimarı olmasını sağlayacak koşulların oluşturulması” yaklaşımı ve akabinde, yine DİSİAD(Diyarbakır Sanayici ve iş adamları derneği), Başkanı Burç Baysal’ın “Ülkemizdeki tüm siyasi aktörleri ve kurumları da Kürt sorununda, diyalog kanallarının tekrardan oluşması için üzerlerine düşeni yapmaya davet ediyoruz” çağrısı, TÜSİAD’ in Yüksel İstişare Konseyi Toplantısında “OHAL’in kaldırılması, AB ile üyelik sürecine dair yeni stratejilerin belirlenmesi” gibi başlıklarla birleşerek, sermaye odaklarından bir kliğin sürece yaklaşımı olarak deklere edilmiştir. OHAL, AB beklentileri ve Kürt ulusal sorununa yaklaşım konusunda, çatışmaya, inkâr ve imhaya, dayalı savaş politikasında ısrar zemininde bu burjuva iktisat kurumlarına cevap veren Erdoğan, sadece Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci-komünist ve ezilen toplumsal sınıflara karşı savaş ilanını yenilememiştir, aynı zamanda egemenler arasındaki derin çıkar çatışmalarına da temsil ettiği klik özgülünde tavrını belirlemiştir. Bu çatışmanın taraflarından birine ilericilik rolü biçmek, tabi ki en büyük siyasal-ideolojik yanılgıdır. Mevcut AKP-Erdoğan iktidarının, sermayenin bir kesimi ile çatışma içinde olması, siyasal iktidarın sermayenin kurumsal gücü olduğu gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, sermayenin bir kliğinin, burjuva siyasal iktidarın bazı politikaları ile çatışması, ezilen ve sömürülen halkların taleplerini savunduğu anlamına gelmez. Sermeye, OHAL’in kaldırılması, Kürt sorununa “çözüm” çağrısı yaparken, uzun vadeli hareketi ve sömürü ağı daralan sermayenin dolaşımını düşünmektedirler. Sorunları, açık faşizm koşulları olan bu süreci bitirmek değil, iktidarın sömürücü düzeni devam ettirebilmesi için bazı kırılgan politikaların değiştirilmesidir. Çünkü iç ve dış siyaset arenasında “TC”nin sürdürdüğü saldırgan politikanın, bazı pazarların kaybedilmesi riskini taşımaktadır. Aynı biçimde, mevcut siyasal iktidarın dayandığı sermaye kesimleri bu süreçten palazlanırken, sermayenin bir kesimi irtifa kaybetmektedir. AB emperyalist sermayesi ve iç dayanaklarının, siyasal temsilcileri üzerinden kopardığı fırtına bu sebeptendir. Erdoğan’ın son olarak Trump ile görüşmesinde, ortaya çıkan birçok sorun gibi, OHAL, PYD, İdam gibi başlıklarda, ABD ve AB emperyalist güçlerinin karşı tutum alması, iç sermayede temsil edilen sermaye çevreleriyle, AKP-Erdoğan kliğinin temsil ettiği sermaye çevreleri ila olan çelişki-çatışmanın bu sebepler üzerinden yürütülüşüdür. Çatışma kirli ve gerici çıkar çatışmasıdır ve her siyasal süreçte daha da derinleşmektedir.

Egemenler arasındaki klik dalaşı ve bunun siyasal sonuçları!

Referandum sonuçları gibi, her toplumsal-sosyal süreci, burjuva klikler, kendi çıkarları için bir avantaja dönüştürmek istemektedirler. Tüm gerici burjuva partiler, 2019 seçimlerinin startını bugünden vererek hazırlanmaktadırlar. AKP-Erdoğan ve sürece entegre edilen MHP, “evet” sonucunu avantaj sayarak, bir strateji belirlerken, başta CHP olmak üzere, diğer burjuva partiler, “hayır” oranını, kendi siyasal süreçlerine toplumsal dayanak yapmak isteyerek stratejilerini belirlemektedirler. Bu her anlamıyla burjuva siyaset arenasında, bir kargaşa ve çatışma yaratmaktadır. En az hasarla bu çatışmalı süreci örgütlemek isteyen bu gerici cenah, bu niyetlerinden öte tüm kirli yöntemleriyle pazara çıkmış durumdadırlar.

Erdoğan’ın AKP’ nin başına geçmesi, fiili başkanlık sürecinin hukuksal kimliği olduğu kadar, AKP ve devlet organlarının “yeniden” dizaynıdır!

Erdoğan’ nın AKP nin başına “yeniden” geçmesi, (fiili olarak zaten başındaydı), AKP’de sadece genel başkanlığın değişmesi meselesi değildir. Başkanlık sisteminin hukuksal zeminin güçlendiren bir yığın burjuva yasal düzenlemelerle, Erdoğan bir “çözümle” başbakanlığı üstüne alamazsa, geçici bir dönem hukuksal olarak başbakan AKP’den başka biri olsa da, bu tüm yetkilerin fiili olarak Erdoğan’da toplanmayacağı anlamına gelmez. Yani 2019 seçimlerinde geçilecek denilen başkanlık sistemine bugünden fiili olarak geçilmiş durumdadır. Bu fiili durumun, mevcut burjuva hukuk içinde istendiği gibi sürdürülebilinir olmadığı için, OHAL koşulları ve KHK’larla yönetim, bu fiili başkanlığın “hukuku” olarak işlemektedir. OHAL’in azami süre uzatılmak istenmesinin bir nedeni de budur. Olağanüstü yetkilerle, avantajlı konuma sahip olan AKP-Erdoğan iktidarı, devlet egemenliğinin tüm kurumlarında, kendi kurumsallaşmasını derinleştirmek için, “FETÖ” soruşturması adı altında tasfiyelere devam edecektir. Yargı, yürütme, yasama, ordu, bürokrasi gibi temel ayaklar, Erdoğan diktatörlüğünün bekası için, ”yeniden” şekillendirilecek, bu alanlardaki kadrolaşma derinleştirilecektir.

AKP’ye de bu duruma uygun yeniden balans ayarı çekilecektir. Bugüne kadar “FETÖ” soruşturması adı altında, AKP deki muhalefete dokunmamaları, kırılgan olan süreçlerinde, bir iç cephe açmak istememelerinden kaynaklıydı. Şimdi Erdoğan’ın başkanlığında, “yumuşak” bir geçişle, “nöbet değişimi” adı altında bu tasfiye yapılmak istenecektir. Hükümetteki revizyon planı, tabandan yerel yönetim ayağına kadar “Reisçi” olmayanları, FETÖ’cü olarak sürecin dışına atılması, hem 2019 seçimlerinde olası bir parti içi muhalefetin direncini kırmak içindir, hem de devlet egemenliği gibi, tek elde merkezileşmenin derinleştirilmesini sağlanmak içindir. Kuşkusuz, bu Erdoğan diktasında, AKP kurmaylarının planıdır. AKP içinde ve bugün dışında kalmış muhalefetin, göstereceği direnç ve izleyeceği yol haritası, bu sürecin niteliğini belirleyecektir. Ama 2019’da Erdoğan’ın karşısına aynı ideolojik dokudan birinin çıkması olasılık dışı değildir.

2019’a hazırlanma projesi, MHP ve CHP’de de iç çatlakları büyütmektedir. Bahçeli’nin fiili koalisyon üyesi olarak Erdoğan himayesinde parti içi muhalefete karşı sefere geçmesi, FETÖ nün siyasi ayağına da operasyon yapılması çağrısı (MHP muhalefetinin FETÖ’cü olarak tutuklanması güncel bir durumdur), CHP nin içten içe ısınması, ( Deniz Baykal ve Muharrem İnce’nin, 2019 a Kılıçdaroğlu ile gidilemeyeceği beyanları ve iç muhalefeti harekete geçirerek CHP’yi “yeniden” yapılandırma çağrıları gibi) sürecin baskılanması altında bocalayan ve kendi sınıfsal çıkarlarına göre yol almaya çalışan burjuva siyasetin, ilgili burjuva partiler gibi, burjuva siyasal çevrelerin iç çatışmasıdır.

Fiili olarak var olan AKP-MHP (Bahçeli) koalisyonu da, süreç babında yumuşak karnı çok olan bir “uzlaşmadır”. MHP’nin kurulacak yeni kabinede sembolikte olsa yer alması durumu AKP’de ciddi huzursuzluk yaratacağı gibi, iç ve dış siyaset sahasında sıkışan AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, Ortadoğu ve Kürt sorununda yapacağı olası manevralar, MHP’nin “ortaklaşma” ilkelerine ters düşecektir. Her iki durum çatlağı derinleştiren bir rol oynayacaktır.

Özcesi, iktisadi ve siyasal alanda “tek adam” diktatörlüğünün hukuksal zeminini oluşturan “anayasa değişiklik” paketinden başlayarak 2019 seçimlerine giden yol, hakim sınıfların durumu, egemenler arasındaki çatışma, emperyalist güçlerle derinleşen gerici çıkar çatışması, Kürt ulusunun özgürlük arayışı, devrimci komünist güçler başta olmak üzere, sürecin toplumsal muhalefeti ve devrimci mücadele gibi temel öğeler ard arda sıralandığında, Erdoğan’ın ifade ettiği gibi düz bir yol değildir, “atı da alan Üsküdar’ı” geçememiştir. Her an beklenmeyen gelişmelere gebe, girift bir süreç yaşanmaktadır, yaşanacaktır.

Kürt Ulusal mücadelesi, bölgesel olarak aldığı biçim ve buna karşı AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, Kürt sorunu ve Suriye politikasında cisimleşen yaklaşımı, bölgedeki diğer emperyalist ve gerici bölgesel güçlerle girilen süreç bile ele alındığında, “TC”nin siyasal fay hatlarını iç ve dış politikada harekete geçirecek gelişmeler olarak öne çıkmaktadır. AKP-Erdoğan iktidarı iç ve dış siyasette tıkanmıştır. Mevcut sürecin böyle devam etmesi de, manevra niteliğinde bazı “açılımlara” gitme durumu da, derin çatışmalara vesile olmaktadır. Bunun için iç ve dış siyaset sahnesinde yoğun bir arayış içerisindedir.

Putin ve Trump ile görüşme trafiği, Erdoğan’ın bu arayışlarının sonucudur!

Hindistan ziyaretinin ardından, Putin ve akabinde Trump ile Erdoğan’ın görüşmesi, çöken dış politikaya ve sıkışan iç siyasete alan açma maksatlıdır. Tüm bu görüşmelerde, “tek adam” diktatörlüğü ve referandumdaki şaibelere “meşruiyet” kazandırmaya çalışan Erdoğan, esas karın ağrısı olan Kürt sorunu ve Suriye politikasında, tarihsel stratejik “müttefikleriyle” görüşerek alan açmaktır. Ama görüşme sonuçları, “TC” için hayırlara vesile olamamıştır. ABD “Türkiye bizim stratejik müttefikimizdir. PYD ile ilişkimiz taktikseldir” dese de, Suriye politikası ve PYD konusunda, “TC” ile ABD ve Rusya arasındaki makas açılmaktadır. “TC” nin, Sincar ve Rojava’ya saldırısının ardından, ABD nin başını çektiği askeri güçlerin zırhlı araçlarla sınırda mevzilenmesi, Erdoğan’la görüşme arifesinde, YPG’ye ağır silahların verilmesinin ABD tarafından karara bağlanması ve fiiliyata geçirilmesi, salt Rakka operasyonuna yönelik bir “müttefik” seçimi değil, bölge politikasında ve bölgenin dizaynında “TC” ile cepheden farklılaşmadır. Bu gelişmeler akabinde, ”TC” nin bölge politikası, bir kez daha çökmektedir. Kürtleri bölgesel olarak ezmeyi planlayan “TC”, Ortadoğu haritasının yeniden çizildiği bir dönemde, Kürt dinamiği karşısındaki gerici politikasıyla ezilmeye mahkûmdur. Bu ezilmişliği hafifletmek için, “ya ben ya PYD-YPG” ikileminden vazgeçmenin zeminini yoklayacaktır. Yani Suriye politikasında, yeniden bir manevra alanı yaratmaya çalışacaktır. Bunun için “eski dost düşman olmaz” anlayışı ile AB ve ABD ile yeniden bir ilişki süreci geliştirmeye çalışacaktır. Bölgesel gelişmeler ve gerici çıkarlar, bunu hangi biçimde somutlar, önümüzdeki sürecin cevap vereceği bir meseledir. Ama süreç plan kurdukları gibi, dikensiz bir gül bahçesi değildir.

Konu bazında yeniden vurgulamak gerekir ki, ABD ve Rusya Kürtleri sevdikleri için bu siyaseti gütmemektedirler. Bu tamamıyla ABD ve Rusya’nın bölge zeminin somut okuyup gerici çıkarlarına göre biçimlendirme yönelimidir. Bölgede gerici çıkarlarının peşinde koşan ve bölgeyi kan gölüne çeviren bu emperyalist güçler, Kürtlerin taleplerini dikkate almayan hiçbir bölge siyasetinin sonuç alamayacağını farkındalar. Bu anlamıyla Kürtleri karşılarına alma yerine, stratejik siyasal süreçlerine entegre etmek istemektedirler. Yoksa Rojava’da Kürt ulusal dinamiğine dayanan ABD nin, Kuzey Kürdistan’da yaşanan katliamları onaylaması, hatta istibari ve askeri destek vermesi nasıl açıklanabilir.

Kürt ulusu, sömürülen ve ezilen halklarımız için, süreç ve gelişme mücadeleyle tayin edilecektir!

Bunca faşist kuşatmaya karşın, referandumda ortaya çıkan irade ve 1 Mayıs başta olmak üzere, ortaya çıkan kitlesel tavır, somut süreci doğru yakalayarak bu alanda derinleşmemizi salık vermektedir. Gerici egemenler, kendi aralarında çıkar dalaşı yaşasalar da, Kürt Ulusu, sömürülen işçi sınıfı, ezilen emekçi halkların haklarını gasp etme konusunda, tekçi, bağnaz, ırkçı resmi ideoloji ekseninde birleşmektedirler. Somut gündemler ekseninde, bu süreci örgütlemek ve bu zulüm saltanatına karşı kitlelerin devrimci rolünü harekete geçirmek, her şeyden önde devrimci ve komünistlerin görevidir.

Mevcut hâkim sınıflar, hayatın her alanında terör estirmektedirler. İşçi sınıfına karşı planlanan politikalar günceldir ve peyder pey devreye konulacaklardır. Geliştirilen bu saldırı politikaları ve TİS haklarını almak için gündemde olan işçi grevleri KHK’larla yasaklanmış durumdadır. Emeği ve yaşam hakkını, açlık grevleriyle savunan emekçiler, tutuklanmaktadır. Saldırı kapsamlıdır ve bu saldırılara karşı gelişecek en demokratik mücadele aracı yasaklar kapsamına alınmıştır, alınmaktadır. 2017 Kamu emekçileri ve sömürülen işçi sınıfı açısından Toplu İş Sözleşmesi yılıdır. Ve bugünden TİS ler işlevsizleştirilmiş, buna karşı meşru hak olan Grevler yasaklanmıştır. Metal, Cam iş sektöründe somut olarak bu yasak uygulanmaktadır.

Ulusal ve Sosyal devrimci kişi ve önderliklere karşı, coğrafyanın her karış toprağında, kuralsız savaş koşullarıyla insan avına çıkılmış durumdadır. Gerilla alanlarında canlıdan yana her şey imha edilmektedir. Bu kuşatma, kentlerde en ufak bir toplumsal muhalefetin ceberut iktidar güçlerince baskı ve işkencelerle, tutuklamalarla, infazlarla susturulmak istenmesiyle birleşerek, açık faşist bir süreç olarak işletmektedir.

Bütün bu gelişmelerle birlikte ele alındığında, işçiler, emekçiler, ezilen halklar, AKP-Erdoğan iktidarının bütün manipülasyonlarına karşın OHAL’in kendi ekonomik-demokratik hakları dahil, tüm meşru haklarına karşı uygulandığı görmektedirler, tavır almaktadırlar. Bu tavrı örgütlü bir güce dönüştürmek, sürecin esas görevidir.

Somut halkalar doğru yakalanırsa, devrimci mücadelenin stratejik görevleri daha güçlü toplumsal-sosyal pratikte cisimleşir. Açık faşizm koşullarıyla, tek elde merkezileşme sürecini işleten gerici siyasal iktidara karşı, her anı mücadele mevzisine dönüştürerek, tüm kitleleri birleştiren bir devrimci siyasal hatta ilerlemek, sadece bu gerici süreci sekteye uğratmakla kalmaz, daha ileri mevzilerde daha kalıcı sonuçlar yaratacaktır. Toplumsal siyasal gelişmeler, güçlü karşı koyuşları mayalamaktadır. Bu sürece hazır olmak, bu sürece önderlik yapabilmenin ön şartıdır.

 

Önceki İçerikOrtadoğu’da yerini arayan “TC”
Sonraki İçerikADKH: 10.Kurultayımızda birleşelim, mücadele edelim!