Pozitivizmin Marksizm’e Etkileri Üzerine

Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekir ki bugünkü ‘iç kriz’ daha da katmerlidir! Marksist felsefe 20. yy’da Mao’nun ardından dondu. 21. yy’da cevap geliştirmekle yüz yüze. Bu bir yanı, diğer yanı ise politik Marksizm günümüzde bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarıldı; bir doktrine, ideolojik doğmaya dönüştürüldü. Yani özü küflü Bolşevik arşivlere (Lenin Rus devriminin değişen karakterini anlamayan, ‘eski Bolşevizm’de ısrar edenlere böyle hitap eder) yatırıldı; veçheleri burjuva araçsallara dönüştürüldü vs. burada asıl payın Ortodoksist gelenekte olduğu söylenmelidir. Daha doğrusu Marksizm’in Ortodoksluğun ipine çekilmekten kendini kurtaramıyor oluşudur asıl mesele. Öyleki katı biçimde ideolojiye hapsedildi, statükolaştı, canlılığını yitirdi. Bugün Marksist olmak ya da Marksist kalmak tamamen bu krizi aşabilmesine bağlıdır. Eski lafzın tekrarıyla Marksist kalınamaz; gerçek hayat ve Marksist felsefenin doğası buna olanak vermez

Diyalektik tarihsel materyalist felsefe, Marks ve Engels’in kuruculuğunda 19. yy’ın ilk yarısında Batı Avrupa da ortaya çıktı. Felsefi öncülleri, bin yılların bilgi birikimine dayansa da teorik temelleri kapitalizmin tarih sahnesinin toplumsal dönemine denk gelir. Kurucusu olan Marks ve Engels’in önsel olarak bilincini belirleyen bu tarihsel dönem, politika ve teorilerinin yapısını da biçimlendirdi.

 Kapitalizm, Batı Avrupa da tarih sahnesine çıkarken milyonlarca köylüyü küçük üretimlerinden kopararak ağır sömürü altında, açlık ve yoksulluk içinde sanayi merkezlerine sürdü. Fabrika denen ağır hiyerarşi, disiplin ve düzenlilik çarkının içinde yeniden kalıba dökerek ücretli işçiler haline getirdi. Kapitalizm burada henüz gelişmesinin ilk çağındaydı. İşçiler sınıf bilincine varamamıştı. Esasen işçilerin bilinci fabrika ortamın da emeğin toplumsal atölyesi içinde biçimlenmeye başladığında, muhtemelen kapitalizm henüz sadece bir makine çarkıydı işçiler için. Sömürüle sömürüle yoksulluk ve açlıkla kıvranan işçi yığınları bu dev makine (fabrika) çarkının acımasız dişleri arasında sıkışmış çelik bilyelere dönerek; kendi yaratıcısının karşısına bir tarihsel yıkıcı olarak dikilecekti…

İşçiler ilk sınıf refleksi olarak sömürülmeye karşı makineleri kırmaya yöneldiler. Sömürünün kaynağını makinelerde görüyorlardı; henüz asıl makinanın o acımasız büyük sömürü çarkının kapitalist sistemin kendisi olduğunu idrak edemiyorlardı. 19. yy’in başlarında ilk kendiliğinden işçi eylemleri böyle beliriyordu. Fakat çok geçmeden işçilerin sınıf bilinci, kendiliğinden sınıf olmaktan kendi için sınıf olmaya doğru arttı… Sınıfsal kavrayışın ilk belirtileri olarak 1830-1840’lar da İngiltere de çartist hareket ortaya çıktı. Yine Fransa da 1831-1834 ayaklanmaları, 1844’de Almanya’da dokuma işçilerinin ayaklanmaları… ve grevler… bu ilk sınıf hareketinin kapitalizmin döl yatağında gelişmesi politik bilinç sıçramalarını da her yerde tetikledi; kapitalist sistemi yıkma ve sömürüye son vermeye yönelik gelişen sınıf orjinli siyasal kuramsal bilinci kitlesel düzeyde nesnel bir olgu olarak açığı çıkardı…

İşte bu bilişsel-felsefi temelleri ve öncüleri bin yılların birikimine dayansa da, Marks ve Engels’i bu tarihsel toplumsal ortam doğurdu. Politik teorilerini bu ortam biçimlendirdi. Sömürü düzenini, açlığı, yoksulluğu; insanın insana kulluğuna dayanan ve her adımda eşitsizliği katlayarak ortadan kaldırmak… bunun mümkün olabilmesi için toplumsal devinimle işçilerin kendilerini de sınıf olarak ortadan kaldıracağı yeni bir toplumsal eşitliğe dayalı düzenin yaratılabilmesi… tam da bu saiklerle mevcut toplumsal örgütlenmenin işleyiş yasalarının ve bu yasaların nasıl bir yerden başka bir yere doğru değiştiğini; gerçek insan ilişkilerine dayanarak, tarihe yönelerek felsefenin gücü ile çözümledi.

Felsefe tarihinde, geçmiş felsefeden kopuş ve yeni bir felsefenin yaratılması, Marks’ın eserinin temeli ve özü buradadır. Kuramdaki tüm diğer kategorilere yön veren diyalektik tarihsel materyalist felsefedir.

Marksist politik kuram ve nesnel toplumsal sınıf ilişki-çelişki teorisini somut olarak ortaya çıkaran Marksist felsefedir. Tahlil, insan ilişkilerini bu ilişkilerin tarihsel gerçekliliği ve hareketliliği içinde çözümlemeye dayandı. Felsefe tarihinde geçmişten kopuş, yeni bir epistemoloji ve felsefe metodolojisi yaratarak yeni bir yol açtı. Felsefe ile diğer kuramsal kategorileri iç içe gelişmiştir. Felsefeyi hurafelerden kurtararak gerçek insan ilişkilerinin incelenmesi yoluyla yerden göğe kaldırırken, diğer yandan Marksist politik kuram, somut tarihsel toplumsal ilişkilerin incelenmesinin ifadesi olarak ortaya çıktı.

Tarihsel momentumda, kendinden sınıf hareketinin seyrinde, kendi bilincine varma sürecinin içinde doğan Marks ve Engels; dünya görüşlerinin özünü eski felsefeden ayrıştırıp yeni bir kulvara taşırken felsefeyi, politik görüşlerinde işçilerin ve ezilenlerin kurtuluşu ve sınıfsız sömürüsüz bir dünya ereğinde hareket ettiler. Marksist felsefe ereksellik felsefesinden ayrı bir kulvar olmakla birlikte; politik olarak ezilenlerin kurtuluşu ereğine sıkıca bağlıdır. Politik manada Marksist felsefenin işçi sınıfı ve ezilenlere atfedilmesinin, onların elinde bir sınıf silahının olmasının tarihsel anlamı bununla ilgilidir. İşte Marksizm’in bu politik-kuramsal mahiyeti bakımından eski felsefe düzeyinden bir kopuştur. “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler; asıl olan onu değiştirmektir” ifadesinde özetlenen içerik, Marks’ın felsefesinin kopuş kodları ve politik kuramsal anlamını da vermektedir. Marks felsefeyi sözden çıkarıp devrimci praksisle buluşturdu ve ileri taşıyarak yeni bir felsefe ve teori oluşturdu.

Marksist felsefe, Marks sonrası Marksistler tarafından sakatlanmıştır. Marksizm politik kuramsal kategorilerde; ortaya çıktığı, yani sanayi proletaryası, kapitalizmin belli gelişmişlik düzeyine indirgenerek, bir yandan Batı Avrupa şartlarının ürünü olduğu teorisinin evrenselleştirilmesi yolu ile sakatlanmış; Marksizm’i Avrupa merkezci, Batıcı, aydınlanmacı bir felsefi görüş açısına düşürmüştür. Bu sakatlamaya dayanarak oluşturacak kimi belirlemeler Marks’ın ilk yapıtlarında yer buluyorsa da Marks’ın Marksizm’i kendi sınırlılıklarını aşarak ilerlemiştir. Bu sakatlamanın kaynağı Marks’ın dışında aranmalıdır. Esasen açık ki Marks (dostlarının) ihanetine uğramış, henüz ölmeden doğduğu toprağın dibine indirilmeye çalışılmıştır.

Marks ve Engels, teorik formlarında dünyayı değiştirme işini tarihsel olarak işçi sınıfına yüklemelerinin konumuz bakımından önemini işaret edelim. Teori tarihin ürünüdür! İşçilere yüklenen temel özne rolü; tarihsel bağlamda kapitalizmin gelişmesine koşut küçük üretimden kopma yolu ile maruz kaldığı sömürü, emek gücünü satmak zorunda kalması, üretim gücü olarak en devrimci sınıf oluşu ve burjuvazinin tam karşısında, çözülmekte olan değil, aksine gelişmekte olan bir sınıf olma özelliğinden ileri geliyordu. Bu bakımdan Marks ve Engels tarihsel teoride dünya görüşlerini (proletaryanın dünya görüşü) olarak adlandırdı.

Bilginin bu tarihsel-sınırlı kavramsallığı, Marksist kuramın sanal işçiliğine indirgemiş, sakatlamış formülasyonun evrenselleştirilmesi, esas olarak Marks ve Engels sonrası gelişen Ortodoks Marksistlerin temel bir problemiydi. Marks ve Engels daha ölmeden “dostları” tarafından alman ideolojisinin diriltilmesine işaret etmişlerdi.

Marksist felsefe (daha çok Marks sonrası) ekonomi politiğe, tarihe, sosyolojiye dönerken taşıyıcıların elinde bu gerekircilik problemini hep yaşadı. Tarihi şemalara hapsetti, toplumları-sosyolojiyi kaba materyalist temelde ele aldı, tek yanlı üretici güçler teorisini geliştirdi. İşçi sınıfının temel güç oluşturmadığı coğrafyalarda sosyalist devrimi mümkün görmedi; işçiler dışındaki ezilenlerin başkaldırılarını geçici direnişler olarak baktı; sosyalizm için kapitalist sistemi zorunlu bir aşama olarak ileri sürdü, köylülük vb. ezilen sınıfların mücadelesi karşısında burjuvazinin liberal siyasetinin desteklenmesi gereğini vaaz etti. Burjuvaziye tarihsel politik ilerlemecilik misyonu bahşetti. Tüm bunlar tarih tezinin kulvarı içerisinde politik taktiğin evrenselleştirilmesi yoluyla yasaya dönüştürüldü: felsefi öz politik teoriye yedirildi. Marksist felsefe aydınlanmacılıkla-pozitivizmle harmanlanarak, düz ilerlemeci-sıralı tarih tezi, Marks ve Engels’e rağmen Marksizm’in boynuna asıldı. Marks ve Engels’in (daha sonra kendilerinin vurgulama ihtiyacı duydukları gibi) Batı Avrupa özellikle İngiltere’yle sınırlı tarih şeması, evrensel bir toplumlar tarihi olarak ifade edildi. Diyalektiğin yerine pozitivist-monist bilimcilik Marksizm’in içine sindirildi.

Marks ve Engels tüm bu çabaların farkındaydı. Bunlarla fazla uğraşamadılar, çalışmalarının ağırlığını kendi görüşlerinin derinleşmesine yönelttiler. Ve bu “dostlarının” çok azına cevap verebildiler.

Lenin’in bu pozitivist-monist, aydınlanmacı “çağdaş”, ilerlemeci felsefi türevlerine karşı “Halkın Dostları Kimdir’ ve Ampriokritisizm” ile karşı koyuşu, Marksizm’in özünün savunulmasında tarihi önemdeydi. Lenin, Rusya’nın toplumsal ve ekonomi politik yapısını ve Rus devriminin özgün karakterini Marksizm metoduyla çözümledi. Buna rağmen Marks ve Engels’in teorilerinin sınırlılığı Lenin’de de yer yer evrensel ilkesel muamele görmektedir. Bu bir yük olarak yer yer var olmuştur. Bunun tipik örneği 1916’da bile sosyalist devrimin, en gelişmiş ileri kapitalist ülkelerde (Avrupa’da) gelişeceğini düşünüyor oluşunda, keza devrimden sonra da (1918’ler olmalı) ve “sosyalizmin ileri kapitalist ülkelerde inşasının daha kolay olacağı”nın dile getirilmesinde görebiliriz. Yani sosyalist inşanın gelişkin üretici güçlere indirgenmesinde görülebilir. Lenin’de de karşımıza çıkan bu etkilerin boyutunu görmek bakımından önemlidir.

Lenin’den sonra da Mao, ML’e yeni nitel bir halka ekledi. Lenin’i de bu konularda aştı. “Geri ülkelerde devrimin ve sosyalizmin inşasının daha kolay olacağını” ileri sürdü. Pratik olarak Çin Devrim’i bütün Avrupa merkezci, aydınlanmacı, pozitivist teorileri yerle bir etti. Fakat Mao’nun da teorinin Avrupa da ortaya çıkmış, orayla sınırlı kavramsal kategorilerini belli düzeyde sürdürdüğünü görüyoruz. Demokratik devrimin tarihsel-politik olarak burjuva özlü görmesi; proletaryaya “zorunlu önderlik” rolü atfederek, komünist özü proletaryaya indirgemesi, özü biçime feda etmesi vb. gibi. Oysa Çin’in yoksul kitleleri Çin devriminin temel öznesi, proletaryası olmuştur. Fiili olarak ve özünde Mao’da böyle konumlandırmıştır; köylülüğün politik olarak Çin toplumunun en devrimci sınıfı olduğunu, Marksizm’in özüne dayanarak açığa çıkarmıştır. Evet, kavramsallaştırmada, teoride kimi lüzumsuz genellemeleri evrenselleştirmeleri söküp atmadığını görmemiz gerekir. Bunda UKH’in ve Komüntern’in Ortodoks basıncının rolü büyüktür. Bu kavramsallaştırmalarda tümüne kaynaklık eden, dolayısıyla Mao’nun da temel zorlama noktası ise sosyalist kuramı, bilimin katı kuralları içinde (bilimsel sosyalizm) kavramsallaştırmış olmasıdır. Lenin’de Mao’nun da zorladığı nokta burasıdır. Sosyalizm Marks’da kavramsal olarak dilendirilse de esas olarak Engels tarafından dillendirilmiştir. Teorinin her veçhesi “yasaya” dönüşmüş oluyordu. Lenin ve Mao’daki rasyonalist felsefi eğilimlerin de varlığıyla “bilimsel sosyalizm” kavramsallığı dışına pek çıkılması kolay değildi.

Lenin ve Mao ile iki nitel sıçrama, yaşayan Marksizm; Marks ve Engels’ten devralınan politik teorik kavramsallaştırmaların bazı kategorilerde varlığını koruyan pozitivist ve aydınlanmacı etkilere kapı aralayan kimi noktaların geçmişine bakmaya çalışalım.

Marksist felsefe yakın geçmiş olarak 16. ve 17. yüzyıldan itibaren Avrupa merkezli gelişen, Rönesans’la başlayıp aydınlanmayla devam eden çağdaş pozitif bilimcilik döneminin karakterize ettiği, materyalist bilgi birikimi üzerinden hareket ederek tarih, felsefe ve bilimler yönünden bağını oluşturduğunu söylersek yanlış olmaz. Marks ve Engels Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmini kendine dayanak yapıyordu. Marks’ın “Kutsal Aile” yapıtında “modern deneysel bilimin atası” diye övgüyle söz ettiği İngiliz materyalist Bacon, pozitif bilimcilerin ve aydınlanmacıların yakın atası sayılabilir.

Önemli mesele şudur; gerçek yaşamda olduğu gibi Marks ve Engels de diyalektik sıçramalı bir gelişme çizgisi izlemiştir; tamamlanmış bir bilgiyi hiçbir aşamada ifade etmemişlerdir.

Marks’ın felsefi temellerinde, ilk başlarda, Hegelciliğin ağırlığı fazlaydı. Sonra Feurbach oldu. Teorisinde pozitif bilimciliğin, aydınlanmacılığın ve Avrupa merkeziyetçiliğin etkileri mevcuttur (ilk yapıtlarında). Kavramsallaştırılmalarında daha baskındır bu etkiler. Ancak felsefi kopuş derinleştikçe kendi temellendirmelerinde olgunlaştıkça gelişmesinin yönünün tüm ortam lekelenmelerinin terki istikamette ilerlediği rahatlıkla görülüyor. Marks’ın (Engels’i kısmen ayırmak gerekebilir) ömrünün son demlerindeki yazılarına dikkatli bakıldığında geçmiş bilgisinin “sınırlılığına” dair birçok değiniler mevcut durumdadır.

Marks ve Engels’in de çıktıkları felsefe düzeyinden koparıp kendi bağımsız köklerine doğru çekip derinleştiren, mümkün klan şey önemlidir: politik olarak kendilerini bağladıkları görüşlerinin kaynağı saydıkları; ezilenlerin, dünyayı değiştirme ereği! “Aslolan dünyayı değiştirmektir.” Marks’ın felsefesinin ruhunda bu vardır. Marksizm’in politik teorik içindeki devrimci ruh Engels’in ifadesi ile “Marksizm bir dogma değildir, bir eylem kılavuzudur.” Şeklinde ifadesini buldu

Marks sonrası Marksistler yanlış şekilde Marks ve Engels’in politik teorisini evrenselleştirmeye yöneldiler. Marks’ın dostları ve Marks’a rağmen ‘Marksçılar’ onun tarihsel sınırlı bilgisini, politik teorisini, yani lafzını, felsefi özüne takviye yaptılar. Marks bu durumu “tanrım beni dostlarımdan korusun” diye ifade ediyordu. Aydınlanmacı pozitivist görüşlerin tavan yaptığı ve bunun burjuva iktidar aygıtları ile de tahkim edilip beslendiği bir dönemde Marksizm’e yönelen ideolojik politik felsefi taarruzların da etkisi ile pozitivist görüşlerin, Marksist cenahta alıcıları çoğaldığı görülüyor. Nitekim Marksizm’i “Alman İdeolojisi” ile yeniden diriltme çabaları ile ters çevirme, diyalektik özüne pozitivist monist fidelerini dikme çabalarına muhatap kaldığını görüyoruz. 1. Enternasyonalden arta kalan Marks’ın izini aşma komedisi bu çabaların ürünleri olarak belirdi. Keza İkinci Enternasyonal kahramanlarının teorilerine dayanarak yaptıkları felsefi, tarih bilimsel temeller, Marksizm’in bu pozitivist aydınlanmacı yorumlanışı ile ilgiliydi. Emperyalist işgalleri, sömürge seferlerini “modernlerin barbarları” ilerletmesi olarak alkışlıyorlardı ya da ulus devlet girdabına hapsoluyor, vatan savunması adına kendi burjuvazisi ardında safa diziliyorlardı.

Lenin’in kendi döneminin Marksizm’i olarak değerlendirilmesi Marksizm’in özüne karşı geliştirilen operasyonlara karşı Marks -Engels’in teorisini aşarak felsefine yaslanıp, Rusya’nın toplumsal sorunlarını çözümlemesi ile başlar: Marksizm’i politik kulvarda genişleterek yeniden üretme, bu özü basit bir tekrar etme değildi; bununla yetinmedi. Nitel bakımdan özü yeniden üretti. Artık Leninizm savunulmadan Marksizm savunulmazdı. Lenin’in önderliğinde Sovyet devriminin gerçekliğe dönüşmesi, Marksizm’in politik devrim çizgisindeki Avrupa merkezli sakatlamadaki tarihi bir gedik açıldı; teorik politik ufku genişletti.

Lenin’e kadarki Marksist hareketin ve Marksist geçinen düşünürlerin çizgisinde açığa çıkan sağ sol yorumların felsefi dayanaklarının genç Marks ve manifesto sınırlarının, Marksizm’in özüne gark etmeyle Marksizm’i Marks’ın belli dönemleriyle tamamlamış ve değişmez verili politik teoriyle sınırlı görmeleridir. Felsefi özü kavramayıp teoriyi de çoğu kez ters çevirme marifeti; onları Marks’ı aşma adına (en iyi halde onu Avrupa ya sınırlı bir döneme hapsedip geçersizleştirme kolaycılığıyla)burjuva aydınlanmacılığa tepeden inmeci cumhuriyetçiliğe Marks’ı boğdurma yolunda bir yarış içinde oldukları görebiliyor.

Marksizm’in ‘iç krizi’(Lenin böyle tanımlar) Lenin ve Mao da tarihsel koşullar içinde aştığı, aşa bildiği için komünden sonra da Sovyet ve Çin devrimleri olanaklı olabildi. Fakat devrim sürdürülemedi! Bu yeni bir krizi ifade eder. BPKD’de devrim sonrası krizde de bir kriz açıldı. Ama bu sürdürülemedi. Her üç devrimin sürdürülememesinde Lenin ve Mao’nun rasyonalizme yükledikleri “zorunluluklar” teorisine felsefeyi kurban etmelerinin büyük payı olmuştur. Devrimler sürdürülemedi ve Ortodoksçu ağırlıklar Lenin ve Mao’nun ardından önderliği yaptıkları o büyük devrimleri de yedi. Yani bu malum sonda kendilerinin payı da büyüktür, önemli bir yer tutar. Bu o tarihsellik içinde kusur değil; bilgi düzeyleri sınırlarını gösterir bize. Kusur olan bugün aynı düzeyine saplanıp kalmaktır.

Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekir ki bugünkü ‘iç kriz’ daha da katmerlidir! Marksist felsefe 20. yy’da Mao’nun ardından dondu. 21. yy’da cevap geliştirmekle yüz yüze. Bu bir yanı, diğer yanı ise politik Marksizm günümüzde bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarıldı; bir doktrine, ideolojik doğmaya dönüştürüldü. Yani özü küflü Bolşevik arşivlere (Lenin Rus devriminin değişen karakterini anlamayan, ‘eski Bolşevizm’de ısrar edenlere böyle hitap eder) yatırıldı; veçheleri burjuva araçsallara dönüştürüldü vs. burada asıl payın Ortodoksist gelenekte olduğu söylenmelidir. Daha doğrusu Marksizm’in Ortodoksluğun ipine çekilmekten kendini kurtaramıyor oluşudur asıl mesele. Öyleki katı biçimde ideolojiye hapsedildi, statükolaştı, canlılığını yitirdi. Bugün Marksist olmak ya da Marksist kalmak tamamen bu krizi aşabilmesine bağlıdır. Eski lafzın tekrarıyla Marksist kalınamaz; gerçek hayat ve Marksist felsefenin doğası buna olanak vermez.

Velhasıl bu günün sorunu sadece sosyalizm sorunları başlığı altında 20. Yüzyıl yaşanmışlıklarının ampirik sonuçlarının (önemli olmakla birlikte) görünen kaba-olgusal yönlerini aşmakla sınırlamak; ama felsefi paradigmasal temellerine inmemek; bu alanlarda geçmişin yüklerinden kopuşa gitmemek, burada geçmişten birikip gelen “iç kriz” olgularını göz ardı etmek, başlı başına bir tartışma başlığı olmayı hakeder. Görülmelidir ki bugün asıl mesele Marksist felsefeden kopuş bağlantılarını onarmak; pozitivist-aydınlanmacı çizgiyi eteklerden koparıp atmak (Lenin ve Mao’dan gelen kopuş geleneğini ileri taşımak için İbrahim’in cüreti kuşanmak) ve nihayet Yirmi Birinci Yüzyıl’da Marksist felsefe ve kuramı devrimci özde yeniden kurmak tarihi bir meseledir! Bundan kaçınılamaz!

Başta da belirttik, bu yazının amacı böylesi büyük tarihi bir görevi içerme durumu bulunmuyor. Çok daha mütevazı olarak “pozitivizmin Marksizm’e etkileri” başlığı altında ve bunun da kimi başlıklarında ve sınırlı olarak bir tartışma denemesi içerecektir. Yazı bu kapsam içinde okunup değerlendirilmelidir. Böyle okunursa amacı çerçevesinde kimi sorgulamalara vesile olabilir diye düşünüyorum.

Aydınlanmacılık dönemi pozitivizmi ve Marksizm’e etkileri üzerine!

Poleolitikten başlayarak gelen felsefe ve bilimin yalın “bilme” ereği: iktidarcı sistemlerin gelişmesine paralel yakın amacı dışında bir tahakküm aracı (bilgi iktidarın tahakküm aracı haline geldi) olmaya doğru bir gelişme çizgisi izlediği bilinmektedir.

Felsefe ve bilimin yalın anlamında başlarda kesin çizgilerde ayrışmadığı, iç içe geliştiği; gelişmesinin belli tarihsel aşamasında ise sistem arayışı içinde kulvarlarını kesin çizgilerle ayrıştırmış olmaları Rönesans’a denk gelir. Kendi disiplin alanlarına doğru ayrışan bilim ve bilimciliğin hızda zirve yapması ve aydınlanmacı genç burjuvazinin elinde bir tahakküm aracı olma rolünü siyasal sistemle bütünleştirmeye varacaktı. Bu süreç daha belirgin düzeyde, özellikle bilimlerin ve felsefenin sınıfsal tahakküm aracı olma rolünü keskinleştirmesi söz konusu olmuştur.

Aydınlanmacı felsefe ve duyumsal-deneysel bilimler, genç burjuvazinin ideolojik dayanakları durumuna da geldiği bu tarihsel kesitte; pozitivist bilimlerin giderek “bilme” işinde daha hızlı öne çıkmasına koşut, her türlü felsefeyi de “anlamsızlaştırarak” (Marks’ta “kutsal ailede” bu görüştedir “felsefeye dönüş, geriye gidiştir” diye düşünmektedir) olgulara dayalı bilim tek geçerli yöntem haline getirildi; kendi statükosunu ilan etti bir manada, felsefe karşısında. Dünya artık pozitif bilimlerin ampirik, katı, değişmez evrensel kurallarıyla açıklanabilirdi ve o oranda -gerçekten- bilinebilirdi. Olgulara dayanamayan hiçbir bilgi “gerçek” değildi. Şeylerin özlerini (görünmeyen ve duyumsanmayan özlerini) bilmek olanaksızdı. Gizli özleri bilmek gerekli de değildi zaten. Duyulabilir-deneylenebilir bilgi tek gerçekti. Bunun dışındaki her türlü “bilme” çabası (felsefe) spekülatifti, gericiydi vs.

Pozitif bilimlerin yol açtığı/insan tarihindeki eşi görülmemiş muazzam bir sıçramalı bilişsel, buluşsal, teknolojik vb. gelişmeler; pozitivizmin aydınlanmacı burjuva felsefesinin bilgi alanındaki hegemonyasını iyice perçinledi.

Pozitivist yaklaşımın kısa özeti!

Pozitivizmin Marksizm’e etkileri meselesine daha somut şekilde temas edeceğiz. Ona geçmeden bu etkileri görmeyi kolaylaştıracağından bahisle; pozitivist-monist görüşün genel bakış ve yöntem açısını özetlemek yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

-Pozitivizme göre dış dünyayı ancak duyu deneyi yoluyla bilebiliriz. İnsan için önemli olan, olguları ve bunlar arasındaki var olan (diyalektiğin aksine) değişmez ilişkileri araştırmak ve ortaya çıkarmaktır. Bunun dışındaki, yani salt duyulabilir olguya dayanmayan her türlü felsefeyi spekülatif bulmakta ve “geçersiz” addederek ret etmektedir. Bir nevi bilimi felsefeden kopararak felsefeyi bilme sürecinin dışına itmekte, onun yerine “bilim felsefesini” geçirmektedir.

-Pozitivizmin ilk temsilcisi Sen Simon (1760-1825) olsa da kökü İngiliz materyalist deney bilimci Bacon’a kadar uzatılması yanlış olmaz. Pozitivizmi sistemli hale getiren Auguste Comte olmuştur. Comte toplumsal karmaşaların toplum mühendisliği ile giderilebileceğini savunmuş; yani toplumu bilim yoluyla belirlemiş tekçi (monist) kurallara uygun olarak yukarıdan biçimlendirmeyi düzenlemeyi amaçlamıştır. “Düşüncelerdeki anarşinin toplumlarda karmaşaya yol açtığı (Fransız Devrimi sonrası süreçtir bu arada ) bir çağda toplumu kurtuluşa götürecek çözüm pozitivizmdir.” Diyordu Comte.

Comte’nin pozitivizminin önemli özelliği doğa olaylarını doğaüstü güçlerle açıklamasını reddetmesidir (buna rağmen felsefi idealisttir (özlerin bilinmeyeceğini savunur). İkincisi ise duyuların algıladığı algılardan hareket ederek ve insan tarafından gözlemlenemeyen özlerini, gizli nedenlerini bulma çabasını reddetmesidir. Bunun dışında; pozitivizm deneysel bilimler dışında bilim tanımamakta (bilme yolu olarak), olgular arasında değişmez (monist) yasalar bulunduğunu iddia etmekte; “doğal yasaların” tüm olayları yönettiğini savunmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerin yol açtığı muazzam gelişmeler; pozitif felsefeyi tek geçerli “bilim felsefesi” makamına çıkarmıştır.

Comte’nun pozitivizminin genel yaklaşımında;

-Dünyayı bir nesneler yığını olarak kavrar. Toplumu-insanları işlenebilir nesneler yığını olarak görür.

-Her şeyi kaba madde yığını olarak görür (kaba materyalisttir); anlamı üzerinde düşünülmesini men eder.

Deneycidir: pozitivizmin inceleme yöntemi diyalektiğin aksine monisttir. Tek bir yöntemi evrensel olarak her şeyin incelenmesine indirger.

Deterministtir: bilimsel açıklamayı nedenselliğe dayandırır; sonucu, nedenin zorunlu, tek düze bir aşaması olarak görür; aynı nedenlerin zorunlu olarak aynı sonucu doğuracağını söyler.

Bilimsel mutlakçıdır: toplumsal yasalar icat ederek, toplumların gelişim çizgilerini monist kurala göre açıklar. Ona göre toplumların tarihini üç döneme ayrılır: teolojik dönem, metafizik dönem ve pozitif dönem (pozitivizm son duraktır). Bütün toplumların bu üç kurala uygun geliştiğini ileri sürer.

-Özdeşlikçidir: Comte; olguların(toplumlar olarak da okunmalı) gerçek yasalarının “değişmez ardıllık” ve “benzerlik” üzerine kurulu olduğunu ileri sürer.

-Sıralamalı ilerleme: Comte’a göre uygarlık sürekli ilerlemektedir. Bu ilerleme zorunlu bir yasayı izleyerek olmaktadır (kapitalizmin zorunlu bir aşama olması tezi örneğin).

-Rasyonalisttir: Pozitivizm, insanın tarih yapan rolünü gerilere iterek-hatta görmeyerek, tarihsel ilerleyişin kurulmaz-kesintisiz, zorunlulukla işleyen, sabit yasalara bağlı olduğunu ileri sürer.

-Olguları toplayıp, nedensel ilişkilerle birbirine bağlama işi; genel olarak pozitivizmin bilime verdiği anlam budur.

-Sosyal Darwinisttir: Comte, toplum fiziğinden söz eder/toplumların da fizik kurallarıyla işlediğini iddia söyler. Tarihsel-toplumsal gelişmenin sabit-değişmez yasalarını ortaya koyar; toplumu buna göre dizayn eder. Toplumların özgül-içsel süreçlerini göz ardı ederek, dıştan müdahalelerle her şeyi şekillendirir.

-Pozitivizm, felsefeden ve anlamdan yoksun uzmanlar yetiştirir. Toplumu nesne, az sayıdaki uzmanı -üst akıl- da toplumu yönetip/biçimlendirecek yüce kişiler olarak konumlandırır.

Pozitivizmin ruhunu gösteren birkaç nokta aktararak toparlayalım pozitivizm hakkındaki belirlemeleri:

-Doğa bilimlerine özdeş yasaların sosyal bilimlerde de aranmaya çalışılması, deneysel bilginin bütün ahlaki ve kişisel yargılardan bağımsız bir işleyişe sahip olduğunu varsayılması ve bu manada felsefenin dışlanması, pozitivizme ruhunu veren temel bakış dizisidir denebilir.

-Pozitivizme göre, “değişime yön veren yasa ve kurallara hâkim olunursa değişimde kontrol altına alınabilir”, önermesi; burjuvazinin toplumu kontrol altına alma; bu yolla sistemin bekası için sürekli meşruiyet üretecek sosyal bilim mekanizmalarını üretmenin yoluna dönüşmüştür.

-Comte’un pozitivizminin politik eksenin de “uygarlığın işleyişinin” önündeki engelleri bertaraf etmek vardır. Toplumdaki karışıklıkları önleme toplumu dizayn etme: Comte, kendi sosyolojik pozitivizmini bu uğurda burjuvazinin hizmetine sunmuştur.

-Comte’un pozitivizminin kavramları asal olarak “düzen” ve “ilerlemedir.” Muhafazakâr bir düz ilerlemeciliği savunur.

İşte bu “düzen” ve “ilerleme” jakobenist-cumhuriyetçi burjuvazinin ve türevi siyasal çizgilerin felsefesi haline gelmiştir. Bu pozitivist felsefe Marksist geçinen önemli bir kesimi (coğrafyamızda bunun en tipik örnekleri TKP ve İP gibi yapılardır.) kendi içinde boğulmuştur. Marksizm’in temel tezlerinin “ortalama taşıyıcıları da önemli oranda bu çizgilerden mustariptir.

Pozitivizmin Marksizm’e etkileri üzerine tartışma!

Pozitivizmin öne çıkan felsefi- metodolojik özelliklerini vermeye çalıştık. Faydalı olacağını düşünüyoruz. Zira salt bunlara bakıldığında dahi mevcut “Marksizm” kavranma tarzına ya da “Marksizm” diye zannedilen bir dizi savın, teorik savunun nasıl pozitivist bulamaçtan mustarip, diyalektiğin ters çevrilmiş hali olduğuna kolayca kanat getirebiliriz. Özellikle 20. yy. sosyalizmin ortaya çıktığı (Çin deneyimi kısmen) bilhassa Sovyet enstitülerinin yeniden üretilip dünyaya yaydığı “Marksizm” önemli oranda pozitivist-aydınlanmacı etkiler içerdiği daha şimdiden söylenmelidir.

Marks ve Engels sonrası; Marksizm’in, Lenin ve Mao’da iki önemli sıçrama göstermesine rağmen, Marksist gelenek çizgisel olarak kimi kategorilerde pozitivist- aydınlanmacı- Avrupa merkezci (Mao bundan ayrı tutulmalı ) kimi yönleriyle korumuş olması ve yer yer de üretmesinin nedenleri çok yönlü olarak kuşkusuz incelenmesi gerekir.

Pozitivist etkiler bahsinde daha objektif bir irdelemeye kolaylık olması için iki etkene işaret etmek gerekir. İlki; aydınlanmacılık ve pozitivizm gibi Marksizm de Avrupa merkezli bir toplumsallığın içinden geldi ve felsefi öncüllerini burada buldu. Teorisi de tarihsel koşulların uslamlanmasıydı. Pozitivizmin felsefi olarak karşısında yer alsa da diyalektik etki alanı dışında da değildi. İkincisi ise; Marksizm’in politik sınıfsal karakteristiğinde burjuva pozitivizminin tam karşısında, burjuvaziye hasım olarak konum alma gerçeği, onu bir “hayalete” çevirmiştir. Avrupa merkezci pozitivist bilimciliğin baştan itibaren iktidar olanaklarıyla çok hızlı ve kitlesel kendini dünyaya yayılması, ideolojik dolayımla beyinlere nüfuz etmesi, entelektüel dünyayı önemli oranda etkisine aldı. Özellikle 19. yy’ın son çeyreğine gelindiğinde bu etki daha belirgin gözlemlenebilir durumdadır. Kapitalizmin tekelci niteliğine, ihtiyaçlarına uygun genişletilmiş yeniden üretimin deniz aşırı yayılmaya başlaması, meta ve sermayenin ve giderek de sanayinin ulusal çitleri aşarak dünyaya yayılması; bilginin daha hızlı dünyaya yayılmasına yol açtı. İktidar aracı olarak “bilgi”, gittiği her alanda kendi entelektüel iktidarını kurdu. Dolayısıyla aydınlanmacı pozitivist bilimcilik türevleri; akademik ehliyeti olan ve düzenli üretilen, topluma içerilen bir durumdaydı. Burjuvazinin kendi “Marksist” profesörlerini dahi yarattığı bir hegomonyacılık ortamında, pozitivizmin Marksistlere bulaşmaması neredeyse olanaksızdır.

Marksizm gökten inmedi, yerden yükseldi! Maddi sürecin bir yansıması olarak tarihsel toplumsal olgunun bir olgusu, bitiş sürecinin belli bir döneminde eski felsefe tarihinden koparak yükseldi. Önce emekledi, sonra zamana mukabil kendi ayakları üzerine doğrularak, içinden çıktığı bilgi seviyesi ile ayrım çizgilerini çekti. Marks ve Engels, Feurbach materyalizmi ve Hegel diyalektiğini kaba ve idealist ruhlarından ayrıştırarak, yeni bir özde sentezleyerek ruh verdiler ve form kazandırdılar. Bunu yaparken dönemin ve yakın geçmişin tüm felsefi ekolleri ile çatışarak. Olumlayarak ve yadsıyarak bir yol aldılar. Marksizm böyle gelişti ve her bakımdan diyalektik gelişim çizgisi izledi. Tamamlanmış bir süreci ifade etmedi. “Genç Marks”tan Manifesto’ya kadar Hegelciliğin izleri daha belirgin görülebilir. “Kutsal Aile”de materyalizm bakımından Sen Simon ve önceleri Hobbes, Bacon’a kadar bir iz götürülebilir. Bunları Marks’ın sistematiği oluşurken önceller bakımından izlediği duraklar olarak ifade etmek gerekir. Marks bunlara bakmıştır ve tarihten süzülüp geleni irdelemiştir. Marks’ın belirgin değişimi, kopuşu 1848 Devrimi ve sonraki süreçle birliktedir. Dikkat edilmesi gereken belli bir seviyede çakılıp kalmadıkları bir yerde tamamlanmışlık oluşturmadıklarıdır. Kopuş ve sonrası kendi köklerini daha derinlere salma süreci: derinleşme sürecinde büyük oranda lekeleri atmadıkları söz konusu olmuştur.

Peki! Pozitivist, aydınlanmacı etkilerden tamamen korunabilmişler midir? Ya da teorilerine etki oranı ne düzeyde söz konusu olmuştur; başlarda ve daha sonra…

Bir iki spesifik eleştiriden alıp, Mao’ya gelirsek; Marksizm’in kurucuları olan Marks ve Engels’in fikirlerinin ilk yapısını yansıtır gibi duran “Kutsal Aile”, çıkış sürecinin felsefi ikilemini anlamak bakımından önemli olduğuna işaret etmiş olalım. İçine doğdukları felsefi ve genel olarak entelektüel ortamdan kendilerini ayırma sürecinin belirli ipuçlarını gördüğümüz bu yapıtta; sonraki gelişmelerin kimi genetik ayak bağlarının verileri de görülebiliyor, değerlendirmemize göre.

Marks, Hegelcilikten gelir; sonra Feurbachçı olur ve ardından Marksist. “Genç Hegelciler”le fikir ayrılığına düşmesi, ayrışması 1842’dir. Engels ile ilk çalışmaları “Genç Hegelcilerin” görüşlerinin çürütülmesi ve ayrım çizgilerinin çekilmesi 1842-1845’ler sürecidir. Bir mektubunda Engels, 1844’te hala Hegelci olduğunu söyler ve (1860’da) onu aşmış olmasına rağmen halen “kendisine büyük hayranlık duyduğunu” ifade etmekten çekinmez

Marks ve Engels’in gelişimi idealizmden materyalizme; devrimci (ya da radikal) demokrasiden komünizme doğru olmuştur. Teorilerinin kimi varyantlarında aydınmacılığın-Avrupa merkeziyetçiliğin etkilerini görmek gerekir (“Modernizm” “barbarlık” kategorilerini politik teorilerinde çok kullanırlar) felsefi görüşlerinde son üç yüz yılın (Aydınlanmacılığın gelişimi daha eskiye de dayansa). İngiliz materyalist Bacon’da başlayan, Hobbes ve Locke ile devam eden duyum deneyici materyalist çizgi takip edilerek, Fransız materyalizmiyle ile komünizme çıkar: Feurbach sıçrama yapılmıştır. Başta da belirttik Marksizm teorik temellerini kapitalizm belirli bir tarihsel döneminde bulduysa da felsefi öncüleri bakımından son üç yüz yıl belirleyicidir. Öncüllerini Avrupa’da bulmuş olması (pozitivizm- aydınlanmacılık sorunları bakımından) Marksizm’in dezavantajlı yanıdır. Dönem itibariyle nesne bir sınırlı durumudur,  Avrupa dışındaki felsefi bilgi birikimine ulaşamamış oluşları (Marks ve Engels’in) bakışlarındaki Avrupalı etkiye yol açmıştır. Mesela Şeyh Bedrettin ve diğerlerine ulaşamamış oluşları büyük bir talihsizlik ya da dezavantaj addedilmeli onlar için.

Evet, tüm bu avantaj ve dezavantaj sınırlılıklara rağmen Marksizm, eskilerden bir keskin bir kopuş ve yeni bir yoldur. Kopuşma özseldir! Bütün bu sınırlılıklar onun devrimci ruhuyla parçalanmış, kopuşma sürdürülmüştür. Buna kuşku yok ve tartışma konusunda değildir zaten. “Etkilenmeler” Marks-Lenin-Mao devamlılığında hiçbir aşamada öze inmemiştir. Yukarıda sözü edilen öncüllere pozitivizm tartışmasında nesnel bir önemi olduğu için işaret ettik.

Marksizm’de her şey gibi dinamiktir/dinamizm onun felsefesine içkindir! Marks ve Engels’in gelişim çizgilerini de bu gerçeklik içinde görmek lazım. İlk fikir sergilenmelerinde eskinin kalıntıları; aşamalarda büyük oranda atıldığı, yapıtlarında toplamı içerinde görülebilmektedir. Yapılan hatalardan birisi: Marksizm’e Marks ve Engels’in belirli tarihteki fikirlerine indirgeyerek orada boğma çabasıdır. Bu yaklaşım, büyük bir hatadır. Marks ve Engels kendi eskiyen, sınırlı fikirlerine aşarak ilerlediler; kendi üretimlerini kölesi olmadılar hiçbir zaman. Sonraki çalışmalarında ve mektuplarında bunu gösteren kanıtlar mevcuttur.

Örneğin; Marks daha 1846’da P.N. Annenkov’a yazdığı ve Prodhon’un görüşlerini yargıladığı mektubunda kendi felsefi teorisinin özünü ortaya koyarak, “fikirler, kategoriler, yani bu toplumsal ilişkilerin fikirsel ifadeleri de tarihsel ve geçici ürünlerdir” demektedir. Fikirlerin, yansısı oldukları nesnel tarihsel-toplumsal süreçlerden daha kalıcı olmadıklarını, değişmek- yenilenmek durumunda kalacaklarını anlatır. Prodhon’un idealizmini yargılayan Marks’ın, kendi tarihsel fikirlerini ölümsüz olarak görmesi düşünülemez. Yine Marks,1858 de F. Lassale‘a yazdığı mektubunda ekonomi-politik ile ilgili çalışmalarından söz ederken, “ama iş çok yavaş ilerliyor; çünkü yıllardan beri araştırmaların temel hedefi olan bazı sorular sürekli olarak bazı yeni yüzlerini ortaya koyuyor ve tam son biçimlerini alacakken yeni kuşkular yaratıyor” demekteler. Buradan da görülüyor ki, Marks’ın gelişim çizgisi kendisi ile kuşkuya düşerek, teorileri olumlayarak ve yadsıyarak, yani hep aşarak ilerlemiştir. [Burada bir parantez ile ifade edelim; camiamızda ekonomi-politik tahlil ve bağlı teorilerde, geliştirilen “yeni” tespitlere karşı koparılan fırtınalar var yer yer; kavramakta ayak direniyor vs. Marks’ın örneğine biraz yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Hareketi/değişimi dondurma hali felsefi olarak hayra alamet değil. Tarihimizin önemli bir açmazıdır bu mütemadiyen şöyle oluyor: biz bir şeyi tahlil edip/kavrayana kadar; o şey tarih olmuş, eskiyecek yerini yeni şeylere bırakmış oluyor genellikle. Bu bakımdan ekonomi-politik konuları/özellikle -genel olarak teori- tartışırken, bugünden ziyade dikkati geleceğe, yani gelişmenin yönüne yöneltmek gerekiyor. Bu yapılamadığı zaman, şimdiki yeni “teorilerin” de ayağımızda ağır prangaya döneceği kesindir. Teoriyi belli tarihlerde dondurup, hayat akıp giderken, politik durumda olanaklar ortaya çıkıp-kaybolurken vs. gerçek sahada her an bir şey yıkılıp yeniden kurulurken biz “yıkıcılar” kendi anlayışının karikatüre dönmüş şekilde yol kenarında pinekler halde hiç gelmeyecek trenlere biletler kesiyor durumda kalıyoruz!]

Açık ki, Marks ve Engels için Marksizm tamamlanmış bir dogma yığını olmadı hiç. Marks ve Engels’in teorisi-Lenin’in deyimiyle, kendi dönemlerinin belirli koşullarının tahliliyle sınırlıydı (tarihselliği bunu ifade eder). Bugün için yol gösterici olan şey Marksizm’in özüdür. Yani bir felsefe metodolojisi ve bir epistemolojisi olarak/diyalektik-tarihsel materyalizmin özüdür. Lenin ve Mao’da iki nitel aşamada gelişen Marksizm; bu devrimci özünden geliştirildi; Marks-Engels’ten devralınan teori ise aşıldı. Her an her şey değişme halindedir: teorinin aşılması bununla ilgilidir. Yani diyalektik işlemiştir! Marksizm, nitel manada geliştirilmiş/ilerletilmiş, tarihsel sınırlılıkları da aşılmıştır. Bugünde aynı devrimci görevle yüz yüze olunduğu görülebilmelidir. Sovyet ve Çin devrimleri tesadüfi süreçler/kendiliğinden gelişmeler zannedilmemeli. Aksine, tarihi görevlerin felsefi-tarihsel ve politik olarak Lenin ve Mao’da yanıtını doğru orantılı bulmasının birer ürünleridirler. Yani teorisi, pratiğin yolunu aydınlatmıştır. Bu böyle anlaşılmalı; günümüz bakımından da odaklanacak nokta olarak bakılmalıdır. Ve bugünün komünistleri için yaşadığımız dünyayı felsefi-tarihsel ve politik olarak çözümleyemeden, değiştirme işi kaba iktidarcı tahayyülleri aşamaz.

Önceki İçerik‘’Radikal Demokrasi’’ Söylemi ve Devrimci Bakış
Sonraki İçerikMücadelenin büyümesi güçlenmekten ve kitlelerle birleşmekten geçer!