Ortadoğu’da iki kritik gelişme üzerinden stratejik hamleler ve ‘orta’ oyunları !

Irak  Kürdistan Bölge  Yönetimi, Aralık 2014 yılında merkezi Bağdat hükümetiyle sağlanan anlaşmaya uyulmadığı gerekçesiyle, bölgesinde bulunan petrolü bağımsız olarak satma kararı aldı. Ve Irak Bölgesel Kürdistan yönetiminin bölgedeki siyasal gelişmeleri önemli oranda belirleyen bu gelişmenin ardında, bölgedeki siyasal dengeler açısından önemli olan bir diğer gelişme daha yaşandı. P5+1 Ülkeleri  olarak bilinen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve artı bir olarak Almanya ile İran arasında, İran’ın nükleer programı ekseninde 2012’den beri süren görüşmeler 15 Temmuz 2015 günü taraflar arasında yapılan “anlaşmayla” tamamlandı

HABER MERKEZİ (27.07.2015) – Kuşkusuz söz konusu  bu iki gelişme, bölgedeki diğer güncel ve dönemsel gelişmelerle ele alındığında, var olan statüde yeni bir fay hattını oluşturacağa benziyor. Bölgede her çatışmalı durum, güçler dengesine göre itifak ve hasım güçleri şekillendirerek bir statüko oluşturmuş ve oluşan her statüko yeni çatışmaların zemini olmuştur. Bütün bunların nedeni tarihin derinlerinliklerinde ve bölgenin jeopolitik özelliğindendir. Bu gerçeklik Mezopotamya da, özellikle sömürgeci, işgalci devletlerin,  “din” savaşları, “bölge halklarına barış ve demokrasi sağlama” demogojisiyle gerçekleştirdiği istilalardan bu yana, ya savaşların gerekçesi haline getirilmiştir, ya da çıkar eksenli oynanacak oyunların zemini haline getirilmiştir. Büyük güçlerin, emperyal blokların bölgedeki zenginlik kaynaklarına sahip olmak için yarattığı talan ve dalaş, her dönem ezilen mazlum ulusların (bölge özgülünde başta Kürtlerin) ve halkların boğazlanmasıyla son bulmuştur. Tarihsel bir hafıza olarak, Sünni Osmanlı ile Şii Safevi savaşından Kasr-ı Şirine, 20. yüzyılın son çeyreğindeki İran-Irak savaşından, Körfez savaşına, ABD’nin bölgeyi işgalinden DAİŞ zulmüne kadar, boğazlanan, katledilen mazlum uluslar ve yoksul halklar olmuştur. Araçlar ve ittifaklar değişse de, Sünni ya da Şii, iktidar odaklarınca “meşruluk” zırhı, bir siyaset olarak verilen her aktör, kendi toplumsal ilerici dinamiklerine dayanmadığı sürece, emperyal güçlerin birer maşası olmuş ve halkına zulüm etmiştir .”Devrilen” diktatörlerin yerin getirilen yeni aktörler, El Kaide, DAİŞ, El Nusra, Hizbullah gibi gerici örgütlenmeler üzerinden süren savaş durumu, Sünni, Şii, Durzi, Müslüman Hıristiyan, Ezidi, Süryani vb. gibi dinsel, mezhepsel, ulusal ve azınlıklar üzerinden yaratılan çatışmalar ve ittifaklar, özünde bu tarihsel süreçten beslenen ve bu gün emperyalist tarafından çıkarlarının dizayn edilmesi için zemin haline getirilen olgulardır.

Karmaşıklığının tarihsel bir gelişim süreci olan Ortadoğu’da ki her dönemi yüzeysel siyasi mantıkla ele almak,yüzeysel bir değerlendirmeye tabi tutmak yanılgılı sonuçlara neden olur. Ortadoğu’da ki sosyal yapılanmanın özgünlüğünden öte, uluslararası emperyalist ve bölgesel güçler, çıkarlarını şekillendirirken, benimsedikleri siyasal taktikler ve oyunlar, Ortadoğu’ya “cadı kazanı” niteliği vermektedir. Öyle ki, bölge üzerinde çıkarlarını dizayn etmek için siyasal taktikler ve ittifak siyaseti belirleyen bir merkezi güç, hesap hatalarına düşebilmekte, sonuçlarının faturasını ödediğinde, farklı bir siyaset ve ittifak güçler arayışına girebilmektedir. Bölgede emperyalist hegomonya ve gerici otoritelerin siyasetine karşı net tavır almayan ve duruşunu her türlü gericilige karşı konumlandırmayan  sosyal-ulusal dinamikler  dışındaki güçlerde, bugün hangi güçlerle yan yana olacağı, yarın hangi güçlerle çatışmalı olacağı meselesi görecelidir. Bugün yan yana olan güçler, yarın çatışmalı, bugün çatışmalı halde olan güçler yarın ittifak güçlerine dönüşebilmektedir. En basit örnek olması babında, ABD ve diğer emperyalist güçlerin Irak’ı işgalinde, Suriye başta olmak üzere var olan gelişmeleri kestiremediler. Temel bir vurgu olarak, Baas rejiminin Irak’taki mağdurları olan Şiileri başa, işgalin Baas hakim gücü nazarında “yenilen” tarafı olan Sunnileri tali plana iterek ve Kürtleride Talabani ve Barzani şahsında denge unsuru olarak konumlandırarak, nispeten “denge” durumu yaratmakla,  ancak ki 2011 yılına kadar kendi sermaye odaklarına bölgenin zenginlik kaynağı aktarabildiler. Fakat 2011 yılıyla bölgede yeniden yaşanan alt üst oluş, ABD başta olmak üzere tüm emperyalist hegomonya güçlerini ve yerli gericilikleri “yeni” bir siyasete zorladı. İran ve ABD nin alttan alta süren hegemonya savaşı, Türk egemen güçlerinin bölge üzerindeki “neo-Osmanlı” hesapları, Avrupa Birliği ve Rusya’nın müdahaleleri eşliginde ve çıkar dalaşında, bölgenin halkları bedel ödemekteydi. Bölgedeki her toplumsal katman gibi Sunniler de “mağdur” olma duygusuyla örgütlendiler. Maliki nazarında  şekillenen otoriter baskı, Sünnilerin yeni siyasi figürü Tarık Haşim’inin ülkeden kaçışı,”denge” unsuru Celal Talabani’nin “sağlık” sorunları, sürecin yeni çelişkilerini derinleştiren başka meselelerdi. Bu süreçte yapılan  Irak seçimlerinde Maliki’nin tekrardan kazanması ve siyasetlerinde direteceği mesajlarını vermesi, var olan hassas bağları da kopardı. Felluce ve Ambar eyaleti isyanı bu gelişmenin sonucudur. El Kaide’den kopan ve DAİŞ olarak örgütlenen gücün üzerinde şekillendiği siyasal sosyal zemin, yine bu emperyalist siyasetin, çatışmanın ve çıkar dalaşının bölgede yarattığı statünün sonucudur. Başlangıçta beraber olan Cebhet El Nusra ile DAİŞ, İran, Türkiye, Batılı emperyalistler, ABD ve Rusya’nın aralarındaki çatışmalar ve dalaşlar arasında, birbirinden ayrıştı ve   Sunni İslamın “en fanatik ve en saldırgan olanı DAİŞ, Irak’taki büyük Sünni rahatsızlığını ve isyan potansiyelini çok iyi kullandı. Türkiye başta olmak üzere bölgedeki bazı egemen kliklerin el altındaki desteği DAİŞ’in büyümesinde başka bir belirleyiciliktir. Bu konuda hazır potansiyel olarak duran  Sünni kesimler de (buna eski Irak Ordusunun askeri teknik gücü,Komuta kademe birikimi dahil, Sünni vali, yönetici) DAİŞ ile buluşmakta gecikmeyince Felluce’den başlayan deprem Musul’un düşüşüyle zirveye vurdu .İşte bu gelişme bölgede “yeni” bir sürecin nedeni oldu.

Bütün bu gelişmeler içinde Kürdistan gerçeği üzerine!

Tarih boyu yaşanmış gelişmeler gibi, son uluslararası ve bölgesel gelişmeler Kürdistan’ı direk etkilemektedir. Farklı tarihsel dönemlerde ve emperyalist sömürgeci işgal savaşlarında sömürgeci güçlerce işgal edilmiş ve dört parçaya bölünmüş Kürdistan gerçegi ve her bir parçadaki farklı siyasal ve kültürel şekillenmeden  hareketle, meseleyi ele aldığımızı ifade edelim. Her tarihsel dönemde, bölgede egemen gerici güçlerin hegomonya çatışmasında bu dört parçada boğazlanan Kürtler açısından ,bu dönem farklı bir tarihsel fırsat ortaya çıkardı. Bölgede Kürtlere dayatılan asırlık statü çözülüyordu ve birleşik bir Kürdistan‘ın güçlü dinamiklerini ortaya çıkarıyordu. Tüm mesele farklı parçalardaki mevcut Kürt önderlikleri, oluşan bu tarihsel fırsatı nasıl kullanacağı meselesiydi. PKK, YNK- (süreç itibarıyla bundan kopan GORAN hareketinide ifade etmek gerekir)-  KDP ve YPG Kürdistan’ın yol haritasını belirlemede  mevcutta ana güçleri oluşturmaktadır. Kobane, Rojava, Şengal, Kerkük başta olmak üzere dört parçada devrimci savaş çizgisinde süreci örgütleyen PKK’yi ve Rojava- Kobane hattındaki direniş ve Kürt ulusunu savunma gücüyle YPG’yi  burda tartışmanın dışında tutuyoruz. Yüzyıllık ulusal tahribat ve İşgale karşı devrimci ulusal bir savaşla Kürdistan’da direnme konusunda en ileri mevzide duran PKK ,YPG ideolojik zaafları ve yeterlilikleri, yetmezlikleri ve siyasal sorunlarıyla ayrı bir yazı konusudur ve burda ifade edeceğimiz yanlışların dışında durmaktadır. Elit bir çevrenin ve aşiret kültürünün esiri olarak duran ve Kürdistan gerçeginin yakaladığı tarihsel fırsatları bu aşiret kültürünün girdabında boğan KDP ve YNK bu süreçte durdukları yer itibarıyla bölgede egemenlik kurmaya çalışan güçlerin yanında konumlanmışlardır ve Kürdistan açısından doğan tarihsel fırsatları heba etmişlerdir. Yer yer aldıkları “diri” tutum, toplumsal gelişmelerin her şeye rağmen ileriye giden akışının yarattığı baskılanmadır. Yoksa bu hareketlerin siyasal olarak örgütledikleri bir durum degildir.

Yani Irak Bölgesel Kürt yönetimi, bu tarihsel fırsatları Kürdistan topraklarının yuzyıllık esaretten kurtarma amaçlı kullanma yerine, dar aşiret ve bölgesel çıkarcı tarzda ve ilkesizce faydalanma yöntemine gitmiştir. Öyle ki bu özerkliğin iki ana gücü olan KDP ve YNK ulusal çıkarlarını kendi içindeki çatışmaya heba ederek, hiç bir koşulda uzlaşılmaması gereken güçlerle dahi uzlaşma yoluna gittiği dönemler yaşamıştır. KDP’nin, Germiyan alanı ve Kerkük’te YNK’nın yükselişini hazmedemeyip, gizli olarak DAİŞ’in saldırısına pay sahibi olması, günlük çıkarlarına stratejik ulusal değerlerinden uzaklaşmasına açık örnektir. Musul, Şengal pratiğinde KDP’nin tutumu yine hafızalardadır. Bölgesel ulusal çıkarlarını gözetmede ve buna uygun siyaset oluşturmada dahi bağımlı hale geldigi başta ABD olmak üzere, emperyalist efendilerinin ve çıkarları gündeme geldiği oranda Faşist Türk Devletinin yetkili ağızlarından onay alarak hareket eden Irak Bölgesel Kürt Yönetimi, DAİŞ’in Kobane kuşatmasında da, yine bu güçlerin “emri” olmadan hareket etmemiştir. Her şeyden önce bu gibi veriler Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin niteligini ortaya koymaktadır.

Bağdat merkezi yönetimiyle yaşadığı iktidar ve maddi çıkarlar kavgasında da, ilkesiz bir şekilde DAİŞ tehdidini kullanmış ve bölgedeki ekonomik kaynakları Kürt halkının çıkarlarına göre konumlandırma yerine,emperyalistlerle ortaklık içinde Bağdat’la ara çözümlerle, aşiretsel ve gurupsal çıkarlarını gözetmiştir.

Bütün siyasal çapsızlığına karşın Güney Kürdistan hareketi 91 Kuveyt işgalinde ve 2003 ABD’nin başını çektiği koalisyon gericiliğinin işgalinde, siyasi, askeri ve ekonomik alanda kendi dinamik siyasetiyle olmasa da, işgalci güçlere dayanarak oluşturduğu konumunda, Kürt ulusunun stratejik çıkarlarında değil ama dar gurupları çıkarında kazançlı çıkmıştır. Bu kazanç tabiki taktiksel bağlamdada olsa Güney Kürt nufuzunda bir soluk alma işlevi görmüştür. Ama Güney Kürdistan bunca bu tarihsel fırsatlara karşın,mevcut önderlik çizgisiyle bağımsız bir siyasete dönüşememekteydi. ABD’nin başını çektigi emperyalist hegomonya siyasetinin bir sonucu olarak,”özerk” konumla siyasal olarak Irak merkezi otoritesinde “ortak” edilmesi ve yine ekonomik olarak aynı merkeze entegre edilmesi, KDP ve YNK’yı Kürt ulusunun stratejik çıkarları nazarında gerici bir konuma getirmektedir. Petrol satışı ve ekonomik ilişkileri dizayn eden merkezi Bağdat hakim güçleriyle varılan anlaşmada bu entegre siyasetin önemli bir ayağını teşkil etmekteydi.

Bu anlaşmaya ile Irak Anayasasıyla hükme bağlanmış  olan karar göre, Kürdistan bölgesinin Irak bütçesindeki payı %17 dir. Irak’ın 2014 yılı bütçesinin 150 milyar dolar olduğu, buna göre Kürdistan bölgesine düşen payın 24 milyar dolar olması gerekirken, Bağdat 2014 için Kürdistan’a 15 milyar dolar bütçe ayırmayı planlıyor. Merkezi hükümet şimdiye kadar Kürdistan hükümetine tam olarak % 17 payını da ödemiş değil. Ödemeler % 10-11 civarında gerçekleşmiş durumda. Fakat Bağdat, Kürdistan bölgesinin payına düşen geliri düzenli aktarmadığı gibi, bunu politik bir yaptırım aracı olarak kullanınca ipler koptu.. Kürdistan hükümeti, Irak merkezi hükümeti ile arasındaki işbirliğinin önkoşullardan biri olan gelir paylaşımı konusunda, Irak Federal Anayasası’nın 106, 112 ve 121 maddelerine uygun kendi Petrol ve Gaz Yasası’nı hazırladı. 19. maddeye göre iki taraftan oluşan komitenin denetiminde Kürdistan hükümeti ve merkezi hükümet adına ortak bir hesabın açılması, enerji gelirinin uluslararası güvenilir bir bankada tutulması ve bu hesaptan tarafların paylarına gelirin bölüştürülmesi formüle edildi. Bağdat bu formülü kabul etmediği gibi Kürdistan üzerinde ekonomik ve siyasi yaptırımını artırdı ve günümüze gelindi. Gelinen aşamada görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca, Irak Bölgesel Kürt yönetimi kendi bölgesinde bulunan petrolu kendi denetiminde satma kararı almış durumdadır. Bu kararın uluslararası ekonomik siyasal ilişkilerden, Irak ve Güney Kürdistan’ın siyasal ekonomik ilişkileri açısında da, mevcut oluşan statüde yeni bir çatlak oluşturacak, dünün müttefik ve çatışmalı güçlerinde yeni bir ayrışım yaratacaktır.

Erbil-Bağdat-Ankara-Washington hattı ve petrol diplomasisi!

Ankara düne kadar bölgesel Kürt iradesinin kendi petrolünün satışından doğrudan sahip olmasının, Kürdistan’ın “bağımsızlığına” giden yolu döşeyeceğini düşündüğü için, Güney bölgesel Kürt iradesiyle herhangi bir anlaşmaya gitmeyi bölgedeki çıkarları açısından tehlikeli olarak görmekteydi. Fakat Türk devletinin bu kafatasçı yaklaşımına karşın iradeleri dışında bölgede yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmeler, ’’TC’’ devletini Güney Bölgesel Kürt yönetimiyle daha farklı bir ilişkiye zorlamıştır. Bağdat yönetimine karşın dünyanın en büyük petrol şirketi EXXON MOBİL’in, Güney Kürdistan Yönetimiyle petrol anlaşmasına gitmesi ‘’TC’’yi bir tercihe zorlamıştır. Bu tercihin birinci yanı Güney Kürdistan ile Türkiye arasına yeni bir boru hattının inşası, ikinci yani ise Türk enerji şirketlerinin de bölgede konumlanmasıdır. Her iki durum Erbil ile Ankara arasında yapılan enerji anlaşmasıyla   resmiyet kazanmıştır. Kuşkusuz bu Bağdat ile Erbil arasındaki çatışmalı durumun derinleşmesine paralel, Ankara ile Erbil arasında “yeni” bir sürecin başlangıcı niteliğinde bir gelişmeydi. Rojawa’da güçlü bir irade olarak kendini ortaya koyan Kürt iradesi, Kobane’de ki Kürtlerle beraber devrimci ve ilerici güçlerin direnişi, Suriye’ye karşı savaş tehditi ve ABD başta olmak üzere,emperyalistlerin bölgeyi dizayn etmede yaşanan farklılaşma ve ‘’TC’’ devletinin daha fazla avantajlı duruma gelme hevesleri, “önder rol “ almak isteyen Türk hakim sınıf gericiliğini bir yığın Osmanlı oyunlarına yönlendirmiştir.

Gelinen aşamada içerde ve dışarda sıkışan ve eğemenlik çıkarları geregi siyaset üretmekte zorlanan Türk hakim sınıfları, Kürt sorununu ve toplumun demokrasi talebini, devrimciler açısından kabul edilmeyen en geri burjuva “demokrasisi” zemininde dahi çözmekten uzaklaşmış, son seçimle siyasal istikrarınıda yitirerek,çözümsüzlügünü otoriter bir yapıyı yeni sürece göre organize etmeye başlamıştır. Daha fazla otoriter bir yapı ile, hem iç muhalefeti sindirmeye çalışmakta, hem de Suriye, Irak, ve Ortadoğu nazarında bölgesel, mezhepsel, aşiretsel gerici ittifaklarla bölgede güç olmaya çalışmaktadır. Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle yaptığı enerji anlaşmasının ana mantığını burada aramak gerekir. Bölgesel Kürt yönetimiyle girdiği ekonomik ilişkilerle, hem bölgenin zengin petrol yataklarından rant elde etmekte hemde Kürdistan coğrafyasının bir parçasında yarattığı siyasal ilişkilerle, Rojawa ile Hewlerin, Amed ile Güneyin birleşmesini engellemeye çalışmaktadır. Suriye ‘ye müdahale, Rojawa’nın tasfiyesi, tampon bölge, Irak Bölgesel Kürt yönetimiyle ekonomik ilişkiler, Suudi Arabistan ve Mısır ile model ülke olma ittifakı, Türk hakim sınıfları egemenlik sisteminin neo –Osmanlıcı siyasetlerinin bir parçasıdır.

 P5+1 ülkelerinin İran’la son nükleer anlaşması ‘’TC’’ devletinin bu hesaplarına çomak sokan bir gelişmedir. Tarihsel kültürel olarak bölge üzerinde bir etkisi olan, ekonomik, askeri, siyasi gücüyle bölgede tayin edici neme sahip İran’ın Batı, ABD ve diğer emperyalist gerici güçlerle ilişkilerini “normalleştirmesi”, karşısında ‘’TC’’ devletinin tebessümü, yalandan bir tebessümdür. Çünkü bu “anlaşma”,bölgedeki dengelere yeni bir boyut kazandıracaktır.

Bölgedeki haritaların yeniden çizilmesi, emperyalistler başta olmak üzere, bölgesel tüm gericiliklerin çıkar peşinde koştuğu ve bunun için bölgesel dil, din, ırk, mezhep farklılıklarını çatışmalar haline getirdigi ve gerici şeriatçı örgütlerin varlığıyla bunun vahşete çevrildiği bir kesitte, İran’ın da tüm bu çatışmalı ortamda açık veya gizli olarak askeri siyasi otoritesiyle var olduğu koşulda, ”yenilenen” bu ilişki konsepti, emperyalistler içinde, bölgesel güç olma hevesindeki Türkiye, Suudi Arabistan içinde önemli farklılıklar yaratacaktır. İsrail “anlaşmanın” bölgede çıkarlarını tehdit eden özelliginden açıkça karşı çıkmakla en “samimi” tutum almıştır. Yarım ağız  gülen ve “alkışlayan” Türkiye ve Suudi Arabistan için durum “sevindirici bir durum”  değildir.

Çünkü, uzun zamandır bölge üzerindeki çıkarlarını emperyalistler Türkiye-Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, Arabistan, Mısır gibi “model” ülkeler üzerinden yapmaya çalışmaktadır. Ve gelinen aşama, bu ülkeler üzerinden emperyalist dalaş siyaseti, hem kendi içsel çelişkilerinden kaynaklı, hem de “model” ülkelerin içsel ve kendileriyle olan çelişkilerinden kaynaklı istedikleri düzlemde gelişmemiştir .Tamda bu kesitte İran’la “nükleer anlaşma ile normalleşen” ilişkiler, içerik olarak “nükleer” çalışmaların denetimi olsa da, özünde İran’ın bölge siyasetinde bu emperyalist güçlerle ortak hareket etmesi anlamına gelmektedir. Düne kadar İran ile ABD’nin başını çektigi batılı emperyalistlerle olan çatışmadan kendi çıkarları ekseninde faydalanan ve İran ile ilşkileri dönem dönem bağımlısı olduğu emperyalist güçlere karşı masa başı pazarlıklarda kullanan ‘’TC’’, bu gelişmeyle hem bu kozundan mahrum kalmış, hem de bölge siyasetinde emperyalist siyasetin uygulanmasında ciddi bir rakiple muhatap hale gelmiştir. Tekçi, ulusal devlet modeliyle kapitalist “modernitenin”, kapitalist emperyalist sistemin bölge projelerine, parçala yönet siyasetiyle zemin sunma konusunda İran’da, Türkiye’de aynı niteliktedir. Dikkat edilirse her iki ülkenin politikaları etnik ve dinsel çatışmaları körükleyen ve bu zeminde bölgenin temel çelişkilerin nedeni olan işgalci ve istilacı güçlere karşı birleşmesini engelleyen bir zemindedir. Bu aynı zamanda “İslam dünyasının lideri”, ”Sünni İslamın merkezi”, ”neo Osmanlıcı hayallerin darbelenmesidir. Yakalanan anlaşma düzeyi yarın nasıl şekillenir, bu durum Ortadoğu’nun labirentlerindeki oyunlara havaledir. Ama asgari düzeyde de olsa planlanan hayata geçerse, çatışmalı ve ittifak siyasetiyle, artık İran bölgede emperyalist siyasetin bir ayağı olarak işlev görecektir. ”Ulvi müslim” olarak yada “Şii islamın kardeşi” olarak…Ortadoğu harıtasında İran Türkiyenin çıkarlarını tehdit eden bir konumda “yeniden” sahnededir.

Bu gelişmeler Türk hakim sınıflarını bölge nazarında çatışmaları körükleyen bir zemine  (ki zaten bu zemindeydi.Ama dönem dönem takkiye olarak agızlarına aldıkları bölge barışı kavramından uzak açık saldırgan tutum almışlardır) çekmiştir. İçte ve dışta faşist otoriter yapısını hissettirmesi bu sürecin özgünlüğündendir. Bu güne kadar el altından beslediği ve yığınlarca vaatle ilişkilerini sürdürdüğü aleni olan DAİŞ ile “çatışmalı” hale gelmesi, Türkiye’nin bölge üzerindeki gerginlik siyasetinin bir parçasıdır. Ülke içinde DAİŞ’e operasyon adı altında yurtseverlerin ve devrimcilerin katledilmesi ve tutuklanması, tam bir riyakarlıktır. İçte DAİŞ’i toplumsal muhalefeti bastırma ve devrimcileri, aydın ve toplumsal olaylara duyarlı insanlarımızı katleden faşist gericiligin DAİŞ’le çatışmalı durumu manüpilasyon ve gerici siyasetlerine zemin yaratmadır. Yarın DAİŞ’le “mücadele” adı altında Rojawa ve Suriye’ye saldırma gündeme gelirse bu şaşırtıcı olmayacaktır. DAİŞ’le mücadele adı altında PKK’nin konumlandığı alanlara operasyonlar yapması  güncel bir siyasettir. Bazı meselelerde DAİŞ’le çıkar çatışması olsada, mevcut dengelerde Türk devletinin DAİŞ’e karşı bir savaş süreci başlatacağı ihtimali zayıftır.. Ama bu gelişmenin farklı bir aşamasında çatışmalı duruma gelmeyeceği anlamına gelmez. Bu ihtimalden öte, Türk egemenlik sisteminin mevcuttaki hakim kligi AKP,içte ve dışta yığınlarca hesapla (erken seçime hazırlık, kurulacak koalisyonun yol haritası, Kürt sorunundaki yaklaşımı, demokrasi güçlerine yaklaşımı vb.gibi) ülke hattında ve sınır dışı hattında, esasta Kürt Ulusal devrimci mücadelesi başta olmak üzere, devrimci ve sosyalist avına çıkacaktır.

ABD nin başını çektigi emperyalist saldırganlıktan payına düşeni yapmaya çalışan Faşist Türk hakim sınıfları,bölgeyi kendileri açısından tehlike arzedecek sosyal ve ulusal uyanışları tasfiye ederek,mezhepsel,dinsel,aşiretsel çatışmalar üzerinden kendini inşaa etmektir.Reel harekette güncel bazı uzlaşmazlıklar olsa da, ‘’TC’’ devleti ABD’nin bölge üzerindeki siyasetiyle uyum içindedir.Irak Bölgesel Kürt yönetimi,Bağdat ikileminde Türk devleti ABD nin planının ortağıdır.İncirlik üssünün açılması,ABD güçlerinin burdan koordine rolü oynaması,Kandil başta olmak üzere devrimci ilerici güçlere karşı sürdürülen operasyon ve bu operasyonun ilk ayağı olarak KDP lideri Barzani ile yakın ilişkiler ve Barzani’den gelen sözlü destek, bölgede “yeni” bir savaş konseptinin Tahran,Erbil,Washington ve Ankara hattında örgütlenmesinin verileridir.

Tamda bu süreçte Barzani’nin, Bağdat’la olan ekonomik ilişkilerin kesilmesi üzerine dillendirdiği “Bağımsız Kürdistan” söylemi,Kürt ulusuna yönelik duygu sömürüsünden öte bir değer taşımamaktadır. Çünkü her şeyden önce dört parçada birleşmenin dinamiği gelişen Kürdistan gerçekligi karşısında KDP ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi bu soruna Birleşen ulusal çıkarlar ekseninde bir tutuma sahip değildir. PKK ve Rojava’yı emperyalist ve ‘’TC’’nin başını çektiği bölgesel gericiliğe peş keş çektiren bir anlayışın “bağımsız Kürdistan” söylemi, gerici emellerini manüpile etme çabasıdır.Bölgeyi bölüp parçalama üzerine siyaset güden ABD’de zaten bu durumu kabul etmeyecektir. Eğer bu söylemin bir reel değeri istisna olarak ele alınacak olunursa, oda; KDP önderliğinde küçük bir ulus devletçik kurularak emperyalist ve bölgesel gericiligin jandarması biçiminde konumlandırmak olur. Bu hem bölgede devrimci dinamiklerle ulusal değerleriyle birleşen Kürdistan’ın hapsedilmesine hemde  Kürtler başta olmak üzere bölgedeki ilerici dinamiklerin üzerinde oynanan oyunların yaşama geçirilmesinde, aktör rol oynamasını sağlayacaktır.

Tüm bu karşı devrimin saldırıları, ezilen ulus ve halkları boğazlama seferlerine karşı, emperyalist hegemonyanın, onun gerici dayanaklarının basitten karmaşığa tüm halkalarına karşı devrimci bir savaşla cevap olmak, sürecin ivedi görevidir. Devrimci, sosyalist ve komünistlerin Amed’den Kobane’ye, İstanbul’dan, Rojawa’ya, Dersim’den Gire Spi’ye, ördüğü devrimci direniş hattı, tüm gericiliğin kirli emellerine vurulacak en büyük darbedir. Bu direniş köprülerinden korkan gerici egemenlikler, Suruç’ta, en masum bir insani yardımı dahi katliamlarla durdurmaya çalışmakta, batıdan doğuya, Güneyden Kuzeye coğrafyamızda azgın saldırılar gerçekleştirmektedir. Bu siyasetin merkezi başını ABD’nin çektiği emperyalist hegemonyadır. Dayanakları bölgesel stratejik işbirlikçisi bölgesel gericiliklerdir. Halklara ve mazlum uluslara dayatılan barbar vahşi bir savaş konseptidir. Ezilen halkların geleceği özgürleştirecek o muazzam gücünde şekillenen devrimci savaşla karşılamak kabulümüzdür, görevimizdir..

 

 

Önceki İçerikÖlülerimizden bile korkan bir devlet
Sonraki İçerikCizre’de 17 yaşındaki Hasan infaz edildi