Mahir’i ilk kez 1968’de gördüm. Doğu Perinçek’le birlikte Ankara’dan gelmişlerdi. FKF’nin Klodfarer Caddesi’ndeki daracık binasında, on beş yirmi kişi toplanmıştık. Ben o zamanlar Çapa Y.Ö.Okulu FKF kurucularındandım. Amerikan 6. Filosunun İstanbul’a gelişi vesilesiyle yayınladığımız bildiriden dolayı, İbo’nun da içinde olduğu on kişiyle birlikte okuldan atılmıştım. Evsizdim. Biraz Nabi Yağcı’nın (Haydar Kutlu), biraz da amcamın oğlu Kemal’ın evinde kalmıştım. Ama günlerimi FKF binasına sığınan Çapalı arkadaşlarımla birlikte geçiriyordum. Her neyse, sohbet sakin bir havada geçti. Mahir’i Paris’e gitmiş, ordaki Latin Amerika gruplarıyla ilişkiye geçmiş birisi olarak biliyordum. Sırtında temiz bir parke vardı. Taranmış saçları, parlak ve uyumlu yüz hatları, sarkık bıyıkları ve özellikle de merakçıl, sorgulayıcı bakışlarıyla sohbetin dikkat merkezi haline gelen tek adamıydı. Doğu, TİP içindeki durumu, Mahir ise Vietnam savaşında gelinen son noktayı anlattı. İki üç saatlik sohbet anında Mahir’in bende bıraktığı izlenim olumluydu. Sağlam bir algı, imgelem ve anlamlandırma olgusuyla karşı karşıya olduğumu sezinledim. Söylemi, dünyayla haylice alakalı, biraz iddialı ama sakin ve duru bir iklime sahipti.
Mahir’i ikinci kez, 1969 ‘da Akhisar ve Ödemiş Tütün Mitingleri sırasında gördüm. İzmir’de bir gece Taner Kutlay ‘ın evinde kaldım, ertesi gün Taner’le birlikte üniversite kampüslerine gittik. Mahir’le öğrenci kantininde karşılaştık. Sırtında yine cepleri kitaplarla şişmiş bir parke vardı. Taner çok iyi bir militandı ve Mahir’le de ilişkileri oldukça samimiydi. Üçümüz, çaylarımızı alıp bir masaya geçtik. Mahir’i bir yıl öncesine nazaran oldukça sıkıntılı ve sinirli gördüm. Gençlik hareketi içindeki sağlam kadroları kucaklayan illegal bir partinin kaçınılmaz hale geldiğinden ve silahlanma ihtiyacından söz etti. Mihri’yi ve Doğu’yu eleştirdi. Ayaklarını bastığı maddi dünyayı bir an önce aşma arzusuyla yüklü, sancılı bir ses. Taner, söylenenlere katılıyor, sorularla karşısındaki ateş parçasını deşiyor, ben ise dinliyordum. Gözlerimin önünde, asıl gerçek varlığımla asıl olmayan, aldatıcı sanal varlığım arasında duran, çoğalan, arayışa çıkan, gerilimli insanlar belirmişti. O gece uyumak için kampüsün gençlik örgütü tarafından bize ayrılan odasına geçtik. Oda dört yataklıydı ve birinde bir kişi uyuyordu. Mahir, kapıya yakın karyolaya geçti, parkesini astı, cebinden bir kitap, ve bir kalem çıkardı, hiç soyunmadan yatağa uzanıp okumaya başladı. Taner ve ben, hayatın normal düsturunu rencide etmeden uyuduk.
Koridordan örgütün, ‘kahvaltı hazır, kalkın,’ sesi gelince, gözlerimi açtım, esnedim, bir baktım, Mahir kitap okuyor. “Sen uyumadın mı?” dedim. Lenin’in iki taktik adlı kitabını yüzünden çekti, gülümsedi. İlk kez tanık oluyordum gülümseyişine. “Yok,” dedi, “üç sayfam kaldı bitmesine.” Kalktım. Yüzümü yıkamak için yanından geçip giderken göz göze geldik. Küçülmüş, hafif kızarmıştı gözleri. Odaya döndüğümde Mahirle Taner yoktu. Parkesi ranzasında asılıydı. Kitap, içindeki kalemle birlikte yatağın üzerinde duruyordu. Aldım baktım, altı çizili paragraflar, kenar notları. Tanımadığım dördüncü adam kalkmış, pijamasını yerleştiriyordu çantasına. “Ben bunu iyi tanıyorum,” dedi. “Sonu iyi değil, okuya okuya ya kör olacak, ya da delirecek.”
Mahir’in durumunu en son, Dev-Genç’in 12 Mart darbesinden önceki son kongresinde gördüm. Sahnede, mikrofonun başındaydı. Tam bir lider konumundaydı. Kollarını havaya kaldırıyor, bağırıyor, muhalefeti ve onun lideri Doğu’yu, oportünizm, revizyonizm ve silahlı mücadele karşıtlığıyla suçluyordu. İbo’ya dedim, ‘Mahir şu anda ezici çoğunluğa dayanıyor ve muhalefetin söz hakkına tahammülsüzlük gösteriyor. Ne oldu buna, ne yapmak istiyor?” İbo sakin, ama içi yanmış bir edayla, “Tahammülsüzlüğü doğru, ama eleştirilerinde haklı,” dedi. Dahil olduğumuz muhalefetin İbo tarafından kaleme alınan on bir ilke adlı yazıya eleştirileriyle bizim eleştirilerimizi anımsadım birden. Sustum.
Mahir ve arkadaşları vurulduğunda Kürecik köylerindeydim. Kızıldere’de bir grup devrimcinin kuşatıldığını duyunca, radyoyu dinlemek için İbo ve Ali Taşyapan’la birlikte, sanırım Ali Meral’in evine gittik. TRT’nin akşam spikeri, kuşatılan “anarşistlerin ölü ele geçirildikleri”ni bildirip, öldürülenlenlerin tek tek isimlerini okuyunca üzerimize mezar toprağı serpilmiş gibi oldu. Köylüler, bizden daha çok etkilendi. İbo, “faşist diktatörlük, imha taktiği izliyor, halkla yeraltına inmiş devrimcilerin moraline ve ilişkilerine kurşun sıkıyor. Denizlerin idamı kaçınılmaz hale geldi,” diye mırıldandı. Ordan kalkıp Balhacı köyüne doğru yola çıktık. Halkın yokluğu ve içinde bulunduğu ürkütücü karanlığıyla ölümün kanlı kara yüzü arasında gidip geldim. Köye yaklaştığımızda, “Kürecik’te daha fazla kalamam, yarın Dersim’e gidiyorum,” dedim.
Muzaffer Oruçoğlu